a
Ana SayfaOn Birinci Lem'a17. Sekizinci nükte: …ayeti Resul-i Ekrem (a.s.m.)’ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini…

17. Sekizinci nükte: …ayeti Resul-i Ekrem (a.s.m.)’ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini…

11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

SEKİZİNCİ NÜKTE

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ  dan evvelki olan  لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ … اِلٰى اٰخِرِ  ayeti Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra…  (11. Lem’a)

Bu ayet-i kerime şudur:

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ  Andolsun ki size içinizden bir peygamber gelmiştir.  عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ  Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.  حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ  Size çok düşkündür.  بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ  Müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir. (Tevbe 128)

Bu ayet-i celile Peygamberimiz (a.s.m.)’ın, ümmetine karşı olan kemal-i şefkatini ve nihayet derecedeki merhametini gösterir.

Metne devam edelim:

Şu  فَاِنْ تَوَلَّوْا  ayetiyle der ki… (11. Lem’a)

Bu ayet-i kerimenin tamamı da şu şekildedir:

فَإِنْ تَوَلَّوْا  Eğer onlar yüz çevirirlerse  فَقُلْ  sen de ki  حَسْبِيَ اللَّهُ  Allah bana kâfidir.  لاَ إِلهَ إِلاَّ هُوَ  Ondan başka hiçbir ilah yoktur.  عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ  Ben O’na tevekkül ettim.  وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ  O, arş-ı azîmin rabbidir. (Tevbe 129)

Üstadımız bu ayet-i kerimenin manasını şöyle tefsir ediyor:

Şu  فَاِنْ تَوَلَّوْا  ayetiyle der ki: Ey insanlar! Ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve manevi yaralarınız için kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zatın bedihi şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re’fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz! (11. Lem’a)

(Ahkâm: Hükümler / Şefkatperver: Şefkat etmeyi seven / Bedihi: Açık / Re’fet: Acıma, merhamet)

Metin o kadar açık ki şerhe ihtiyaç yok… Bu metin üzerinde yapmamız gereken şey, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın bize karşı olan şefkat ve merhametini düşünmek, manevi yaralarımıza merhem olarak getirdiği şeriat ve sünneti üzerinde tefekkür etmek, sünnet-i seniyyeden ve şeriatın ahkâmından ne kadar uzak olduğumuzu derk etmek ve sünnetten yüz çevirmenin ne kadar vicdansızlık ve akılsızlık olduğunu nefse kabul ettirmektir. Bunu yaptıktan sonra da boyun bükerek rahmet-i İlahiyeden sünnet-i seniyyeye yaklaşmayı niyaz etmektir.

Şimdi bu manaları odak yaparak metni cümle cümle bir daha okuyalım:

Şu  فَاِنْ تَوَلَّوْا  ayetiyle der ki: Ey insanlar! Ey Müslümanlar!

Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden,

Ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden,

Ve manevi yaralarınız için kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zatın bedihi şefkatini inkâr etmek,

Ve göz ile görünen re’fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek,

Ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz!

Metne devam edelim:

Ve ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebi! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler merak etme! Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zat-ı Zülcelal sana kâfidir. Hakiki muti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir! (11. Lem’a)

(Cünud: Ordular / Taht-ı emrinde: Emri altında / Arş-ı azîm-i muhitin tahtında: Her şeyi kuşatan ve büyük olan Arş’ın altında / Saltanat-ı rububiyet: Allah’ın rabliğinin saltanatı / Muti: itaatkâr)

Önce şu iki ibareyi açalım:

Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan: وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ  “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih 7) ayetinin işaretiyle, yeryüzü bir ordugâh-ı Sübhanîdir; içindeki her bir varlık da bu ordunun bir askeridir. Bütün bu ordular ve içindeki askerler de Allah’ın taht-ı emrinde yani emri altındadır.

Arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden: Arş: Bütün varlık âlemini kuşatan ve onun ötesinde hiçbir maddi varlık olmayan mekândır. “Arş-ı azîm-i muhit” ifadesi bir sıfat tamlamasıdır. “Azîm” lafzı birinci sıfat, “muhit” lafzı ise ikinci sıfattır.

Buna göre mana şöyle olur: Azîm ve muhit olan Arş.

Ya da biraz daha sadeleştirsek: Büyük olan ve her şeyi kuşatan Arş.

İşte bu Arş-ı azîm-i muhitin tahtında -yani her şeyi kuşatan ve büyük olan bu Arş’ın altında- Allah’ın saltanat-ı rububiyeti hükmetmektedir.

Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.

Mesela bir kelebeği ele alalım:

– Kelebeğin yaratılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona hayat verilmesi; göz, kanat, ayak gibi azaların takılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona uçmanın öğretilmesi, yolunun ilham edilmesi ve yaşam şartlarına uygun terbiye edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Ona bir şekil ve suret verilmesi, vazifesinin öğretilmesi, duygularla teçhiz edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Rızıklandırılması, hâlden hâle sokulup son şeklini alması ve vakti geldiğinde öldürülmesi rububiyetin tecellisidir.

Bunlar gibi, kelebeğin üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok rububiyet tecellisi vardır.

Saltanat-ı rububiyet ise bu rububiyet tecellilerinin bütün kâinatı ihata etmesi ve her varlık üzerinde gözükmesidir.

Bu saltanat-ı rububiyet en haşmetli bir şekilde Arş’ta tecelli etmektedir. O Arş ki azim ve muhittir. Yani hadsiz büyük olup her şeyi kuşatmıştır.

Bu izahlardan sonra, şimdi metni parçalayarak bir daha okuyalım:

– Ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebi!

– Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler merak etme!

– Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan,

– Arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zat-ı Zülcelal sana kâfidir.

– Hakiki muti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir!

Herhâlde mana anlaşılmıştır. Şimdi tekrar işin kalbî cihetine dönelim:

فَاِنْ تَوَلَّوْا  ayet-i kerimesi Peygamberimiz (a.s.m.)’a bakan bir tesellidir. Bu teselliden bizim kıssadan hissemiz şudur:

Biz de bazen bir yerlerde medrese açıyoruz, ancak çalışmamıza rağmen medrese bir türlü rağbet görmüyor. Bir yerlere sohbete gidiyoruz ama sohbete kimse gelmiyor. Ya da bazen hakkı anlatıyoruz ama insanlar hakkı kabul etmiyor…

İşte böyle durumlarda biz de mezkûr ayet-i kerimeyle teselli bulup, ayetin manasına sığınacağız ve şöyle düşüneceğiz: İnsanlar dinlemese de Allah’ın çok melekleri ve ruhanileri var. Şimdi burası onlarla doludur. İnsanlara bedel onlar beni dinler. Hatta onlar da olmasaydı yine de zarar olmazdı. Çünkü Allah var ve O beni görüyor, dinliyor. Allah’ın bilmesi bana kâfidir; başkasının teveccühü gerekmez!

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Evet, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki müteaddid hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu davanın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, sünnet-i Ahmediyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzuya dair iktidar olsa, yazılsa yetmiş değil belki yedi bin risale o hikmetleri bitiremeyecek. (11. Lem’a)

(Müteaddid: Çeşitli / Şahid-i sadık: Doğru sözlü şahit)

Risale-i Nurların çok yerlerinde, sünnet-i seniyyedeki hikmete ve şeriatın hükümlerindeki hakkaniyete dair izahlar yapılmıştır. Mirasta erkeğin iki hisse alması, tesettürün sebebi, faizin haram oluşundaki hikmetler gibi birçok mesele aklın mizanlarıyla ispat edilmiştir. Bu tarz mesaile ait çok eser de kaleme alınmış ve şeriatın ve sünnetin hükümlerindeki hikmetler ortaya konulmuştur. Bunların bir kısmı da sizlerce malumdur. Malumu ilamla sözü uzatmaya gerek olmadığından bu meselenin tefekkürünü sizlere havale ediyorum.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki mesail-i şeriatla sünnet-i seniyye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefi ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas ettiğimi ilan ediyorum. Bu davamda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar. (11. Lem’a)

(Bilmüşahede: Görerek / Mesail-i şeriat: Şeriatın meseleleri / Emraz-ı ruhaniye ve akliye ve kalbiye: Ruhi, akli ve kalbî hastalıklar / Emraz-ı içtimaiye: Sosyal hastalıklar / Nâfi: faydalı / İhsas etmek: Hissettirmek)

Şeriatın hükümleri ve sünnet-i seniyyenin düsturları dört çeşit hastalığa devaymış:

1. Ruhi hastalıklar.

2.Akli hastalıklar.

3.Kalbî hastalıklar.

4.Sosyal hastalıklar.

Felsefe ve semavi olmayan hikmet bu nevi hastalıklara karşı âcizdir. Ancak hapla kişiyi uyuturlar, bir nevi hissini iptal ederler. Şeriatın ve sünnetin ahkâmı ise kişiye gözünü açtırır, hakikati gösterir.

Bu meselenin ispatı için uzaklara gitmeye ve delil aramaya gerek yoktur. Bu eserleri okuyanlar kendi hâllerini düşünse, Risaleleri okumaya başlamadan önceki hâlleriyle sonraki hâllerini kıyas etse, bu meseleyi hakka’l-yakîn tasdik ederler.

Üstadımız bu nükteyi şöyle tamamlıyor:

İşte böyle bir zatın sünnet-i seniyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin. (11. Lem’a)

(İttiba: Tabi olmak)

İşte meselenin neticesi budur: Sünnet-i seniyyeye uymak hem kârlı, hem ebedî hayatımız için saadetli, hem de dünyevi hayatımız için menfaatlidir.

Bunu düşünmeli ve sünnetten hissemizi ziyadeleştirmeye çalışmalıyız. Allahu Teâlâ, sünnet-i seniyyeden hissesi ziyade olanlar zümresine bizleri de dâhil eylesin. Âmin.

Şimdi, mütalaasını yaptığımız metni yavaş yavaş bir daha okuyalım:

SEKİZİNCİ NÜKTE

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ  dan evvelki olan  لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ … اِلٰى اٰخِرِ  ayeti Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu  فَاِنْ تَوَلَّوْا  ayetiyle der ki: Ey insanlar! Ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve manevi yaralarınız için kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zatın bedihi şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re’fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz!

Ve ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebi! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler merak etme! Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zat-ı Zülcelal sana kâfidir. Hakiki muti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir!

Evet, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki müteaddid hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu davanın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, sünnet-i Ahmediyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzuya dair iktidar olsa, yazılsa yetmiş değil belki yedi bin risale o hikmetleri bitiremeyecek.

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefi ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas ettiğimi ilan ediyorum. Bu davamda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

İşte böyle bir zatın sünnet-i seniyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin. (11. Lem’a)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin