22. Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır…
11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir önceki dersimizde özetle şunu mütalaa etmiştik:
Fıtrat-ı insaniyede cemale, kemale ve ihsana karşı hadsiz bir muhabbet var. Bu cemal, kemal ve ihsanın derecatına göre, o muhabbet tezayüd ediyor ve aşkın en münteha derecesine kadar gidiyor. Yine bu muhabbet duygusu kâinatı yutsa doymuyor; kendinden bir şey eksilmiyor.
Bu makamda şu soruyu sormuştuk:
— Madem fıtrat-ı insaniyede böyle bir muhabbet var; cemale, kemale ve ihsana karşı bir aşk besliyor. O hâlde bu fıtratta yaratılan insan kimi sevmeli ve kimi sevebilir?
Bu dersimizde bu sorunun cevabını bulacağız. Üstadımız şöyle diyor:
Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bilyakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zîşuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor. (11. Lem’a)
(İstidad-ı muhabbet: Muhabbet kabiliyeti / Âsâr: Eserler / Bilbedahe: Apaçık bir şekilde / Bilyakîn: Kesin kanaat ile / Bilmüşahede: Görmek suretiyle)
Bu uzun metni parçalayarak mütalaa edelim:
Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır: Bu cümlenin mütalaasını önceki dersimizde yapmıştık. Dileyenler o dersi tekrar okuyabilirler.
Ve madem bu kâinatın hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi: Şu âlemdeki bütün güzellikler, Cenab-ı Hakk’ın cemalinin milyonlar perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir. Bu manayı Üstad Hazretleri Dördüncü Şua’da şöyle beyan ediyor:
— Nurun gelmesi elbette nuranîden… ve vücud vermesi herhâlde mevcuttan… ve ihsan ise gınâdan… ve sehavet ise servetten… ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden… ve güzelleştirmek güzelden… ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla, aynadarlık dilleriyle o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Cenab-ı Hakk’ın Cemîl-i Mutlak olduğuna dair Risalelerde çok beyanlar var. Bu beyanları okumayı sizlere havale edip biz maksudumuzda temerküz edelim:
– Madem fıtrat-ı insaniyede cemale karşı hadsiz bir muhabbet var.
– Ve madem şu göz önündeki güzellik eşyanın zatî malı değildir. Belki bir Cemîl-i Mutlak’ın cemalinin bir aksidir.
– Öyleyse cemale karşı olan muhabbeti şu fâni mahlukattan kesip, Cemil ve Mücemmil olan Allahu Teâlâ’ya yönlendirmeliyiz. Bu, kalb-i insanîdeki cemale karşı olan fıtrî muhabbetin zaruri bir iktizasıdır.
“Cemal-i mukaddes” ifadesi üzerinde de biraz duralım:
Bizler Cenab-ı Hakk’ın cemil olduğunu biliriz, ancak bu cemalin mahiyetini bilemeyiz. Zatının nihayetsiz güzel olduğunu biliriz, ancak bu güzelliğin künhünü idrak edemeyiz. Allah’ın güzelliğini -hâşâ- mahlukatın güzelliğine benzetemeyiz. Allah’ın cemali, zatına layık bir cemaldir.
İşte bu manayı, “cemal-i mukaddes” ifadesiyle beyan ediyoruz. Yani Allah’ın cemali, bizim bildiğimiz bütün güzelliklerden mukaddestir ve âlâdır. Biz bu cemalin varlığına iman eder; hakikatini ilm-i İlahiyeye havale ederiz.
Bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi: Şu âlemde görünen bütün kemal, Allahu Teâlâ’nın kemalinden gelmektedir. “Allah’ın kemali” dendiğinde, Allah’ın nihayetsiz kudreti, muhit ilmi, mutlak iradesi, sonsuz hikmeti, kayıtsız işitmesi ve görmesi gibi, Allah’ın kemal sıfatlarını anlamalıyız. Şu eşyada gözüken nukuş-u sanat, Allah’ın kemal-i kudsîsini ve bütün kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ispat eder.
Bakın, Üstadımız yine “kemal-i kudsî” dedi. Yani biz Allah’ın sonsuz ilim sahibi olduğuna, nihayetsiz kudreti olduğuna, kayıtsız iradesi bulunduğuna ve diğer kemal sıfatlarına iman ederiz. Ancak bunların künhünü bilmeyiz. Allah’ın bu sıfatları, varlıkların sıfatlarına benzemez. İşte bu benzememeyi “kemal-i kudsî” diyerek beyan ediyoruz.
Eşyadaki sanatın, Allah’ın kemaline olan işaretini Üstadımız Mesnevi-i Nuriye’de şöyle izah ediyor:
— Kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahedeyle, ef’alin mükemmeliyetine… ef’alin kemali de failin kemal-i esmasına… esmanın kemali sıfatın kemaline… sıfatın kemali şuunat-ı zatiyenin kemaline… şuunatın kemali Zat-ı Zülcelal’in kemaline delalet eder. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)
Cenab-ı Hakk’ın kâmil-i mutlak olduğuna dair Risalelerde çok beyanlar var. Bu beyanları okumayı sizlere havale edip biz maksudumuzda temerküz edelim:
– Madem fıtrat-ı insanîyede kemale karşı bir muhabbet ve kemal sahibine karşı perestiş etmek var.
– Ve madem şu göz önündeki kemal eşyanın zatî malı değildir. Belki bir Kâmil-i Mutlak’ın kemalinin zayıf bir aksi, binler perdelerden geçmiş gölgeleridir.
– Öyleyse fıtratımızdaki kemale ve kemal sahibine karşı olan muhabbeti, Kâmil ve Mükemmil olan Allahu Teâlâ’ya yönlendirmeliyiz. Bu, kalb-i insanîdeki kemale karşı olan fıtri muhabbetin fıtrî bir neticesidir.
Ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bilyakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır: Bu ihsanatı uzun uzadıya anlatmaya herhâlde gerek yoktur. Kim gözünü açsa ve şu âleme baksa, hakka’l-yakîn bu hakikati görür. Hatta kendi nefsine nazar etse, kendine verilen latife ve cihazlara baksa, bu hakikati bi’l-yakîn (kesin bir kanaat ile) hatta bi’l-müşahade (gözüyle görerek) kabul ve tasdik eder.
– Madem fıtrat-ı insanîyede ihsana karşı sevmek ve ihsan sahibine karşı bir muhabbet var. Hatta bu sebeple,”bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” denilmiş.
– Ve madem şu göz önündeki bütün ihsanatın hakiki sahibi Allahu Teâlâ’dır.
– Öyleyse fıtratımızdaki ihsana karşı muhabbet duygusunu, Mün’im, Kerim ve Rahman olan Allahu Teâlâ’ya yönlendirmeliyiz. Bütün ihsanatı O’ndan bilmeli ve O’nu sevmeliyiz.
Elbette zîşuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor: Yukarıda mütalaa ettiğimiz hakikati Üstadımız burada tekrar beyan etti. Özetlersek:
– Madem insanın cemale, kemale ve ihsana karşı bir muhabbeti var.
– Ve madem şu göz önündeki cemalin, kemalin ve ihsanın hakiki sahibi Allahu Teâlâ’dır.
– Ve madem insan zîşuurun en câmii, en muhtacı, en mütefekkiri ve en müştakıdır.
– O hâlde kendisine verilen muhabbet duygusunu Allah’ı sevmekte kullanmalıdır. İnsana verilen hadsiz muhabbet, muhabbetullahı iktiza ediyor.
Üstadımız bu derste bize muhabbetullaha ulaşmanın yolunu öğretti. Tabii yolu bilmek başka, yolda yürümek başka. Yolu mütalaa etmek başka, maksuda ulaşmak başka. Yolu seyretmek başka, adım atıp matluba vasıl olmak başka…
Kardeşlerim, şu sözlerime dikkat edin:
İnsan okuya okuya ancak okumasını geliştirir. Mütalaa ede ede ancak anlamasını geliştirir. Bunlar insanın ne amelini geliştirir ne de yaralarını tedavi edebilir. Ameli geliştirmek için amele çalışmalı, manevi yaralarımızı tedavi etmek için merhemleri yaramıza sürmeliyiz.
Birçok Risale-i Nur okuyucuları bu sırrı bilmediklerinden, okuyorlar okuyorlar amma velakin bir türlü olmuyorlar, pişmiyorlar; hâlâ -benim gibi- hamlar…
Hamlıktan kurtulmanın yolu, okuduklarımızı amele dökmek ve her hakikati bir merhem bilip yaramıza sürmektir. Her neyse, bu hamur çok su götürür diyelim ve bu bahsi burada keselim.
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bilyakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zîşuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor. (11. Lem’a)
Yazar: Sinan Yılmaz