a
Ana SayfaReşhalar49. Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekûn teşkil ediyor…

49. Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekûn teşkil ediyor…

Reşhalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekûn teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söz namındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

Üstadımız, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın risaletini ispat eden delillerin pek büyük bir yekün teşkil ettiğini söyledi. Burada ispat hususunda dört şeye atıf yapıyor. Atıf yaptığı birinci eser On Dokuzuncu Söz. On Dokuzuncu Söz neredeyse Reşhalar Risalesi ile aynı. Biz Mesnevi’deki Reşhaları mütalaa etmekle aynı zamanda On Dokuzuncu Söz’ü de mütalaa etmiş olduk.

Üstadımızın, Efendimiz (a.s.m.)’ın risaletini ispat hususunda yaptığı ikinci atıf şu:

O zatın izhar ettiği bine yakın mucizeleriyle… (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

(İzhar etmek: Göstermek)

Üstad Hazretleri bine yakın mucizeden üç yüz taneyi On Dokuzuncu Mektup isimli eserinde senetleriyle birlikte nakletmiş. Üstadımız gibi birçok âlim de Peygamberimizin mucizeleriyle ilgili kitaplar yazmış ve bu mucizeleri bizlere senetleriyle birlikte rivayet etmiş. Hepsini okuyamasak da en azından On Dokuzuncu Mektup’u okumalıyız.

Biz bu makamda şu nokta üzerinde duralım:

Mucizeler Peygamberimizin nübüvvetini ispat eder. Ancak kâfirler bu mucizeleri inkâr ediyor. Bizler nasıl bir yol takip etsek de onları ikna veya ilzam etsek?

Mucizeleri inkâr eden bir ateiste şöyle diyebiliriz:

Sen okulda İlk Çağ, Orta Çağ ve Yeni Çağ gibi konuları okudun. Hatta hocaların sana Yontma Taş Devri’ni, Cilalı Taş Devri’ni anlattı. Eğer sen bunlara inanıyorsan, bir şeyi kabul etmek için ille de görmek gerekmediğini kabul etmişsindir. Öyle ya, sen ne Taş Devri’ni gördün ne de İlk Çağ’ı ama bunlar hakkında anlatılan şeyleri kabul ediyorsun.

Hâlbuki kabul ettiğin bu bilgilerin hiçbiri tevatür kuvvetinde değildir. Hatta birçoğu bulgulara dayanır ve kazılar sonunda ele geçen tahmini bilgilerdir. Sen bu bilgileri hiç sorgulamadan, gözünle görmüş gibi kabul edebiliyorsun. Bu bilgileri okurken, mucizeler hakkında söylediğin, “Gözümle görmedim öyleyse inanmam.” sözünü hiç söylemiyorsun. Demek, bir şeye inanmak için ille de gözle görme şartını aramıyorsun.

Madem gözle görme şartını aramıyorsun o hâlde mucizelerin varlığını da kabul etmek zorundasın. Çünkü mucizelerin vukuu tevatür kuvvetiyle bize ulaşmıştır, tarihsel bilgilerde ise bu kuvvet yoktur.

O hâlde senin için yol ikidir:

– Ya tarihsel bilgileri kabul ettiğin gibi, mucizeleri de kabul edeceksin.

– Ya da gözünle görmediğin bütün olayları inkâr edip bugüne kadar kitaplardan öğrendiğin her şeyi yok sayacaksın.

Bunu yaparsan mucizeleri de inkâr edebilirsin. Yoksa birine inanıp diğerini inkâr etmek olmaz. Bu, kişinin kendisiyle çelişmesidir.

Şimdi, sen tarihsel bilgileri kabul ediyor musun? Elbette ediyorsun. Peki, durum böyle iken, mucizeleri niye inkâr ediyorsun? Hem mucizeler tevatür kuvvetindedir. Tevatürde bir olaya şahit olan büyük bir topluluk vardır. Her biri bu olayı gördüğü şekliyle anlatır ve onlardan dinleyenler de bir başkasına anlatır; bir başkası bir başkasına derken, kim kimden dinlemişse, isimleri kaydedilerek, ta bize kadar ulaşır. Yalan söyleme ihtimali olmayan bu zatların sözlerine inanmayacaksın; Taş Devri’ni, Demir Devri’ni anlatan tarihçilerin sözüne inanacaksın. Bu nasıl bir muhakemedir?

Eğer bir ateistle konuşursak, mucizeleri böyle kabul ettirebiliriz. Eğer bir Ehl-i kitapla konuşursak, ona da şöyle diyebiliriz:

— Sen Hz. İsa’nın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu nereden biliyorsun? Yani nereden biliyorsun ki o zat -hâşâ- yalancı ve hilekâr değildir?

Bu soruya karşı o şöyle der:

— Onun Allah tarafından gönderildiğini biliyorum, çünkü o zat mucizeler göstermiş. Mesela duasıyla ölüleri diriltmiş, hastaları iyileştirmiş ve daha bunlar gibi birçok mucizeler göstermiş.

Biz de onun bu sözüne karşı şöyle deriz:

— O hâlde sen tevatüre yani içinde yalan ihtimali olmayan ve kuvvetli bir cemaat tarafından nakledilen habere inanıyorsun. Zira biraz önce saydığın, Hz. İsa’dan zahir olan mucizeleri, sen görmedin ve o mucizelere bizzat şahit olmadın ama bu mucizelere inanıyorsun. Demek, sen tevatür kuvvetindeki haberleri kabul ediyorsun.

Öyleyse Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın peygamberliğine de inanmak zorundasın. Zira onun elinde gözüken mucizeler de bize tevatür yoluyla gelmiş. Madem tevatüre inanıyorsun o hâlde bu haberlere de inanmak zorundasın. Yok, eğer “Ben tevatüre inanmam.” dersen, bu durumda, Hz. İsa hakkında söyleyecek hiçbir sözün olamaz. Çünkü sen onun hiçbir mucizesini gözünle görmedin ve mucizeleri esnasında Hz. İsa’nın yanında değildin.

O hâlde senin için yol ikidir:

– Ya tevatürü inkâr eder ve “Gözümle görmediğime inanmam.” dersin. Bu durumda, Hz. İsa’yı da inkâr etmen gerekir.

– Ya da tevatürü delil kabul eder ve bu kabulün neticesi olarak Hz. İsa’nın mucizelerine inandığın gibi, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın da mucizelerine inanırsın.

– Üçüncü bir yol olan tevatürü Hz. İsa hakkında kabul etmek, Hz. Muhammed (a.s.m.) hakkında ise kabul etmemek ancak kişinin kendisiyle çelişmesidir.

İşte mucizeyi inkâr eden bir Ehl-i kitaba da böyle diyebiliriz.

Dersin başında şöyle demiştik: “Üstadımız, Peygamberimizin risaletini ispat hususunda dört şeye atıf yapıyor.”

Bu dört şeyden ikisini öğrendik ve birini mütalaa ettik. Kalan ikisini sonraki derste mütalaa edeceğiz. Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:

Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekûn teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söz namındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir. O zatın izhar ettiği bine yakın mucizeleriyle… (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin