a
Ana SayfaOn Birinci Lem'a9. Beşinci Nükte: …ayet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lazım olduğunu…

9. Beşinci Nükte: …ayet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lazım olduğunu…

11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

BEŞİNCİ NÜKTE

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ  ayet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lazım olduğunu pek kat’î bir surette ilan ediyor. (11. Lem’a)

(İttiba-ı sünnet: Sünnete tabi olmak)

Ayet-i kerimenin kırık manası şöyledir:

قُلْ  De ki  اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ  eğer siz Allah’ı seviyorsanız  فَاتَّبِعُوني  o hâlde bana tabi olun.   يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ  -Bana tabi olun ki- Allah da sizi sevsin.

Üstad Hazretleri dedi ki: Bu ayet-i kerime ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lazım olduğunu pek kat’î bir surette ilan ediyor.

Üstadımız ayetin bu ilanını şöyle izah ediyor:

Evet, şu ayet-i kerime, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki… (11. Lem’a)

(Kıyasat-ı mantıkıye: Mantık ilminde kullanılan kıyas yöntemleri)

Mantık ilminde birçok kıyas yöntemleri vardır:

– Basit kıyaslar

– Bileşik kıyaslar

– Düzensiz kıyaslar…

Bunların da kendi içinde alt kategorileri vardır. Mesela basit kıyaslar şu kısımlara ayrılır:

– Kesin kıyas

– Yüklemli kesin kıyas

– Koşullu kesin kıyas

– Seçmeli kıyas

Bu izahlarla “kıyasat-ı mantıkıye” ifadesini izah etmeye çalıştık. Demek mantık ilminde kullanılan birçok kıyas yöntemi var. Üstadımız burada “kıyas-ı istisnaî” kısmıyla mezkûr ayet-i kerimeyi tefsir ediyor.

Kıyas-ı istisnaî: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyastır. Mesela “Mıknatıs bu cismi çekiyor o hâlde bu cisim demirdir.” ya da “Güneş doğmuş ise gündüz olmuştur.” cümlesi bu kıyasa misaldir.

Üstadımız bu kıyas türüyle ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor:

Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor:

— Eğer güneş çıksa gündüz olacak.

Müsbet netice için denilir:

— Güneş çıktı, öyleyse netice veriyor ki şimdi gündüzdür.

Menfi netice için deniliyor:

— Gündüz yok, öyleyse netice veriyor ki güneş çıkmamış.

Mantıkça bu müsbet ve menfi iki netice kat’îdirler. (11. Lem’a)

(Müsbet: Olumlu / Menfi: Olumsuz)

Üstadımız bir örnek ile kıyas-ı istisnaînin ne olduğunu öğretti. Bizler bu kıyas hakkında bu kadar bilsek yeter. Zira bizim meselemiz mantık ilminin en ince konularını detaylarıyla bilmek değil, Üstadımızın öğrettiği kadarını anlamaktır. Demek Üstadımızın birazdan yapacağı tefsir için bu kadar bilmek yetiyor ki Üstadımız bu kadar izah etmiş.

Şimdi bu bilgiyle, Üstadımızın anlatacağı hakikati anlamaya çalışalım:

Aynen böyle de şu ayet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa netice verir ki: Habibullah’ın sünnet-i seniyyesine ittibaı intac eder. (11. Lem’a)

(İttiba: Tabi olma / İntac: Netice verme)

Şimdi, metinden anladığımızı -nefsimizi muhatap yaparak- maddeleyelim:

1. Eğer Allah’ı seviyorsak Peygamberimiz (a.s.m.)’a tabi olacağız.

2. Yok, eğer tabi olmuyorsak, bu hâl ispat eder ki Allah’ı sevmiyoruz.

3. Allah sevgisi Peygamberimiz (a.s.m.)’ın sünnet-i seniyyesine tabi olmayı netice verir. Bu netice yoksa, Allah sevgisi de yoktur.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. (11. Lem’a)

(Bilâşüphe: Şüphesiz)

Evet, Allah’ı sevmek, O’na itaat etmeği iktiza ediyor.

— Peki, Allah’a nasıl itaat edeceğiz? Bunun yolu nedir?

Üstadımız dedi ki: Allah’a itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. Yani en kısa yol sünnet-i seniyyenin gösterdiği yoldur. Kim Allah’a hakkıyla itaat etmek istiyorsa, kendini Resulullah (a.s.m.)’a benzetsin. Kim ki ona benzemeden Allah’a hakkıyla itaat ettiğini söylerse, bu kişi yalancıdır ve itaatten bihaberdir.

Üstadımız bu hakikati şöyle ispat ediyor:

Evet, bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerîm-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi zaruri ve bedihidir. (11. Lem’a)

(İn’amat: Lütuf ve ihsanlar / Zat-ı Kerîm-i Zülcemal: Güzellik sahibi cömert zat / Zîşuur: Şuur sahibi / Bedihi: Açık)

Yavaş yavaş, hazmede hazmede ilerleyelim. Allahu Teâlâ yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ve bu sofrayı her türlü nimetlerle donatmış.

– Zehirli bir böceğin eliyle balı yedirmiş.

– Elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydirmiş.

– Ağaçların dallarını rahmetinin eli yapmış, her türlü meyveyi o el ile bize uzatmış.

– Deve, koyun, keçi, inek gibi hayvanları bizler için birer süt çeşmesi yapmış.

– Güneş’i bir lamba ve soba, Ay’ı kandil ve yıldızları mumlar yapmış.

Ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok nimetlerle bizleri perverde etmiş.

Şimdi sorumuz şu:

— Allahu Teâlâ bu nimetlere mukabil ne istiyor?

Elcevab: Şükür istiyor.

Birinci maddeyi cebimize koyduk. Bu madde: Allah’ın, nimetlerine mukabil bizden şükür istemesi.

Şimdi metne devam edelim:

Hem bu kâinatı bu kadar mucizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatap ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır. (11. Lem’a)

(Mucizat-ı sanat: Sanat mucizeleri / Tezyin eden: Süsleyen / Zat-ı Hakîm-i Zülcelal: Celal sahibi hikmetli zat / Bilbedahe: Apaçık bir şekilde / İbad: Kullar / Mübelliğ: Tebliğ eden)

Şimdi sorumuz şu:

— Madem Allahu Teâlâ bu kıymettar nimetlerine mukabil bizlerden şükür istiyor. Bizler bu şükrü nasıl eda edeceğiz? Bu nimetlerin şükrü olarak ne yapmalıyız? Bu şükrü bize kim öğretecek?

Elbette bize bir imam ve bir mürşid lazımdır. Allahu Teâlâ içimizden en mümtaz şahsiyeti kendine muhatap yapmalı, şükrün envaını ona öğretmeli, rızasını celbedecek amelleri ona talim etmeli ve onu ahaliyle arasında bir tercüman yapmalıdır. Bu zat-ı mümtaz, Allah’tan aldığı emirleri ins ve cinne tebliğ etmeli ve onlara imam olmalıdır.

Bu kâinatı bu kadar mucizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal elbette insanları başıboş bırakmayacak ve zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatap ve tercüman yapıp, onu ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır.

Bu makamda şöyle bir soru akla gelebilir:

— Üstadımız cümlenin başında, “Hem bu kâinatı bu kadar mucizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal…” dedi. Bu cümlenin meseleyle ne ilgisi var? Üstadımız niçin burada “bu kâinatı bu kadar mucizat-ı sanatla tezyin eden” ifadesini kullandı?

Bunun sebebi ve manaya katkısı şudur:

Cenab-ı Hak şu âlemdeki her bir eşyayı tezyin etmiş ve âdeta antika bir sanat eseri hükmüne getirmiştir. İşte kelebeğe bak, çiçeğe bak… Arıya bak, bala bak… Ağaca bak, meyveye bak… Bak da bak… Her şeyde bu tezyini ve sanatı görebilirsin.

— Hiç mümkün müdür ki en basit eşyayı dahi böyle tezyin eden Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, en kıymetli mahluku olan insanı tezyin etmesin?

Elbette edecek!.. İnsanın tezyininin de iki ciheti var:

1. Maddi tezyin.

2. Manevi tezyin.

Allahu Teâlâ maddi tezyini göz, kulak, el, kol gibi maddi azalarla ve muhabbet, akıl, şefkat gibi manevi duygularla yapmış ve insanı ahsen-i takvim suretinde yaratmıştır.

— Peki, manevi tezyin?

Bunu da insanlara bir numune-i imtisal olsun diye Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’da yapmıştır. Bu tezyini Efendimiz (a.s.m.):  أَدَّبَنِي رَبِّي فَأَحْسَنَ تَأْدِيبِي   “Beni Rabbim terbiye etti; terbiyemi de ne güzel yaptı.” hadis-i şerifiyle beyan etmiştir. Bu terbiye manevi bir tezyindir. Dolayısıyla:

1. Kâinattaki tezyin Allah’ın her varlığı süslediğine işaret etmektedir.

2. Madem her varlığı böyle tezyin etmiş, elbette varlıkların en kıymetlisi olan insanı da tezyin edecektir.

3. Madem insanı tezyin edecek, o hâlde hem maddi hem manevi cihetiyle tezyin edecek.

4. Madem manevi cihetiyle de tezyin edecek, o hâlde öyle bir zatı tezyin edecek ki bu zat zîşuurlar içinde en mümtazı olacak. İşte bu zat da Hz. Muhammed (a.s.m.)’dır.

Sözün özü: Kâinattaki eşyanın tezyini insanın maddi ve manevi tezyinini ispat edeceğinden, bu manevi tezyin de Peygamberimizin tezyinine işaret edeceğinden dolayı Üstad Hazretleri cümlesine “Hem bu kâinatı bu kadar mucizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal…” diyerek başlamıştır.

Buraya kadar iki şey öğrendik:

1. Allahu Teâlâ bu kıymettar nimetlerine bedel şükür istiyor.

2. Bu şükrün edasını insanlara öğretmek için en mümtaz birisini kendine muhatap ve kullarına imam yapacak.

Şimdi metne devam edelim:

Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve sanatının en câmi ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, herhâlde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevk edecek. Ta ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün. (11. Lem’a)

(Tecelliyat-ı cemal ve kemalât: (Allah’ın) kemalinin ve cemalinin tecellileri / Bilbedahe: Apaçık bir şekilde / İzhar: Gösterme / Câmi: Toplayıcı / Mikyas: Ölçek / Medar: Yörünge / Numune-i imtisal: Örnek alınacak model)

Üstad Hazretleri bazen cümleleri uzun tutar. Böyle uzun cümleleri ihata edebilmenin en kolay yolu cümleyi parçalamaktır. Şimdi cümleyi madde madde parçalayalım:

1. Şu kâinatta Allahu Teâlâ’nın cemalinin ve kemalinin hadsiz tecelliyatı vardır. Cenab-ı Hak her bir eşyayı bir ayna hükmüne sokup, cemalinin ve kemalinin tecelliyatına mazhar etmiştir. Kim kâinata iman gözüyle bakarsa bu cemalin ve kemalin binler tecellisini görür.

2. Bu cemalin ve kemalin tecellisinden anlıyoruz ki: Zat-ı Cemil-i Zülkemal olan Allahu Teâlâ cemalini, kemalini, esmasını ve sanatını -kendine mahsus bir muhabbet-i mukaddese ile- seviyor ve izharını istiyor. Zira sevmeseydi ve izharını istemeseydi bu kâinatı yaratmazdı. Madem yaratmış o hâlde seviyor ve izharını istiyor.

3. Sevmesi ve izharını istemesi iktiza ediyor ki: Cemaline, kemaline, esmasına ve sanatına en mükemmel ayna olan zatı kendine muhatap alacak, onunla konuşacak, en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti ona öğretecek ve onun vaziyetini diğerlerine numune-i imtisal edip herkesi ona tabi olmaya sevk edecek. Ta ki onda gözüken vaziyetler başkalarında da görünsün.

Üç maddeyle Üstadımızın beyanını ihata ettik. Üstadımız bütün bu anlattıklarını şu neticeye bağlıyor:

Elhasıl: Muhabbetullah sünnet-i seniyyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki sünnet-i seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki sünnet-i seniyyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor. (11 Lem’a)

(İstilzam: Gerektirme / İntac: Netice verme / Veyl: Yazıklar olsun)

İşte netice bu: Allah’ı sevmek, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın sünnet-i seniyyesine tabi olmayı iktiza ediyor ve netice veriyor. Herkes bu ölçüye göre Allah’ı ne kadar sevdiğini ölçsün!

Hem bilsin ki: Asıl bahtiyar, bu sünnetten hissesi ziyade olandır. Hissesi olmayan -dünyanın en zengini de olsa- bedbahttır, ziyandadır.

Uzun bir ders oldu. Şimdi, mütalaası yaptığımız 5. Nükte’yi bir daha okuyalım:

Beşinci Nükte:  قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ  ayet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lazım olduğunu pek kat’î bir surette ilan ediyor. Evet, şu ayet-i kerime, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki:

Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor:

— Eğer güneş çıksa gündüz olacak.

Müsbet netice için denilir:

— Güneş çıktı, öyleyse netice veriyor ki şimdi gündüzdür.

Menfi netice için deniliyor:

— Gündüz yok, öyleyse netice veriyor ki güneş çıkmamış.

Mantıkça bu müsbet ve menfi iki netice kat’îdirler.

Aynen böyle de şu ayet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa netice verir ki: Habibullah’ın sünnet-i seniyyesine ittibaı intac eder.

Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.

Evet, bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerîm-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi zaruri ve bedihidir.

Hem bu kâinatı bu kadar mucizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatap ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır.

Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve sanatının en câmi ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, herhâlde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevk edecek. Ta ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.

Elhasıl: Muhabbetullah sünnet-i seniyyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki sünnet-i seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki sünnet-i seniyyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor. (11. Lem’a)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin