a
Ana SayfaOn Birinci Lem'a31. Teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu…

31. Teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu…

11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir önceki dersimizde şu kısmı okumuştuk:

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (a.s.m.) mehasin-i ahlakın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mucizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola. (11. Lem’a)

Bu metnin ilk üç cümlesini önceki iki derste mütalaa etmiştik. Bu dersimize dördüncü cümleyle başlıyoruz:

Ve teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle… (11. Lem’a)

İlk önce “teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in” cümlesi üzerine konuşalım:

Üstad Hazretleri Reşhalar isimli eserinde şöyle diyor: Tebliğ ettiği dini de harika bir süratle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir.

Üstadımızın “Süratle şarkı ve garbı ihata etmiş.” cümlesinde ince bir nükte yatıyor. Bu nükte şudur:

Şöyle bir delil sunsak:

— Her asırda en az insanların beşte biri İslam dinini kabul etmiş. Bu kadar çok insanın bu dini kabul etmesi ispat eder ki bu din haktır. Bu din haksa, bu dinin mübelliği konumunda olan Hz. Muhammed (a.s.m.) da haktır.

Biz böyle deyip, İslam dinini kabul edenlerin çokluğunu Peygamberimizin hakkaniyetine delil yapsak, birisi bize şöyle diyebilir:

— O zaman bu mantıktan yola çıkarsak, Hinduizm de haktır ve bu dini kim tebliğ etmişse o da peygamberdir. Zira yeryüzünde 1 milyar Hindu yaşıyor. Eğer bir dinin müntesiplerinin çokluğu esas alınarak hüküm verilecekse, Hinduizm haktır. Hatta Budizm de haktır. Çünkü dünyada 500 milyon Budist var.

İşte onlar böyle derse, onlara cevabımız Üstadımızın “Süratle şarkı ve garbı ihata etmiş.” cümlesinde saklıdır. Bu cevap da şudur:

İslam dini bütün dünyaya süratle yayılmış, batıyı ve doğuyu ihata etmiştir. Örfleri farklı, kültürleri farklı, yaşadıkları coğrafya farklı, hayat görüşleri farklı insanlar arasında yayılmıştır. Hâlbuki Hinduizm Hindistan, Nepal ve Bangledeş’e ait bir inançtır. Aynı bölgenin insanları bu inancı taşımaktadır. O bölgede doğmuşlar ve taklidî olarak o inancı benimsemişler. Dünyanın diğer bir bölgesinde bu dine inanan kimse yoktur. Budizm için de aynı şeyler geçerlidir. Hâlbuki İslam dini bir bölgenin ve bir kültürün dini değildir. Bu sebeple de İslam dinine inanan insanların çokluğu bu dinin hakkaniyetini ve bu dinin mübelliği olan zatın peygamberliğini ispat ederken; diğer inançlar bölgesel olduklarından, o inançları kabul eden insanların çokluğu, o inançların hakkaniyetini ve tebliğ edenlerin makbuliyetini ispat etmez.

İşte “Süratle şarkı ve garbı ihata etmiş.” cümlesinde böyle ince bir nükte vardır.

Bu cümledeki “süratle” kelimesi de çok önemlidir. Çünkü İslam dininin yayılması çok hızlı olmuştur. Bunu şununla kıyas edin ki:

Bizler Müslüman bir toplumda yaşıyoruz. Buna rağmen bazen bir yerde medrese açıyoruz da o kadar çalışmakla birlikte, 10 senede 50 kişiyi medreseye sokamıyoruz. Hâlbuki Peygamberimiz (a.s.m.)’ın Veda hutbesinde 120.000 sahabe vardı. Bu da sahabelerin kaçta kaçıdır Allah bilir.

Sadece Arabistan Yarımadası 3 milyon kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahiptir. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın hayatında bütün Arabistan Yarımadası fethedilmiş ve insanlar İslam dinine girmişti.

İslam dininin bu kadar süratle yayılıp, şarkı ve garbı ihata etmesi; insanlar en basit âdetlerini bile değiştiremezken, dinlerini değiştirip Müslüman olması ve her asırda insanların beşte birinin bu dini kabul etmesi ispat eder ki İslam dini haktır ve bu dinin tebliğ edicisi konumunda olan zat da Allah’ın peygamberidir.

