a
Ana SayfaOn Birinci Lem'a30. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.

30. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.

11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir önceki dersimizde şu kısmı okumuştuk:

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (a.s.m.) mehasin-i ahlakın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mucizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola. (11. Lem’a)

Bu metnin birinci cümlesi olan, “Madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (a.s.m.) mehasin-i ahlakın en yüksek mertebelerine mazhardır.” cümlesini bir önceki derste mütalaa etmiştik. Bu dersimize ikinci cümleyle başlıyoruz:

Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. (11. Lem’a)

Üstad Hazretleri bu cümleyi Reşhalar’da, “Yüksek şuunatıyla âlemde meşhur olan zat-ı nuranî (a.s.m.)” şeklinde ifade ediyor.

Peygamberimiz (a.s.m.)’ın meşhur ve mümtaz olması, yüksek şuunatı ve yapmış olduğu icraatları sebebiyledir. Nefislerde, akıllarda, kalplerde, ruhlarda, hayat-ı şahsiyede, hayat-ı ictimaiyede ve daha birçok alanda yaptığı icraat ve inkılaplarla bütün âlemde meşhur olmuştur. Dost ve düşman onu tanımış, düşman dahi kemalini tasdik etmiştir. Bu tasdiklerin bir kısmını önceki dersimizde kaydetmiştik.

Metindeki üçüncü cümle şu:

Ve madem binler mucizatın delaletiyle… (11. Lem’a)

Peygamberimiz (a.s.m.)’ın bine yakın mucizesi vardır. Bunlardan bir kısmını Üstad Hazretleri 19. Mektup’ta nakletmiştir. Bu makamda şu nokta üzerinde biraz duralım:

Mucizeler Peygamberimizin nübüvvetini ispat eder. Ancak kâfirler bu mucizeleri inkâr ediyor.

— Bizler nasıl bir yol takip etsek de onları ikna veya ilzam etsek?

Mucizeleri inkâr eden bir ateiste şöyle diyebiliriz:

Sen okulda İlk Çağ, Orta Çağ ve Yeni Çağ gibi konuları okudun. Hatta hocaların sana Yontma Taş Devri’ni, Cilalı Taş Devri’ni anlattı. Eğer sen bunlara inanıyorsan, bir şeyi kabul etmek için ille de görmek gerekmediğini kabul etmişsindir. Öyle ya, sen ne Taş Devri’ni gördün ne de İlk Çağ’ı ama bunlar hakkında anlatılan şeyleri kabul ediyorsun.

Hâlbuki kabul ettiğin bu bilgilerin hiçbiri tevatür kuvvetinde değildir. Hatta birçoğu bulgulara dayanır ve kazılar sonunda ele geçen tahminî bilgilerdir. Sen bu bilgileri hiç sorgulamadan, gözünle görmüş gibi kabul edebiliyorsun. Bu bilgileri okurken, mucizeler hakkında söylediğin, “Gözümle görmedim öyleyse inanmam.” sözünü hiç söylemiyorsun. Demek bir şeye inanmak için ille de gözle görme şartını aramıyorsun.

Madem gözle görme şartını aramıyorsun, o hâlde mucizelerin varlığını da kabul etmek zorundasın. Çünkü mucizelerin vukuu tevatür kuvvetiyle bize ulaşmıştır; tarihsel bilgilerde ise bu kuvvet yoktur.

O hâlde senin için yol ikidir:

– Ya tarihsel bilgileri kabul ettiğin gibi mucizeleri de kabul edeceksin.

– Ya da gözünle görmediğin bütün olayları inkâr edip bugüne kadar kitaplardan öğrendiğin her şeyi yok sayacaksın.

Bu ikinciyi yaparsan mucizeleri de inkâr edebilirsin. Yoksa birine inanıp diğerini inkâr etmek olmaz. Bu, kişinin kendisiyle çelişmesidir.

— Şimdi, sen tarihsel bilgileri kabul ediyor musun?

Elbette ediyorsun.

— Peki, durum böyle iken, mucizeleri niye inkâr ediyorsun?

Hem mucizeler tevatür kuvvetindedir. Tevatürde bir olaya şahit olan büyük bir topluluk vardır. Her biri bu olayı gördüğü şekliyle anlatır ve onlardan dinleyenler de bir başkasına anlatır; bir başkası bir başkasına derken, kim kimden dinlemişse, isimleri kaydedilerek, ta bize kadar ulaşır.

— Yalan söyleme ihtimali olmayan bu zatların sözlerine inanmayacaksın; Taş Devri’ni, Demir Devri’ni anlatan tarihçilerin sözüne inanacaksın. Bu nasıl bir muhakemedir?

Eğer bir ateistle konuşursak mucizeleri böyle kabul ettirebiliriz. Eğer bir Ehl-i kitapla konuşursak ona da şöyle diyebiliriz:

— Sen Hz. İsa’nın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu nereden biliyorsun? Yani nereden biliyorsun ki o zat -hâşâ- yalancı ve hilekâr değildir?

Bu soruya karşı o şöyle der:

— Onun Allah tarafından gönderildiğini biliyorum, çünkü o zat mucizeler göstermiş. Mesela duasıyla ölüleri diriltmiş, hastaları iyileştirmiş ve daha bunlar gibi birçok mucizeler göstermiş.

Biz de onun bu sözüne karşı şöyle deriz:

— O hâlde sen tevatüre yani içinde yalan ihtimali olmayan ve kuvvetli bir cemaat tarafından nakledilen habere inanıyorsun. Zira biraz önce saydığın mucizeleri sen görmedin ve o mucizelere bizzat şahit olmadın ama bu mucizelere inanıyorsun. Demek sen tevatür kuvvetindeki haberleri kabul ediyorsun.

Öyleyse Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın peygamberliğine de inanmak zorundasın. Zira onun elinde gözüken mucizeler de bize tevatür yoluyla gelmiş. Madem tevatüre inanıyorsun, o hâlde bu haberlere de inanmak zorundasın. Yok, eğer “Ben tevatüre inanmam.” dersen, bu durumda, Hz. İsa hakkında söyleyecek hiçbir sözün olamaz. Çünkü sen onun hiçbir mucizesini gözünle görmedin ve mucizeleri esnasında Hz. İsa’nın yanında değildin.

O hâlde senin için yol ikidir:

– Ya tevatürü inkâr eder ve “Gözümle görmediğime inanmam.” dersin. Bu durumda, Hz. İsa’yı da inkâr etmen gerekir.

– Ya da tevatürü delil kabul eder ve bu kabulün neticesi olarak Hz. İsa’nın mucizelerine inandığın gibi Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın da mucizelerine inanırsın.

– Üçüncü bir yol olan, tevatürü Hz. İsa hakkında kabul etmek, Hz. Muhammed (a.s.m.) hakkında ise kabul etmemek ancak kişinin kendisiyle çelişmesidir.

İşte mucizeyi inkâr eden bir Ehl-i kitaba da böyle diyebiliriz.

Şunu da hatırlatmak istiyorum: Bizler okuma değil, mütalaa yapıyoruz. Mütalaada her cümle hatta kelimeler üzerinde durulur ve kıssadan hisseler alınır. Yine cümleler arasındaki münasebetler keşfedilir.

Üstadımızın mezkûr beyanları, metnin devamında gelecek olan “En mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.” cümlesine mukaddeme sadedinde yazılmıştır. Bir sonraki dersimizde hem metni tamamlayacak hem de işin bu vechi üzerinde duracağız. Dersi uzatmamak için burada keselim.

Bu ve önceki dersimizde metnin şu ilk üç cümlesini mütalaa ettik:

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (a.s.m.) mehasin-i ahlakın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mucizatın delaletiyle… (11. Lem’a)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin