44. Vücudun -velev ki cehennem de olsa- ademden evla olması
Soru: Üstad Hazretleri şöyle diyor:
— Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa baki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim.” dedi.
Bu ifadede yer alan “Cehennem de olsa beka isterim.” cümlesini izah eder misiniz? İnsan cehennemi ademe nasıl tercih edebilir?
El-cevap: İlk önce soruyu biraz genişletelim, daha sonra cevabı üzerine biraz mülahaza yapalım:
Kur’an’da birçok ayet-i kerimede, ehl-i cehennemin yok olmayı isteyeceği beyan buyrulmuş. İki ayet-i kerimeyi zikredelim:
وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا
Kâfirler, “Ah ne olaydı toprak olaydım.” der. (Nebe 40)
وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ قَالَ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ
Onlar (cehennem bekçisine): “Ey Malik! (Rabbine dua et de) bizim ölümümüze hükmetsin.” diye nida ederler. Malik: “Şüphesiz siz (burada) ebedî kalıcılarsınız.” der. (Zuhruf 77)
Bu ayetlerde görüldüğü üzere, ehl-i cehennem yok olmak istiyor yani ademi vücuda tercih ediyor.
Üstad Hazretleri ise vücudun -velev ki cehennem de olsa- ademden evla olduğunu ve cehennemde ebedî kalmanın kâfirler için bir nimet olduğunu söylüyor. Hâlbuki Allahu Teâlâ Kur’an-ı Hakîm’de, kâfirlerin ebedî cehennemde kalmasını bir nimet olarak nazara vermeyip, bir kahır ve azap olarak nazara veriyor.
Bu durumda şu mesele ortaya çıkıyor: Kâfirler cehennemde yok olmayı arzularken ve Allahu Teâlâ onların cehennemde ebedî kalmasını bir azap olarak nazara verirken, cehennemin ademden evla olması ve -yokluğa kıyasla- cehennemde ebedî kalmanın bir nimet olması nasıl oluyor?
Buna cevaben deriz ki: Üstad Hazretleri ve emsali büyük zatlar öyle şeyler hissetmişler ki bizim onları hissetmemiz mümkün değil ve hissedemiyoruz. Mesela Yunus Emre Hazretleri, “Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri. İsteyene ver onları, bana seni gerek seni.” demiş. Bizim bu sözün hakikatine çıkmamız ve kalben hissetmemiz pek mümkün değil.
Yine Hazreti Ebû Bekir Hazretleri (r.a.), “Ya Rabbi! Benim vücudumu öyle büyüt ki cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın.” demiş. Bizim bu sözü anlamamız ve böyle hissetmemiz mümkün değil.
Yine Üstad Hazretleri, “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennem alevlerinde yanmaya razıyım.” demiş. Bizim böyle dememiz ve bunu ruhumuzda hissetmemiz pek mümkün değil.
Sözün özü: Bazı hakikatler var ki sadece bazı ruhlara yerleşmiş ve ancak o ruh sahibinden o sözler sadır olmuş. Bunun bir misalini kendimden vermek istiyorum:
Bir vakit Allah dostlarının dualarını ezberlemeye ve bu duaları kendime vird yapmaya karar vermiştim. Karşıma Râbia el-Adeviyye Hazretlerinin bir duası çıktı. Dua çok hoşuma gitti ve Arapçasını ezberledim. Ancak duayı birkaç defa yaptıktan sonra böyle dua etmekten haya ettim ve bu duayı yapmayı bıraktım. Duanın meali şuydu:
— Ey İlahım, ey Seyyidim! Dünyadan nasibim neyse onu kâfirlere ver. Ahiretten nasibim neyse onu da günahkâr müminlere ver.
Râbia Hazretleri dünyayı bir leş hükmünde gördüğünden onu müminlere layık görmemiş, “Onu kâfirlere ver.” demiş. Ahiretteki nasibinin de müminlere dağıtılmasını istemiş.
Ben bu duayı nasıl edeyim? Etsem, korka korka eder, “Ya kabul olursa?” derim. Zira ben dünyadaki nasibimi değil kâfirlere, müminlere bile veremiyorum. Zekâtı verirken bile elim titriyor. Böyle bir insanın Râbia Hazretlerini anlaması, onun hissettiğini hissetmesi ve onun duasını vird yapması mümkün değildir. Yapsa da yalandan yapar…
Aynen bunun gibi, bizim de Üstad Hazretlerinin her hissettiğini hissetmemiz mümkün değildir. Üstad Hazretleri bir şey hissetmiş: Vücudun -velev ki cehennem de olsa- ademden evla olduğu…
Bu hissinin bir sebebi benim gönlüme şöyle geldi: Üstad Hazretleri Allah’ta öyle fâni olmuş ve esmaya mazhariyeti öyle bir şeref bilmiş ki ruhu ademi kabul edememiş, hayali yokluğa razı olamamış, vicdanı illaki vücud istemiş. Zira kişinin esmâ-i hüsnaya mazhariyeti, varlığına bağılıdır. Yok olan, esmaya mazhar ve ayna olamaz. Kişi cehennemde de olsa madem vadır, o hâlde esmanın bir âyinesidir. Vücuduyla “Hâlık” ismine, hayatıyla “Muhyi” ismine, azap görmesiyle “Züntikam” ismine ve diğer celalî isimlere aynadır.
Üstadımız terazinin bir kefesine ademi ve esmanın tecellisinden mahrumiyeti koymuş, diğer kefesine de cehennemi ve esmanın tecellisine mazhariyeti koymuş; esmanın tecellisine mazhariyet öyle ağır basmış ve bu tecelliden mahrumiyet öyle elem vermiş ki cehennemi ademe tercih etmiş. Ancak bunu bizim hissetmemiz çok zor. Çünkü imanımız bu kemalde değil.
Mesela ben kendi nefsim hakkında şunu diyebiliyorum: Bana faraza şöyle denilse:
— Sen cehenneme gideceksin. Günahların kadar azap gördükten sonra cennete gireceksin. Ama eğer dilersen cehennem yok olsun, sen hiç cehenneme girmeden direkt cennete gir.
Sadece ruhum ve kalbim değil, nefsim dahi bu teklife karşı diyor ki:
— Hayır, cehennem olsun. Çünkü cehennem olmazsa Allah düşmanları, Kur’an düşmanları ademe düşer, yok olur. Onların azap çekmemesine dayanamam. Eğer onlar cehenneme girmezse cennet bana lezzet vermez. Allah ve Kur’an düşmanlarının cehennemde olması bana cennet kadar keyiflidir. Ben cehenneme girsem de elhamdülillah müminim. Elbette çıkar cennete girerim. Ben cehenneme girmeyeyim diye cehennem kapansa, bana ebedî azap olur…
Nefsim bu hakikati kabul etmiş. Cehennemin varlığı bana cennet kadar lezzet veriyor. Cennetin yok olması ihtimaline dayanabiliyorum, cehennemin yok olması ihtimaline ise dayanamıyorum. Cehennemin yokluğunu düşünmek bana cehennem kadar azap veriyor.
Ancak şunu itiraf edeyim ki: Üstadımızın beyan buyurduğu, “Cehennem de olsa vücud ademden evladır.” hakikatini ruhen hissedemiyor, vicdanen tasdik edemiyorum. Çünkü imanım o kemalde değil; esmaya mazhariyetin kıymetini o derece anlamamışım ve ademin ne olduğunu Üstad gibi derk edememişim!
Bu durumda, yapılması gerekenleri maddeleyerek mütalaamızı tamamlayalım:
1. Madem biz Bediüzzaman Hazretlerini Üstad olarak kabul etmişiz, o hâlde onun sözünü de kabul edeceğiz.
2. Ruhen hissedemesek de mezkûr hükmün doğruluğunu kalben tasdik ve dil ile ikrar edeceğiz. Yani diyeceğiz ki: Ya Rabbi! Sen ne kadar kerim ve rahimsin. Seni inkâr ettikleri ve sana şirk koştukları hâlde onları yok etmiyor, velev ki cehennemde de olsa onları daire-i vücudda tutuyorsun…
3. Bu hükmün hakikatine çıkamayışımız ve ruhen hissedemeyişimiz sebebiyle nefsimize levmedip, “Ne kadar da zayıf imanım var; imanda hiç kemale erememişim. İmandaki zafiyetim sebebiyle hakikatleri hissedemiyorum…” diyerek nefsimizi sigaya çekeceğiz
4. Bir ateistle ya da nefsine musahhar olmuş bir müminle, cehennemin ebedî olmasının hikmeti ve Allah’ın rahmetine uygunluğu hususunda konuşurken daha açık ve net deliller getirmeli; onun itirazına mahal olacak bu hakikati beyan etmemeliyiz. Çok daha açık deliller varken itiraza sebep olacak bir delili sunmak ehl-i münazaranın kârı değildir.
Herhâlde mesele anlaşılmış ya da en azından bir pencere açılmıştır. Dua eder, dua bekleriz.
Yazar: Sinan Yılmaz