55. “Âyetü’l-kübra” ismi Arapça gramere zıt mıdır?
Soru: Âyetü’l-kübra ile ilgili şu soruyu sormak istiyorum:
Bir kısım çevreler, eserin adının yanlış olduğunu ve yanlış bir Arapça tamlama yapıldığını söylüyorlar. Bunu da delil gösterip Üstad Hazretlerinin Arapça sarf-nahiv bilgisinin kısıtlı olduğunu ve Arapça gramere uygun bir isim dahi veremediğini iddia ediyorlar. İlmî bir cevapla yardımcı olursanız sevinirim.
El-cevap: İlk önce biraz Arapça gramer üzerinde duralım:
Arapçada isimler, belirli olup olmama bakımından ikiye ayrılırlar: Nekra ve marife.
Nekra: Söylendiği zaman kimden veya neyden bahsedildiği tam olarak anlaşılmayan, belirsiz bir kimseyi veya belirsiz bir şeyi gösteren isimlerdir. İngilizce bilenler için, Arapçada nekra, İngilizcede “a, an” ile kullanılan isimler gibidir.
Marife: Nekranın zıddıdır. Söylendiği zaman kimden veya hangi şeyden bahsedildiği tam olarak anlaşılan, belirli bir kimseyi veya nesneyi gösteren isimlerdir. Yine İngilizce bilenler için, Arapçada marife, İngilizcede “the” ile kullanılan isimler gibidir.
Başında harf-i tarif denilen elif-lam ( اَلْ ) takısı bulunan isimler marifedir. Aynı zamanda nekra bir ismi marife yapmanın yolu da başına bu takıyı getirmektir.
Şimdi de biraz sıfat tamlaması üzerine konuşalım:
Sıfat tamlaması, bir isim ve en az bir sıfattan meydana gelen tamlamadır. Özelliği belirtilen isme mevsuf, niteleyen ya da niceleyene sıfat denir.
Sıfat mevsufa dört şeyde uyum sağlamalıdır:
1. Belirlilik (marife-nekra)
2. Cinsiyet (müzekker-müennes)
3. Sayı (müfred, tesniye, cemi)
4. İrab (ref, nasb, cer)
Şimdi, konumuz olan marife-nekra uyumu üzerine biraz konuşalım:
Mevsuf marife olduğunda sıfatı marife; mevsuf nekra olduğunda sıfatı nekra olmalıdır.
Dilerseniz, meseleyi “Âyetü’l-kübra” tamlaması üzerinde inceleyelim:
آيَةُ الْكُبْرَى ifadesi bir sıfat tamlamasıdır. Bu tamlamada آيَةُ mevsuf, الْكُبْرَى ise sıfattır. Görüldüğü gibi, mevsuf nekra olarak, sıfat ise marife olarak gelmiştir. Bu tamlamanın doğru şekli, اَلْآيَةُ الْكُبْرَى şeklindedir. Üstadımız ise آيَةُ الْكُبْرَى diyerek mevsufu nekra yapmış ve sıfat tamlamasına uymayan bir yol takip etmiş.
Herhâlde buraya kadar sorun olan mesele anlaşılmıştır.
Şimdi, Üstad Hazretlerine karşı çıkanlar diyorlar ki: Üstadın Arapça sarf-nahiv bilgisi kısıtlıdır. Bunun delili de eserine Arapça gramere uygun bir isim verememiştir…
Onlara deriz ki:
Evvelen: Üstad Hazretleri daha çocuk yaşta iken, medreselerde 30 senede tahsil edilen bir ilmi sadece üç ayda tahsil etmiş ve doksan cilt Arapça kitabı ezberlemiştir. Doksan cilt Arapça kitabı üç ayda ezberleyen bir zat hakkında, Arapçaya daha yeni başlayanların bildiği bir meseleyi bilmiyor demek, akıldan ve vicdandan istifayla mümkündür.
Saniyen: Üstad Hazretleri Eski Said’den Yeni Said’e inkılâp ettiği sırada ilk olarak şu eserleri telif etmiştir: Lâsiyyemat, Lemaat, Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme ve Şu’le.
Bu eserler Arapça olarak telif edilmiştir. Daha sonraları Arapça bilenlerin azlığı sebebiyle Abdülmecid Ağabey tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.
Yazdığı ilk eserler Arapça olup çok derin hakikatleri Arapça ibarelerle anlatan bir zat hakkında, “Arapça bilmiyor.” demek, ehl-i hak ve vicdanın işi değildir. Şu anda mezkûr eserleri tercüme ve şerh yapmaya çalışan birisi olarak diyorum ki:
— Ey kendilerinin Arapça bildiğini, Üstad Hazretlerinin ise Arapça bilmediğini iddia edenler! Sizleri bu eserleri okumaya ve anlamaya davet ediyorum. Önce Arapçanız bu eserleri anlamaya yetsin, ondan sonra konuşuruz.
Salisen: Üstad Hazretleri, Kur’an’ın belagatindeki i’caza ait İşârâtü’l-İ’caz isimli bir tefsir telif etmiştir. Bu tefsiri harp meydanında, siperde ve bazen de at üzerinde, kaynaksız bir hâlde Arapça olarak telif etmiştir. Ehl-i tefsirin dahi anlamaktan âciz kaldığı bu eserin müellifi hakkında “Arapça bilmiyor.” demek, herhâlde güneşe gözünü kapamaktır.
Bu tefsiri tercüme ve şerhe çalışan birisi olarak yine derim ki:
— Ey Arapçalarına güvenerek Üstad Hazretlerine dil uzatanlar! Gelin, Üstad Hazretlerinin at üzerinde yazdığı bu tefsiri bir okuyun. Okuyun da Üstadın nasıl bir belagat âlimi olduğunu görün. Zira ehl-i tefsir okuyor ve Üstadın ilmi karşısında secde ediyor.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi şu meseleyi izah edelim:
— Acaba Üstad Hazretleri, sıfat tamlamasında işleyen bir kuralı niçin işletmemiş ve nasıl bir hikmet gözetmiş?
Şunu ifade edelim ki: Gramerde işleyen kurallar bazı hikmetler için terk edilebilir ve o kurala zıt amel edilebilir. Bunun iki örneğini Kur’an üzerinden verelim:
Birinci Örnek: Kur’an’da şöyle buyrulmuş:
وَقَالَ نِسْوَةٌ فِى الْمَدينَةِ “Şehirdeki kadınlar dediler ki…” (Yusuf 30)
Şimdi, bir gramer kuralı üzerine konuşalım:
Fiil ile fail arasında cinsiyet bakımından bir uyum vardır. Fail müennes ise fiil müennes, fail müzekker ise fiil de müzekker gelir.
Mezkûr ayette ise bu uyum gözetilmemiştir. Fail olan نِسْوَةٌ lafzı müennestir; fiili olan قَالَ lafzı ise müzekkerdir. Şimdi, şöyle mi diyeceğiz:
— Mezkûr ayette fiil ile fail arasında cinsiyet bakımından bir uyum gözetilmemiştir. O hâlde bu ayet -hâşâ- yanlıştır.
Yani Üstad Hazretlerine, sıfat tamlamasında uyum gözetmediği için, “Arapça bilmiyor.” diyenler, bu ayet karşısında ne diyecekler? Hâşâ, Allah’a iftira mı edecekler? Hâlbuki bir gramer kuralının terki bir hikmeti ortaya çıkarmak içindir. Bu hikmeti de Üstad Hazretleri şöyle beyan ediyor:
Zayıfların cemiyeti ve şahs-ı manevisi kavi olduğu gibi, kavilerin cemiyeti ve şahs-ı manevisi ise zayıftır. Bu sırra bir işaret-i latife ve zarif bir nükte-i Kur’anîyedir ki ferman etmiş: وَقَالَ نِسْوَةٌ فِى الْمَدينَةِ
Müenneslerin cemaatine, iki katlı müennes olduğu hâlde müzekker fiili olan قَالَ buyurması, hem قَالَتِ الْاَعْرَابُ buyurmakla müzekkerlerin cemaatine, müennes fiili olan قَالَتْ tabiriyle latifane işaret ediyor ki: Zayıf ve halim ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi reculiyet kazanır. Müzekker fiilini iktiza ettiğinden وَقَالَ نِسْوَةٌ tabiriyle gayet güzel düşmüş. Kavi erkekler ise -hususan bedevi A’rab olsa- kuvvetlerine güvendikleri için cemiyetleri zayıf olup hem ihtiyatkârlık hem yumuşaklık vaziyetini aldığından bir nevi kadınlık hâsiyeti takındıkları için, müennes fiilini iktiza ettiğinden قَالَتِ الْاَعْرَابُ müennes fiiliyle tabiri tam yerindedir. (20. Lem’a)
İkinci Örnek: Kur’an’da şöyle buyrulmuş:
رَأَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ “Onları (güneşi, ayı ve yıldızları) bana secde ederken gördüm.” (Yusuf 4)
Şimdi, bir gramer kuralı üzerine konuşalım:
Arapça eşya, âkıl (akıllılar) ve gayr-ı âkıl (akılsızlar) olarak ikiye ayrılır. Gayr-ı âkıl bir topluluğa işaret ederken müfred-müennes zamir kullanılır. Hâlbuki mezkûr ayet-i kerimede bu kural çiğnenmiş; gayr-ı âkıla, âkıl zamiriyle işaret edilmiş. Arapça bilmeyenler için biraz daha açalım:
رَأَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ ayetindeki هُمْ (onlar) zamiri, akıllı varlıklar için kullanılan cemi-müzekker bir zamirdir. Bu ayette ise işaret edilen varlıklar akıllı varlıklar olmayıp, güneş, ay ve yıldızlardan mürekkep akılsız varlıklardır.
