48. Üstad Hazretlerinin, “Yüzlerce ayet imdadıma yetişiyordu.” demesi
Soru: Üstad Hazretleri Dokuzuncu Hakikat için, “Yüzlerce ayet imdadıma yetişiyordu.” diyor. Bunun manasını açıklar mısınız?
El-cevap: Ayetlerin Üstad Hazretlerinin imdadına yetişmesini; o ayetlerin izn-i İlahî ile Üstad Hazretlerinin aklına gelmesi, kalbine hutur etmesi ve gizli manalarını Üstadımıza açması şeklinde anlamalıyız. Yani Üstadımız müşkil bir meseleyi izah ederken, o meseleye bakan ayetler Üstadımızın aklına geliyor, kalbine hutur ediyor ve manasıyla bir nevi ona yardım ediyordu.
Kur’an’ın bu inayetini ve himmetini, bu fakir de kendi nefsinde -tabii kendi çapına göre- çok gördü. Mesela Ehl-i sünnet serisini yazarken bir mesele hakkında Kur’an’dan delil düşünürdüm. Birden o meseleye bakan ayetler aklıma gelir; ben de bu durum karşısında “Kur’an yardımıma koşuyor.” derdim. Tabii bizim aklımıza gelen ve kalbimize düşen ayetler damla misali. Üstadımıza ise ayetler sağanak hâlinde yağıyordu.
Dilerseniz, bu meselenin tevhide bakan birkaç misaliyle meseleyi somutlaştıralım:
Üstadımız, Allah’ın varlığını ispat sadedinde şöyle diyor:
… Bu ayet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir ayet, bir delil ve bir hüccet vardır. Evet, bu iki meyve hem gıda ve kut, hem fakihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir sanattırlar ki zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan elbette bu kâinatı yaratan zat olabilir.” demeye mecburdur. Çünkü mesela bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latif ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i sanatı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak elbette bedahetle gösterir ki bu işi yapan, bütün kâinatın hâlıkıdır ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil ancak onun fiilidir. (Yedinci Şua)
Yine Üstadımız 33. Söz’de şöyle diyor:
Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak! İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin esmesiyle oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş’e-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, nakışlar ve maharetli nakışlar ve zinetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler gayet zahir bir surette bir Sâni-i Hakîm, Kerim, Rahim, Muhsin, Mün’im, Mücemmil, Mufaddıl’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. (33. Söz, 19. Pencere)
— Acaba Üstadımız bu manaları hangi ayetlerden iktibasla -ya da Üstadımızın ifadesiyle, hangi ayetlerin onun yardımına koşmasıyla- çıkardı?
Şimdi, şu ayetleri dikkatle okuyalım:
Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulandığı hâlde yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunda akleden bir kavim için ibretler vardır. (Ra’d 4)
Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları ve tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O’dur. (En’am 141)
O, gökten yağmuru indirendir. Bununla her şeyin bitkisini çıkardık; ondan bir yeşillik çıkardık; ondan da birbiri üstüne bindirilmiş taneler (meyveler, sebzeler) çıkarıyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar; birbirine benzeyen ve benzemeyen üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (yaratıyoruz). Bunların meyvelerine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde (dikkatle ve ibretle) bakın! Şüphesiz inanan bir topluluk için bütün bunlarda ayetler ve ibretler vardır. (En’am 99)
Daha böyle birçok ayet-i kerimeyi gösterebiliriz. Bundan da şu çıkıyor: Üstadımızın baştaki beyanları, bu ayetlerin bir izahı ve tefsiridir. Sanki bu ayetler, tevhidi ispat hususunda Üstadımızın yardımına koşmuş, manasını Üstadımıza açmış; Üstadımız da bu ayetlerin imdadıyla tevhidi ispat etmiştir.
Başka bir delile bakalım:
Üstadımız yine tevhidi ispat sadedinde şöyle bir delil sunuyor:
Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece süratli yüz binler ecram-ı semaviyeyi direksiz düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren… (Yedinci Şua ve Nur’un birçok yerinde farklı tabirlerle)
Aynı delili Kur’an da şöyle beyan ediyor:
Allah, görmekte olduğunuz gökleri direksiz durdurandır. (Ra’d 2)
Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı ikisi de fesada uğrardı (intizamları bozulup giderdi). (Enbiya 22)
Rabbiniz olan Allah, Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları, emrine musahhar bir hâlde yaratandır. (A’raf 54)
Daha böyle birçok ayet-i kerimeyi gösterebiliriz. Şimdi soruyoruz:
— Üstadımızın mezkûr beyanı, bu ayetlerin geniş bir tercümesi değil mi?
Evet, tercümesi ve tefsiridir. İşte bu, ayetlerin Üstadımızın imdadına koşması ve “Bizi oku, delilimizi göster.” demesidir.
Şimdi Üstadımızın başka bir beyanına bakalım:
Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O latif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybi bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar Rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki güya rahmet tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor manasında olduğundan yağmura “rahmet” namı verilmiştir.
Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı dinler, görür ki: Pek acib ve garib hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadir ve Rahim bir kumandanın emriyle hareket eder ki bir iz bırakmadan gizlenir ve defaten meydana çıkar, iş başına geçer.
Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmanî cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki fırtınalar ile çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi, çok hakîmane işlerde ve bilhassa zihayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek, bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur ancak bir Rahman-ı Rahim’in hazine-i gaybiye-i rahmetinden yapılıyor. (Yedinci Şua)
Üstad Hazretleri aynı meseleyi 33. Söz’de şöyle beyan ediyor:
Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kati delil ise hâlî bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gayet manidar ve hikmettardır ki bir Rabb-i Kerim’in emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki “Sizlere müjde, geliyoruz!” manasını ifade ederler. (Sözler, 33. Söz)
Şimdi aynı meseleyi Kur’an’ın lisanından dinleyelim:
Söyleyin bana, içtiğiniz suyu buluttan siz mi indirdiniz yoksa biz mi? Dileseydik onu tuzlu yapardık. O hâlde şükretseniz ya! (Vakıa 67-68-69)
Biz gökten suyu belli bir takdirle indiriyor ve onu yeryüzünde durduruyoruz. Şüphesiz biz onu (yerin diplerine) giderme gücüne de sahibiz. (Müminun 18)
Eğer onlara, “Gökyüzünden yağmuru indirip onunla öldükten sonra yeryüzünü dirilten kimdir?” diye sorsan, elbette “Allah” diyeceklerdir. (Ankebut 63)
Size bir korku ve ümit olarak şimşeği göstermesi, gökten su indirerek ölümünden sonra yeryüzünü o suyla diriltmesi O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, akleden bir kavim için ayetler vardır. (Rum 24)
Bu manada daha başka ayetler de var. Sözü uzatmamak için kısa kesiyoruz.
— Üstadımızın mezkûr beyanları sanki bu ayetlerin bir tefsiri değil mi?
İşte bu, ayetlerin Üstadımızın imdadına koşmasıdır. Yani Üstadımız bir meseleyi izaha giriştiğinde, o meseleye bakan ayet-i kerimeler Üstadımızın gönlüne düşüyor ve adeta “Bize bak, bizi oku; aradığın nükteler bizdedir.” diyordu.
Ben buna Risale-i Nurlarda çok şahit oluyorum. Üstadımızın izah ettiği bir meseleyi okurken bazen aklıma bir ayet-i kerime geliyor. Kendi kendime, “Üstadımızın imdadına bu ayet-i kerime koşmuş; Üstad Hazretleri bu ayetin tefsirini yapmış.” diyorum.
Bu meselenin örneklerini sadece tevhidin ispatı sadedinde verdik; onu da kabaca yaptık. Diğer iman ve İslam hakikatleri ve yine Risale-i Nurlarda geçen diğer bahisler için aynı şeyi yapabiliriz. “Arife işaret yeter.” sırrınca bu kadarla iktifa ediyor, diğer misallere girmiyoruz.
Allah’a emanet olun.
Yazar: Sinan Yılmaz