25. Herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı…
11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Madem اَلْاِنْسَانُ عَبِيدُ الْاِحْسَانِ sırrıyla, herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı -kâinat kadar bir kalbim olsa- o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. (11. Lem’a)
(Arapça ibare: İnsan ihsanın kuludur / Perestiş: Pek çok sevmek)
İnsan, kendisine ihsan edeni sever. İhsanı ne kadar çoksa o derece sever. Bir elma vereni sever; elma bahçesini hibe edeni bir başka sever. Kendisine bir salkım üzüm vereni sever; üzüm bağını vereni bir başka sever. Ve hakeza…
– Madem fıtrat-ı insaniyede ihsana karşı bir muhabbet ve ihsan sahibine karşı bir perestiş var.
– Ve madem ihsanın hakiki sahibi Allahu Teâlâ’dır ve şu göz önündeki bütün nimetler O’nundur.
– Ve madem ahirette dahi ebedî bir şekilde bizlere -inşallah- ihsan ve in’am edecektir.
– O hâlde böyle hadsiz ihsanata karşı hadsiz bir muhabbete ve aşka layıktır.
Eğer kalbimiz kâinat kadar büyük olsaydı ve biz de bu kalbi Allah’a karşı muhabbetle doldursaydık, yine de Allah’ı hakkıyla sevmiş olmazdık. Allahu Teâlâ, bu sevgiden milyon derece fazla sevgiye elhak layıktır.
Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Seni hakkıyla sevemedik; bizi affet…
— Peki, Allah’ı hakkıyla sevemesek de yapacak bir şeyimiz yok mudur? Ne yapsak da Allah bizi affetse?
Üstadımız bu soruya şöyle cevap veriyor:
Ben bi’l-fiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidat, bi’l-iman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak, bi’l-iltizam, bi’l-irade suretinde ediyorum, diyecek ve hakeza… (11. Lem’a)
Evet, Allah’ı bi’l-fiil böyle sevemiyoruz. Bi’l-fiil sevmeyi şöyle anlayabiliriz:
Ben kızıma -kızım daha küçükken- hep derdim ki:
— Kızım en çok Allah’ı sev; sonra başkalarını sev. Allah’tan daha fazla kimseyi sevme…
Kızıma bir gün sordum:
— Kızım sen en çok kimi seviyorsun?
Kızım dedi ki:
— En çok Allah’ı seviyorum.
Yine sordum:
— Peki, sonra en çok kimi seviyorsun?
Kızım cevap verdi:
— Sonra en çok seni seviyorum baba.
Kızım sonra biraz duraksadı ve bana şöyle dedi:
— Baba, ben en çok Allah’ı seviyorum ama Allah’ı sevdiğimi hissedemiyorum. Seni ise çok sevdiğimi hissediyorum…
Ben de gülerek şöyle dedim:
— Kızım baban da senin gibi. Sözde en çok Allah’ı seviyor ama bir türlü hissedemiyor…
İşte Allah’ı bi’l-fiil sevmek bu; sevdiğini hissetmek ve gerçekten o sevgide fani olmak!..
Maalesef bizim bu sevgiden nasibimiz ya yok ya da çok az. Eşimizi, evladımızı, malımızı, ticaretimizi sevdiğimiz kadar Allah’ı bi’l-fiil sevemiyoruz. Lafta seviyoruz, lakin hakikatte sevemiyoruz. Eğer mümkün olsa da kalbimizi yarıp baksalar, Allah sevgisi o kalpte ancak küçücük bir yer kaplamıştır. Hatta evimizin ve arabamızın sevgisi bile belki daha büyük bir yer tutmuştur.
Üstadımız bu makamda dedi ki: Madem bi’l-fiil sevemiyorsun, bi’l-istidat sev.
Bi’l-istidat şudur: İnsan, Allahu Teâlâ’ya muhabbet üzerine yaratılmıştır. Üstadımız bunu önceki derslerde şöyle ifade etmişti:
— Beşer, fıtraten şu kâinatın hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider.
— Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.
İşte bi’l-istidat Allah’ı sevmek, bu muhabbeti taşımak demektir. Her ne kadar fiile dökemesek de bu muhabbetin istidat suretinde bizde bulunması demektir. Demek, biz bi’l-fiil Allah’ı sevemesek de bi’l-istidat Allah’ı seviyoruz. Yani bu muhabbetin fıtratımızda olması cihetiyle bu sevgiye mazharız.
Bi’l-iman suretinde muhabbet etmek de şudur: İman Allah’ı sevmenin, küfür de Allah’a adavetin bir neticesidir. Mümin Allah’ı sever ve sevdiği için O’na iman eder. O hâlde biz imanımızın şehadetiyle Allah’ı seviyoruz. Hakkıyla sevemesek de kalbimiz o muhabbetten hâlî değildir; çünkü imanımız var.
Bi’n-niyyet suretinde muhabbet etmek de şudur: Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Çok şeyler vardır ki kişi onunla amel etmek ister ancak gücü amel etmeye yetmez. İşte bu durumda şöyle der:
— Ya Rabbi! Eğer gücüm yetseydi senin için bu ameli işlerdim. Lakin âcizim, zayıfım; gücüm yetmiyor. Ya Rabbi, her ne kadar bu ameli işlemeye gücüm yetmese de ben buna niyet etmişim. Sen benim niyetimi, bu ameli işlemişim gibi kabul et.
Muhabbette durum aynıdır. Mümin şöyle demelidir:
— Ya Rabbi! Seni seven bütün kullarının sevgisini toplasam ve bütün bu sevgileri kalbime koyup seni böyle sevsem, yine de seni hakkıyla sevmiş olmam. Ya Rabbi, seni canımdan, malımdan, iyalimden ve her şeyimden daha fazla sevmeye niyet ediyorum. Sen benim amele dökemediğim bu niyetimi kabul eyle ve beni seni seven kullar zümresine dâhil eyle.
Metinde geçen diğer kavramların manası şöyle:
Bi’l-kabul: Kabul ile
Bi’t-takdir: Takdir ederek
Bi’l-iştiyak: İştiyakla, arzu ederek
Bi’l-iltizam: Taraftar olmakla
Bi’l-irade: İradeyle, istemekle
Mezkûr kavramların manası açık olduğundan izahına gerek duymuyor, tefekkürünü sizlere havale ediyorum.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise icmalen işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. (11. Lem’a)
Üstadımız bu makamda, ihsana karşı olan muhabbeti beyan etti. Bizden de cemale ve kemale karşı olan muhabbeti buna kıyas etmemizi istedi. Bizler cemal ve kemale karşı olan muhabbeti önceki derslerde mütalaa etmiştik. Bu sebeple, burada tekrar bu bahsin mütalaasını yapmıyoruz. Dileyenler önceki dersleri okuyabilirler.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Kâfir ise küfür cihetiyle hadsiz bir adavet eder. Hatta kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkârane bir adavet taşıyor. (11. Lem’a)
(Adavet: Düşmanlık)
Kâfir, Allah’a düşmandır ve küfrün mayasında bu düşmanlık vardır. İman bir ağaçtır ki ondan muhabbetullah meyvesi çıkar. Küfür ise başka bir ağaçtır ki ondan Allah’a adavet meyvesi çıkar.
Kâfir Allah’ı inkâr etse de zımni bir adavete sahiptir. Bu adaveti kâfirlerin çekmiş olduğu filmlerde görmeniz mümkündür. Subliminal mesaj olarak şu gibi sözleri çok duymuşsunuzdur:
— Allah yoktur. Ama eğer varsa bu kadar zulme müsaade ettiği için…
— Allah’a inanmıyorum. Eğer Allah varsa evladımı niye öldürdü?
— Bir yaratıcıya inanmıyorum. Ama varsa onsuz daha iyiyim…
Yazmaktan hayâ ettiğimiz ve devamını yazamadığımız bu tip sözleri kâfirlerin ağzından çok duymuşsunuzdur. İşte bu sözler onların Allah’a karşı düşmanlıklarının bir tezahürüdür. Hatta kâfirlerin müminlere bu kadar düşmanlığı ve Hindistan gibi ülkelerde birçok Müslümanı öldürmelerinin sebebi hep budur: Allah’a düşmanlık…
Yine Üstadımız dedi ki: Hatta kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkârane bir adavet taşıyor.
Kâfirin mevcudatı tahkir etmesi şudur: Mevcudat Cenab-ı Hakk’a intisap ile kıymet kazanır. Bu intisap sayesinde her bir mevcut esmâ-i hüsnanın bir kasidesi, sıfat-ı ulyânın bir aynası ve ef’al-i İlahiyenin bir mazharı olur. Küfür ise bu intisabı keser ve eşyayı tabiata ve tesadüfe havale eder. Bununla da eşya kıymetini kaybeder.
Bu mesele 23. Söz’ün 1. Mebhasının 1. Noktasında şöyle geçiyor:
— İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, cennete layık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kateder. O kattan, sanat-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir. Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz…
(Nur-u iman: İman nuru / Âlâ-yı illiyyîn: En yüksek mertebe / Zulmet-i küfür: Küfrün karanlığı / Esfel-i sâfilîn: En aşağı derece / Sâni-i Zülcelâl: Celal sahibi sanatkâr (Allah) / Nisbet etme: Bağlama / İntisap: Bağlanma / Sanat-ı İlâhiye: Allah’ın sanatı / Nukuş-u esmâ-i Rabbâniye: Allah’ın isimlerinin nakışları / Katetmek: Kesmek / Fâniye: Ölümlü, sonlu / Zâile: Yok olan)
Temsili ve metnin devamını 23. Söz’den okuyabilirsiniz.
Kâfir, mevcudatı böyle tahkir ediyor ve mahlukata karşı bir adavet taşıyor. Onların hayvanlara nasıl eziyet ettiklerini, canlı canlı uzuvlarını koparıp yediklerini, canlı canlı kaynar suda kaynattıklarını hepimiz biliyoruz. Bunlar hep bu adavetin bir tezahürüdür.
Kâmil mümin ise bir sineği dahi öldüremez; çünkü o sinek Allah’ın antika bir sanatıdır. Bir çiçeği koparamaz; çünkü o çiçek Rabbânî bir kasidedir. Bir böceğe elini uzatamaz; çünkü o böcek Allah’ın celalî, cemalî ve kemalî sıfatlarının aynası ve isimlerinin tecelligâhıdır. Yine müminin nazarında her bir varlık bir zâkir ve müsebbihtir; Rabbini zikir ve tesbih eder, bununla da bir kıymet kazanır.
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Madem اَلْاِنْسَانُ عَبِيدُ الْاِحْسَانِ sırrıyla, herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı -kâinat kadar bir kalbim olsa- o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidat, bi’l-iman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak, bi’l-iltizam, bi’l-irade suretinde ediyorum, diyecek ve hâkezâ.
Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise icmalen işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise küfür cihetiyle hadsiz bir adavet eder. Hatta kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkârane bir adavet taşıyor. (11. Lem’a)
Yazar: Sinan Yılmaz