Bu durumda, gramer kaidesine uygun zikri رَأَيْتُهَا لِى سَاجِدِينَ şeklinde olur. Yani هُمْ zamiri yerine هَا zamiri gelir. Ancak bu gramer kuralı burada çiğnenmiş ve هَا ya bedel, هُمْ gelmiş.
Yine aynı şeyi soruyoruz:
— Mezkûr ayette gramer kuralına uyulmamış; akıllı varlıklar için kullanılan zamir akılsız varlıklar için kullanılmış. Bu durumda bu ayet -hâşâ- yanlış mıdır?
Yani Üstad Hazretlerine, sıfat tamlamasında uyum gözetmediği için, “Arapça bilmiyor.” diyenler, bu ayet karşında ne diyecekler? Hâşâ, Allah’a iftira mı edecekler? Hâlbuki bir gramer kuralının terki ince bir nükteyi ortaya çıkarmak içindir. Bu nükteyi Üstad Hazretleri şöyle beyan ediyor:
رَأَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ de olduğu gibi, burada da ukalâya (akıllı varlıklara) mahsus cem (çoğul) sigasıyla gayr-ı ukalâ (akılsızlar) cemlendirilmiştir. Bu ise kavaide muhaliftir?
Evet, âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belagatin en makbul bir prensibidir. Zira kâinatın âlem ile tesmiyesi, kâinatın Sâniine olan delaleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh, kâinatın uzuvları da Sanie olan delaletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları icap eder. Öyleyse, Sâniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sânii ilâm etmelerinden anlaşılır ki o uzuvlar; birer hayy, birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh, bu cemde kavaide muhalefet yoktur. (İşârâtü’l-İ’caz)
Bu iki örnekle şunu ispat etmeye çalıştık: Bir hikmetin ve ince bir nüktenin ortaya çıkması için bazen bir gramer kuralı çiğnenir.
Bu ispat ve tespitten sonra, şimdi şu soruya cevap bulmaya çalışalım:
— Acaba Üstad Hazretleri, “Âyetü’l-kübra” diyerek sıfat tamlamasının bir kuralını niçin çiğnemiş olabilir?
— Niçin “Âyet” mevsufunu “el-Âyet” şeklinde söylememiş?
Bunun bir cevabı şudur:
Bazı isimler tabiatı itibarıyla marifedir; bunlar başlarına ال takısı almazlar. Mesela:
خَدِيجَةُ الْكُبْرَى (Büyük Hatice) ifadesi bir sıfat tamlamasıdır. Gördüğünüz gibi, sıfat olan الْكُبْرَى lafzı ال takısı alarak marife olmuştur. Mevsuf olan خَدِيجَةُ lafzı ise ال takısı almamıştır. Bunun sebebi, özel isimlerin marife olmasıdır. Yani zaten خَدِيجَةُ lafzı özel isim olması sebebiyle marifedir. Ayrıca ال takısı almasına gerek yoktur.
Aynen bunun gibi, Üstad Hazretlerine göre, آيَةُ الْكُبْرَى tamlamasındaki آيَةُ lafzı, lafız olarak nekra olsa da mana olarak marifedir. Yani her bir varlık bir ayet olup, muhtelif cihetlerle Allah’a delalet etmektedir. Zaten Âyetü’l-kübra Risalesi’nde her bir varlığın bu ciheti gösterilmekte ve zerrattan seyyerrata kadar her bir varlığın Allah’a olan delaleti işlenmektedir.
Üstad Hazretlerine göre, her bir varlık bir ayettir ve Sâniine işaret etmektedir. Bu cihetle de İlahî bir kaside, Rabbanî bir mektup ve esmâ-i hüsnanın bir aynası ve tezgâhıdır. Bütün bu cihetlerle de hakikatte marifedir ve başına marifelik alameti olan ال takısı getirmeye ihtiyaç yoktur; özel isimlerde ihtiyaç olmadığı gibi…
Şunu da ilave edelim ki: Üstad Hazretleri, -Allah’ı en mükemmel tanıtan ayet olduğundan- İsra suresinin 42. ayeti için “El-Âyetü’l-Kübrâ”
— El-Âyetü’l-Kübrâ’nın bir hakikî tefsiri olan bu Âyetü’l-Kübrâ Risalesi, Hazreti İmam’ın (r.a.) tabirince, “Asâ-yı Mûsâ” namında Yedinci Şua kitabıdır. (7. Şua)
Bu sözü söyleyen Üstad Hazretlerinin sıfat-mevsuf uyumunu bilmediğini iddia etmek hatadan da öte bir iftira ve bir cinayettir.
Ayrıca Üstadın talebeleri bile Türkçe Risaleleri Arapçaya tercüme ederken bu Yedinci Şua eseri için “El-Âyetü’l-Kübrâ” ismini kullanılmışlardır.
Herhâlde mesele anlaşılmıştır. Son söz olarak deriz ki:
Üstad Hazretlerine itiraz edenlerin boğulduğu yerlerde Üstadın topuğu bile ıslanmamıştır. Kim insaf ile Risaleleri okusa bu hükmü tasdik eder.
Yazar: Sinan Yılmaz