36. İnsan küçük bir mikyasta, kâinattaki hakâik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.
Soru: Otuzuncu Lem’a’da şöyle deniliyor: İnsan küçük bir mikyasta, kâinattaki hakâik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.
Hakâik-i imaniyeden maksat imanın altı esası mı? Eğer öyleyse, insan şuhud derecesinde hakâik-i imaniyeyi nasıl gösterebilir?
El-cevap: Metinde geçen “hakâik-i imaniye”den kasıt iman esaslarıdır. İnsan hakâik-i imaniyeye bir aynadır ve küçük bir mikyasta iman hakikatlerini kendinde gösterir. Şöyle ki:
İnsan küçük bir kâinat, kâinat ise büyük bir insandır. İnsanı büyütsek kâinat olur, kâinatı küçültsek insan olur. Bu cihetle insan, misal-i musaggar-ı kâinattır. Dolayısıyla kâinatın iman hakikatlerine yaptığı şehadeti insan küçük bir mikyasta tek başına yapabilir.
İlk önce insanın Allah’ın varlığına olan şehadeti üzerine konuşalım:
İnsan sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılana “hâdis” denir. Her hâdisin bir muhdise yani her sonradan yaratılanın bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. İşte insan hâdis olması cihetiyle, muhdisi olan Allahu Teâlâ’nın varlığına şehadet eder.
Yine insanın vücudunda bir nizam ve mizan vardır. Bu nizam ve mizan tesadüfün işi olamaz ve tesadüfen vücut bulamaz. İşte insan, nizamlı ve mizanlı vücuduyla Allahu Teâlâ’nın varlığına şehadet eder. O’nu Nezzam ve Adl isimleriyle tavsif eder.
İnsanın her ihtiyacı mükemmelen karşılanmış ve her şeye ona teshir edilmiştir. İnsan, rızkının mükemmelen karşılanmasıyla ve eşyanın kendisine teshir edilmesiyle Allah’ın varlığına şehadet eder.
Yine insanın bir hayatı vardır. Bu hayatın tesadüfen ortaya çıkması mümkün değildir. İnsan bir mucize-i kudret olan hayatıyla, ona bu hayatı veren Allah’ın varlığına şehadet eder.
Bunlar gibi, kâinat Allah’ın varlığına hangi cihetlerle şehadet ediyorsa, insan da aynı cihetlerle -belki küçük bir mikyasta- şehadet eder.
Demek, Allah’ın varlığına dair kâinatta okuduğumuz her bir delil insanda da okunmaktadır. Bu da ispat eder ki kâinata vurulan tevhid mühürlerinin aynısı -küçük bir mikyasta- insana da vurulmuştur.
Şimdi de kısaca diğer hakâik-i imaniye üzerine konuşalım:
Elbette insanı böyle hakîmâne bir surette yaratıp sanatına mazhar eden Zat-ı Zülcelal insanı başıboş bırakmaz. Madem başıboş bırakmaz, o hâlde razı olduğu şeyleri bir elçi vasıtasıyla insanı bildirmeli ve kendinden haberdar etmelidir. İşte insan bu cihetle nübüvvetin hak olduğuna şehadet eder.
Ve madem o Zat-ı Zülcelal peygamberler gönderecek, o hâlde onlarla bazen vasıtasız bazen de bir vasıtayla konuşacak. Vasıta ise melektir. Bu da meleklerin hak olduğunu ispat eder.
Ve madem Allahu Teâlâ insana peygamberler gönderecek, öyleyse o peygambere marziyâtının yazılı olduğu bir kitabı elbette verecek. Bu da İlahî kitapların bahusus Kur’an’ın hak olduğunu ispat eder.
Ve madem o Zat-ı Zülcelal peygamberleri vasıtasıyla insanla konuşacak ve insanı imtihana tabi tutup onu emir ve yasaklarına muhatap edecek; öyleyse elbette emirlerine uyan kullarına daha büyük ikramlarda bulunacak. Bu ikramlar da ancak ahirette olabilir. İşte insan bu cihetle ahiretin hak olduğuna şehadet eder.
Yine insanın yaratılışına ve ömrünün sonuna kadar değiştirdiği şekillere bakılsa anlaşılır ki bir plan tahtında hareket ediyor ve bir program tahtında kemale doğru gidiyor. Bu plan ve program da kaderin varlığını ispat eder.
Bu misallerde olduğu gibi, insan bütün hakâik-i imaniyeye şehadet etmektedir. Kâinatın büyük mikyasta yaptığı şehadeti insan küçük bir mikyasta yapmaktadır. Bizler bu şehadetin binde birini yazmadık. Sadece bir pencere açmakla yetindik. Kim Katre Risalesi’ni okusa bu şehadete hakka’l-yakîn şehadet eder.
Herhâlde mesele anlaşılmıştır. Allah’a emanet olun.
Yazar: Sinan Yılmaz