a
Ana SayfaOn Birinci Lem'a24. Malumdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi…

24. Malumdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi…

11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Malumdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. (11. Lem’a)

(Mütelezziz: Lezzet duyan)

Belki de bu sırdan dolayı Kur’an bize şöyle dua etmeyi öğretiyor:

رَبِّ اَوْزِعْنِي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ 

“Ya Rabbi! Bana ve ana babama verdiğin nimetine karşı şükürde bulunmamı bana ilham et.” (Ahkaf 15)

Bakın, sadece Allah’ın bize verdiği nimetlere karşı değil, ana-babamıza verdiği nimetlere karşı da şükretmemiz isteniyor. Üstadımızın beyanıyla anlıyoruz ki:

İnsanın ana-babasına verilen nimet, kendisine verilen nimet gibidir. Zira insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. İnsanın en çok alâkadar olduğu zatlar ve en yakını ana-babası olduğu için ayet-i kerimede ana-babaya dikkat çekilmiş. Bu hükme ana-babayla birlikte, alâkadar olunan bütün zatlar dâhildir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever. (11. Lem’a)

Üstteki cümlede işin nimet verme cihetine baktık. Bu cümlede ise işin yardım etme ve beladan kurtarma cihetine bakıyoruz. Biz, bizi beladan kurtaranı sevdiğimiz gibi, sevdiklerimizi beladan kurtaranı da severiz. Ha bizi kurtarmış; ha ana-babamızı, eşimizi, evladımızı ve bir sevdiğimizi kurtarmış; bizim için birdir.

Üstadımız burada, Allah’ı sevmemizi iktiza eden bir durumu daha beyan ediyor. Bu durumun girişi sadedinde dedi ki:

— Malumdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

Üstadımız, fıtrat-ı insanîyedeki bu hâleti, Allah’ı sevmemiz gerektiğine şu şekilde bağlıyor:

İşte bu hâlet-i ruhiyeye binaen insan, eğer her insana ait enva-ı ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki… (11. Lem’a)

(Enva-ı ihsanat-ı İlahiye: İlahî ihsan çeşitleri)

Allahu Teâlâ’nın her bir insana hadsiz ihsanatı vardır. Kur’an’ın ifadesiyle, bu nimetleri saysak bitiremeyiz. (Nahl 18)

Bütün bu nimetleri bir kenara koyup, sadece Allah’ın fıtratımıza koyduğu hâlet-i ruhiyeye binaen -yani dostlarımızın saadetiyle mütelezziz olup, onlara yardım edeni sevmek hâlet-i ruhiyesiyle- şunu düşünsek:

Benim hâlıkım, beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp, bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp baki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zahirî ve bâtıni hâsseleri, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum. (11. Lem’a)

(Hâlık: yaratıcı / Zulümat-ı ebediye: Ebedî karanlıklar / Adem: Yokluk / Enva-ı lezaiz: Lezzetin çeşitleri / Mehasin: Güzellikler / Cevelan: Dolaşma / Hâsse: Hisler / Akarib: Akrabalar / Ebna-yı cins: Kendi cinsinden olanlar, insanlar)

Böyle uzun cümleleri anlamanın ve mütalaa yapmanın en güzel yolu cümleyi parçalamak ve parçalar üzerinde tefekkür etmektir. Parçaların tefekkürü bittikten sonra da gözü metinden ayırıp, genel manayı tefekkürle hakikati ruha ve kalbe işletmek yani mananın boyasıyla boyanmaktır. Biz de bu usulle mezkûr metni mütalaa edelim:

Benim hâlıkım, beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp…  

Bu -Üstadımızın bu makamda ihtar ettiği- Allah’ın bizlere karşı olan birinci nimetidir. O Allah ki bizleri yokluk karanlıklarından kurtarıp varlık âlemine çıkarmış ve bizlere vücut vermiştir. Hem bizi bir nebat veya hayvan yapabilecek iken insan yapmıştır.

Bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi…

Bu da Allah’ın -bu makamda zikredilen- ikinci nimetidir. O Allah ki bu dünya içinde bana hususi bir dünyayı ihsan etmiştir. Güneş’i dünyamın lambası ve sobası, Ay’ı kandili ve yıldızları mumları yapmıştır. Sema, dünya evimin çatısı; yeryüzü ise evimin zeminidir. Bu evde beni nazenin bir bebek gibi beslemiş ve bütün eşyayı bana musahhar etmiş.

Ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp baki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan…

Bu da -bu makamda zikredilen- Allah’ın üzerimizdeki üçüncü nimetidir. O Allah ki ölümle bizi yok etmemiş, ademe mahkûm etmemiş, kabrin karanlığında bırakmamış; bizim için ebedî ve şaşaalı bir âlemi halk ve ihzar etmiş. Hem öyle bir âlem ki ondaki nimetleri ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalb-i beşere hutur etmiş.

Ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zahirî ve bâtıni hâsseleri, duyguları bana in’am ettiği gibi…

Bu da -bu makamda zikredilen- Allah’ın üzerimizdeki dördüncü nimetidir. O Allah ki bizim için âlem-i ahireti yarattığı gibi, o âlemden istifade edebilmemiz için bizleri zahirî ve bâtıni hâsselerle teçhiz etmiş, had ve hesaba gelmeyen duyguları bize in’am etmiş.

Çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum.

Bu da -bu makamda zikredilen- Allah’ın üzerimizdeki beşinci nimetidir. O Allah ki saydığımız nimetleri sadece bize vermemiş; bütün akrabamıza, dostlarımıza, bahusus bütün ehl-i imana vermiş. Madem biz alâkadar olduğumuz insanların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyoruz; o hâlde bu nimetler bize verilmiş gibidir. Bu durumda, biz sadece kendimize verilen nimetlere değil, alâkadar olduğumuz zatlara verilen nimetlere dahi şükretmeliyiz. Ve sadece kendimize verilen nimetlerden dolayı değil, onlara verilen nimetlerden dolayı da Allah’ı sevmeliyiz.

Gördünüz mü metni parçalayınca ihatası ve mütalaası ne kadar kolay oldu!

Kardeşlerim, bu fakir kardeşiniz, okuma usulü üzerinde çok duruyor ve Risalelerden istifadeyi doğru usulle okuma şartına bağlıyor. Madem mütalaa bizi buraya getirdi, o hâlde bu makamda bir okuma usulü dersi yapalım:

Risaleleri okumak -bu fakire göre- üç basamaklı bir işlemdir. Risale-i Nur talebeleri genelde birinci ve ikinci basamağa uğrayıp üçüncü basamağa hiç adım atmıyorlar. Hatta ekserisi bu üçüncü basamağın varlığından dahi haberdar değil. Bu basamaklar şunlardır:

1. Okuma: Bu basamakta metin yavaş yavaş okunup anlaşılmaya çalışılır.

2. Mütalaa: Bu basamakta, okunan metin üzerinde tefekkür ve tahliller yapılır; bununla da metin iyice anlaşılmaya çalışılır. Bizim yaptığımız gibi…

3. Ameliyat-ı cerrahiye: Bu basamak en önemli basamaktır. Bu basamakta, okunan metin üzerinde enfüsi tefekkür yapılır. Bu basamak, yaraya merhem sürme ve hakikati ruha, kalbe, akla ve letaife işletme basamağıdır. Bu basamak, mananın boyasıyla boyanma basamağıdır.

Bu basamakta kişi şöyle yapar: Mütalaa ettiği metne kendini muhatap eder. Başını öne eğer, boynunu büker, nefsini karşısına alarak onunla konuşur. “Risalede okuduğu hakikat nerede, kendisi nerede?” bunu bulmaya çalışır. Yoksa “Risaleler bir vadide, kendisi başka bir vadide mi?” bunu keşfe çalışır.

Belki de diyorsunuz ki: Bu garip de ne der? Neyden bahseder? Kendisi divane midir yoksa bizi mi divane edecek? Ben bunun dediklerini hiç başka ağabeylerden duymadım…

Bu divane de cevaben der ki: Ben herkesle konuşmuyorum, sadece beni dinleyenle konuşuyorum. Bu sebeple, sözlerimi herkes üstüne almasın. Sözüm sadece beni dinleyenedir, başkasına değil…

Beni dinleyene şimdi derim ki: Dilerseniz, size bir örnek olsun diye bu üçüncü basamağı -yani ameliyat-ı cerrahiye kısmını- ben nefsimde yapayım. Boynumu büküp, nefsimi karşıma alıp onunla konuşayım. Konuşmamı da âdetime muhalif olarak sesli yapayım. Siz de bize arkadaş olun, kulak verin:

Ey nefsim! Şimdi sana soruyorum:

— Sana verilen bu muhabbet duygusu niçin verilmiştir? Sen kimi sevmekle mükellefsin? Ve kim sevilmeye en layık olandır?

Ne oldu nefsim, sustun kaldın…

O zaman şöyle sorayım:

— Seni ademden kim kurtardı? Yokluk zulümatından varlık âlemine kim çıkardı?

— Kim şu dünyayı sana bir misafirhane yaptı? Ve hususi bir dünyayı bu dünya içinde sana ihsan etti?

— Ölümün geldiği zaman seni ademden ve mahvdan kim kurtaracak?

— Kim baki bir âlemi senin için yarattı ve o âlemden istifade edebilmen için seni zahirî ve bâtıni duygularla teçhiz etti?

— Sözün özü ey nefsim, sahip olduğun nimetleri sana kim verdi ve sahip olmayı umduğun nimetleri sana kim verecek?

— Ve sadece sana değil, saadetleriyle mesud ve mütelezziz olduğun insanlara, sahip oldukları nimetleri kim verdi ve onlara verilmesini istediğin nimetleri kim verecek?

Ey nefsim! “Allah”tan başka bir cevabın var mıdır? Vallahi yoktur. Zira sen de bilirsin ki Allah’tan gayrı bütün sebepler bir araya toplansa bir sineği bile icad edemezler. Nerede kaldı sana iyilik edip, senin için âlem-i ahireti yaratacaklar!..

Ey nefsim! Madem hakikat budur; öyleyse sana düşen, Allah’ı sevmek ve sevdiğini sadece Allah için sevmektir. O’nun sevgisinden maada bütün sevgiler malayanidir. Ne kıymetleri vardır ne de muhabbete layıktırlar.

Öyle ise ey nefsim! Gel aklını başına al, tövbe et, nedamet et!..

Ya Rabbi! Tövbe ettim, nedamet ettim. Anladım ki senden başka muhabbete layık yoktur; aşka ancak sen layıksın. Ve ancak senin hesabına mahlukatın sevilir.

Ya Rabbi! Madem nefsim bu hakikati anladı, o hâlde sen de nefsime aşk-ı hakikiyi ver. Yunuslar gibi, Mevlanalar gibi, Molla Camiler gibi seni sevmeyi nasip eyle. Gönlümden, senin sevginden başka olan bütün sevgileri çıkar…

Bu ameliyat-ı cerrahiye daha çok uzun sürer. Sizleri sıkmamak için bu kadarını sizinle paylaşıp gerisini kendime bırakıyorum.

Mütalaasını yaptığımız kısmı bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:

Malumdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

İşte bu hâlet-i ruhiyeye binaen insan, eğer her insana ait enva-ı ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki benim hâlıkım, beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp, bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp baki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zahirî ve bâtıni hâsseleri, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum. (11. Lem’a)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin