19. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere…
Reşhalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Üstadımız, Efendimiz (a.s.m.) hakkında şöyle diyor:
Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Tılsım: Gizli sır)
Bir önceki dersimizde Efendimiz (a.s.m.)’ın “hilkat-i âlemin acip muammasını” açmasından bahsetmiştik. Bu dersimizde ise “kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açmasını” mütalaa edeceğiz. Birbirine benzeyen iki farklı cümle:
1. Hilkat-i âlemin acip muamması.
2. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsım.
Bu iki cümle arasındaki mana farkı şudur:
Birinci cümle “nasılın”, ikinci cümle ise “niçinin” konusudur. Hilkat-i âlemin muamması, âlemin ve içindeki varlıkların nasıl yaratıldığı meselesidir. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsım ise niçin yaratıldığı meselesidir. Pozitif ilimler “nasılı” çözmeye, felsefe ise “niçini” çözmeye çalışmış ancak her ikisi de cevapları bulamamıştır. Efendimiz (a.s.m.) ise işin hem nasıl cihetini hem de niçin cihetini keşfetmiştir. Nasıl cihetini keşfederek hilkat-i âlemin acip muammasını açmış, niçin cihetini keşfederek de kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açmıştır. Bütün bu keşifleri de Kur’an’ın âyât-ı beyyinatıyla yapmıştır.
“Kâinatın sırr-ı hikmeti” cümlesindeki “hikmetin” manası: Eşyanın ve hadisatın perdesi altındaki manadır. Bu manayı keşfetmek, kâinatın sırr-ı hikmetindeki tılsımı çözmektir. O hâlde kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsım içinde şu meseleler yatmaktadır:
– Bu kâinat niçin yaratıldı?
– İnsanın vazifesi nedir ve bu âleme niçin gelmiştir?
– İnsana takılan bu kadar cihaz ve duygunun sebeb-i hikmeti nedir?
– Niçin bu kadar çok mahluk var?
– Bu dehşetengiz faaliyet, her gün bir kafilenin gelip bir kafilenin gitmesi nedendir?
– Hayatın manası ve vazifesi nedir?
– Ölüm nedir ve ölümden sonra ne vardır?
– Yaratılan mahlukata milyonlar masraf yapılıyor, her biri süslenip cihazlarla teçhiz ediliyor. Sonra kısa bir zaman yaşayıp ölüp gidiyor. Bu kadar masrafın hikmeti nedir?
– Varlıklar bize ne söylüyor? Mesela bir ağaç, dilleri hükmündeki dallarıyla ve kelimeleri hükmündeki çiçek, meyve ve yapraklarıyla bize ne diyor, ne anlatıyor? Yine diğer mahluklar ne konuşuyor? Bağırış ve çağırışları ne manaya geliyor?
İşte bunlar ve bunlar gibi meseleler kâinatın sırr-ı hikmetine dair birer tılsımdır ki Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ın âyât-ı beyyinatıyla bu tılsımı açmış ve bizlere her hadise ve eşyanın altındaki sırr-ı hikmeti göstermiştir.
Bir beşerin, hem de okuma-yazma bilmeyen bir beşerin, 1400 sene önce, hem hilkat-ı âlemin muammasını, hem de kâinatın sırr-ı hikmetinin tılsımını açması; hem nasılı, hem niçini cevaplaması mümkün değildir. Sırf “niçini” cevaplayabilmek için, yani kâinatın sırr-ı hikmetinin tılsımını açabilmek için ism-i Hakîm’e tam mazhar olmak ve marifetullahın zirvesinde bulunmak gerekir. Bu ise ancak bir peygambere nasip olur. İşte bu hâl Efendimiz (a.s.m.)’ın risaletini güneş gibi ispat eder.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere, “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye irad ettiği akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
Üstadımız bu bölümü İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde çok beliğ anlatmış. Direk oradan okuyalım: (Bazı Osmanlıca kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir diye metni bir yerde böldük ve kelimeleri altına yazdık.)
Evet, beniâdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celb etti. “Şu garip ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükümeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:
(Beniâdem: Âdemoğulları / Azîm: Büyük / Müzeyyen: Süslü / Müteveccihen: Yönelerek / Müteselsilen: Birbiri peşi sıra / Hilkat: Yaratılış / Fenn-i hikmet: Felsefe ilmi / Muhavere: Karşılıklı konuşma)
Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
Bu suale, beniâdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, nev-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:
Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâyı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşân elimdedir. Şüphen varsa al, oku!” (İşârâtü’l İ’caz)
(Emanet-i kübrâ: Büyük emanet, (insandaki “ene”dir) / Re’sü’l-mal: Sermaye / İstidat: Kabiliyet)
Üstadımızın bu beyanıyla Dördüncü Reşhayı tamamladık.
Yazar: Sinan Yılmaz