“Âlem-i İslamiyet’in” Peygamberimizin risaletine dair daha başka şehadetleri de var. Bu makamda bu kadar yeter diyor ve diğer kapıları açmıyoruz.

Cümlenin diğer unsuru olan, “kemalâtının şehadetiyle” kısmının manası açık olduğundan izahına girişmiyor, tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.

Metindeki beşinci cümle şu:

Ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikinin tasdikiyle… (11. Lem’a)

Kur’an bütün hakikatleriyle ve bütün i’caz yönleriyle Efendimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetini ispat eder.

— Peki, nasıl ispat eder?

İspatının vechi şudur:

Nasıl ki ateş dumanın varlığına, duman da ateşin varlığına delildir. Yani ateş varsa duman da olacaktır. Ve duman varsa muhakkak ateş de vardır. Dolayısıyla ateşin varlığı ispat edildiğinde dumanın varlığı da ispat edilmiş olur. Ya da tam tersi, dumanın varlığı ispat edildiğinde ateşin varlığı da ispat edilmiş olur. Zira ateş dumansız, duman da ateşsiz olamaz.

Mesela bir tepenin arkasından semaya doğru yükselen bir duman görsek, “Bu tepenin arkasında bir ateş var.” deriz. Bize, “Ateşi görmedin ki neyle varlığına hükmettin?” denilse, deriz ki:

— Duman ancak bir ateşten çıkabilir. Ateş olmaksızın dumanın varlığı asla mümkün değildir. Madem gözümüzle görüyoruz bir duman var, o hâlde elbette ateş de olacaktır.

Aynen bunun gibi, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın peygamberliğini ispat eden bütün deliller aynı zamanda Kur’an’ın da Allah’ın kitabı olduğunu ispat eder. Şöyle ki:

– Madem bu zat Allah’ın peygamberidir, o hâlde yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez.

– Ve madem yalana tenezzül etmez, elbette Allah’a iftira etmez ve buna cüret edemez.

– Ve madem Allah’a iftira etmez, o hâlde “Allah’ın kelamıdır.” dediği ferman elbette Allah’ın kelamı olacaktır.

Dolayısıyla Efendimiz (a.s.m.)’ın risaletini ispat eden bütün deliller aynı zamanda Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu da ispat eder.

Aynen bunun gibi, Kur’an da bütün mucizeleriyle ve Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden bütün delilleriyle, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın peygamberliğini ispat eder. Zira Allah’ın kitabını ancak Allah’ın peygamberi tebliğ eder. Kur’an Allah’ın kelamıysa, bu kitabı tebliğ eden zat da Allah’ın peygamberi olmalıdır. Başka bir şey olamaz.

O hâlde şöyle bir söz söylesek:

— Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah’ın peygamberidir. Zira Kur’an kırk cihetten mucizedir.

Böyle deyip Kur’an’ı Peygamberimizin risaletine delil yapsak, bu son derece doğrudur. Zira madem Kur’an kırk vechin tasdikiyle Allah’ın kelamıdır. Elbette onu tebliğ eden zat da Allah’ın resulü olmalıdır. Zira Allah’ın kitabının O’nun resulünden başkasına inmesi mümkün değildir. Kur’an Allah’ın kitabı iken, onu tebliğ eden zatın Allah’ın resulü olmaması imkân haricidir.

Üstad Hazretleri mütalaasını yaptığımız beş cümleyi şu neticeye bağlıyor:

En mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. (11. Lem’a)

Üstad Hazretlerinin tarz-ı beyanını ve usulünü gördünüz mü?

En başta direk “En mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.” demiyor. Önce kalpleri hakikate alıştırıyor, letaifi hazır ediyor, akla gelebilecek vesveseleri delillerle temizliyor ve en sonunda hakikati beyan ediyor.

Eğer en başta “En mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.” deseydi, şöyle bir sual akla gelebilirdi:

— Biz onun en kâmil insan ve en mükemmel mürşid olduğunu nereden bileceğiz?

İşte Üstad Hazretleri, bu soru akla gelmesin ve kalbe düşmesin diye beş delille tahkimat yaptı ve hakikatin etrafını surlarla çevirdi. Ta vesvese hakikate ilişmesin ve şüpheler hakikati örtmesin!..

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. (11. Lem’a)

(Semere-i ittibaıyla: Ona tabi olmanın meyvesiyle / Meratib-i kemalât: Kemalât ve fazilet mertebeleri / Saadet-i dâreyn: İki dünya saadeti)

Ehl-i kemal“in birinci safı asfiyadan ve ulemadan oluşmaktadır. İkinci safı evliya ve ehl-i şuhud oluşturur. Sonraki saflarda ise kemaline göre ehl-i iman yer alır.

Bunların hepsi Peygamberimiz (a.s.m.)’a tabi olmakla o kemale ulaşmış ve meratib-i kemalâtta terakki etmiştir. Bununla da saadet-i dâreyne vasıl olmuşlar; hem dünya hem de ahiret saadetine mazhar olmuşlardır.

Bu dahi Peygamberimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetine başka bir delildir. Bu delili şöyle mütalaa edelim:

— Bir ağacın hayattar olup olmadığına ne ile hükmedersiniz?

Mesela iki kişi bir ağacın hayatı hususunda tartışsa; birisi, “Bu ağacın hayatı vardır.” derken, diğeri, “Bu ağaç ölüdür.” dese, hangisinin haklı olduğuna nasıl karar verirsiniz?

Hemen ağacın dallarına bakarsınız. Dallarında yaprak, çiçek ya da meyve varsa, ağacın hayat sahibi olduğuna hükmedersiniz. Bu durumda kökü incelemeye hiç gerek yoktur. Çünkü daldaki bu hayat kökten gelir. Ölü bir ağacın dallarında meyve ve çiçek olmaz.

O hâlde şimdi dikkatle dinleyiniz: Hz. Muhammed (a.s.m.) -temsilde hata olmasın- nurani bir ağaçtır. Bizler bu nurani ağaç hakkında tartışıyoruz. Biz bu ağacın hayat sahibi olduğunu iddia ederken, bazıları ölü olduğunu iddia ediyor. Hangimizin doğru olduğunu bulmanın bir yolu da bu nurani ağacın dallarına bakmaktır. Eğer dallarında meyveler ve çiçekler varsa, bu, ağacın hayat sahibi olduğuna delildir.

İşte bakın, bu nurani ağacın bir dalında, bu zatın terbiye ve talimiyle hakka ulaşan, keşif ve keramet sahibi olan milyonlarca evliya var. Abdulkadir-i Geylânî, Şah-ı Nakşibendî, Mevlana Hâlid-i Bağdadî gibi, her biri asırlarını aydınlatmış milyonlarca evliya bu ağacın dalında asılı duruyor. Bu zatların tamamı, sahip oldukları kemal ve makama, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın dersiyle ve talimiyle ulaşmıştır. Bu daldaki bütün meyveler; kemalleriyle, keşifleriyle, kerametleriyle, Üstatları olan bu zatın hakkaniyetine şehadet ederler.

Şimdi de bu nurani ağacın ikinci dalına bakalım: Bu dalda da İmam-ı Azam, İmam Şafiî, İmam Gazzâlî, İmam-ı Rabbânî gibi, âlim ve asfiya denilen yüz binlerce meyve var. Bu allâmeler bütün derslerini bu zattan almış; ilim ve fikirlerindeki kuvvetle asırlarının yıldızları olmuştur. Hatta nurları sadece asırlarını değil, kendilerinden sonraki asırları da aydınlatmış; insanlar onların nurlarıyla yollarını bulmuştur.

Bu konuda söylenecek daha çok söz var. Ancak dersi uzatmamak için bu kadarla iktifa ediyor ve dersimizi burada noktalıyoruz. Cümlenin “Saadet-i dâreyne vasıl olmuşlardır.” kısmını da sizler tefekkür edersiniz.

Bu ve önceki iki dersimizde şu kısmı mütalaa ettik:

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (a.s.m.) mehasin-i ahlakın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mucizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslamiyet’in ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. (11. Lem’a)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin