8. Evet, anladım ki ayetin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi beni teselli etti ki…
11. Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Evet, anladım ki ayetin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi beni teselli etti ki sükûnet buldum ve sekinet verdi. (11. Lem’a)
(Mana-yı sarih: Açıkça anlaşılan mana / Mana-yı işarî: İşaret ve remizlerle gösterilen mana / Sükûnet: Rahatlık / Sekinet: Huzur)
Kur’an ayetlerinin bir sarih manası var, bir işarî manası var, bir remzî manası var ve bunlar gibi daha farklı mana tabakaları var. Ancak böyle kalbî derslerde bu tarz ilmî meselelere girmeye gerek yoktur. Bu makamda şu kadar bilsek yeterlidir: Ayetlerin bir açık manası vardır, bir de işaret ile gösterdiği işarî manası vardır.
Üstad Hazretleri burada فَاِنْ تَوَلَّوْا … اِلَى اٰخِرِ ayetinin sarih ve işarî manalarını beyan edecek. Ayet-i kerime sarih manasıyla Efendimiz (a.s.m.)’a bakarken, işarî manasıyla Üstad Hazretlerinin imdadına koşmakta ve -tabiri caizse- gecesini gündüze çevirmektedir.
Üstad Hazretleri mezkûr ayet-i kerimenin sarih manasını şöyle beyan ediyor:
Evet, nasıl ki mana-yı sarihi Resulü Ekrem aleyhissalâtü vesselâma der: Eğer ehl-i dalalet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz edip Kur’an’ı dinlemeseler merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. O’na tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir. Ne asiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdad edenler mededsiz kalırlar! (11. Lem’a)
(Mana-yı sarih: Açıkça anlaşılan mana / İ’raz: Yüz çevirme / İttiba: Tabi olma / Muhit: Kuşatıcı / İstimdad eden: Yardım isteyen / Meded: Yardım)
Ayet-i kerimenin mana-yı sarihini öğrendik. Böyle kalbî ve anlaşılır yerleri şerh etmeye ya da okurken araya girip konuşmaya gerek yok. Böyle yerlerde insicam bozulmamalı, yavaş yavaş okunarak mana kalbe işletilmelidir. Hatta başı biraz metinden kaldırıp manayı tefekkür etsek çok daha verimli olur.
Şimdi siz de mezkûr metni birkaç defa okuyun. Manayı iyice hissedin. Sonra da ayetin mana-yı işarîsine kulak verin. Üstadımız mana-yı işarîsini şöyle beyan ediyor:
Öyle de mana-yı işarîsiyle der ki: “Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse, eğer zihayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse merak etme! De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, her şey var. Ve o hâlde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı azîm sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel, tarîk-ı hakkı takip edecek mutî kullarını gönderebilir. Madem öyledir, O her şeye bedeldir. Bütün eşya bir tek teveccühüne bedel olamaz!” der. (11. Lem’a)
(Fena: Yok olmak, yokluk / Adem: Yokluk / Zihayat: Hayat sahibi / Müfarakat: Ayrılma / Zulümat: Karanlıklar / Cünud: Ordular / Mutî: İtaatkâr)
Bu da ayetin mana-yı işarîsidir. Yukarıda da dediğimiz gibi, böyle kalbî yerleri okurken şerh ve izaha gerek yoktur. Metin tefekkürî bir hâlde okunmalı ve mana kalbe işletilmeye çalışılmalıdır. Metin zaten açık. Malumun ilamına gerek yoktur. Okumalı ve üzerinde tefekkür etmeli. Daha net tefekkür edebilmek için de metin cümle cümle bölünmeli.
Bizler sizler için şu şekilde böldük. Teenni ve tefekkür ile okuyalım:
– Öyle de mana-yı işarîsiyle der ki: Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi!
– Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse,
– Eğer zihayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa,
– Eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse,
– Eğer ehl-i gaflet ve dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse merak etme!
– De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, her şey var. Ve o hâlde, o gidenler ademe gitmediler. O’nun başka memleketine gidiyorlar.
– Ve onların bedeline o Arş-ı azîm sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden başkalarını gönderir.
– Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir.
– Ve dalalete düşenlere bedel, tarîk-ı hakkı takip edecek mutî kullarını gönderebilir.
– Madem öyledir, O her şeye bedeldir. Bütün eşya bir tek teveccühüne bedel olamaz!
Üstadımız Dördüncü Nükte’yi şöyle tamamlıyor:
İşte şu mana-yı işarî vasıtasıyla, bana dehşet veren üç müthiş cenaze başka şekil aldılar. Yani hem Hakîm hem Rahîm hem Âdil hem Kadîr bir Zat-ı Zülcelal’in taht-ı tedbir ve rububiyetinde ve hikmet ve rahmeti içinde hikmetnüma bir seyeran, ibretnüma bir cevelan, vazifedarane bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir, bir terhis ve tavziftir ki böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor! (11. Lem’a)
(Taht-ı tedbir ve rububiyet: İdaresi ve rububiyeti altında / Hikmetnüma: Hikmeti gösteren / Seyeran: Gezinme / İbretnüma: İbret veren / Cevelan: Dolaşma / Tavzif: Vazifelendirme)
فَاِنْ تَوَلَّوْا … اِلٰى اٰخِرِ ayetinin mana-yı işarîsi üç müthiş cenazenin şeklini değiştirdi. Ölümü bir seyr ü sefer, bir terhis ve vazifeden bir paydos şekline soktu. Hakîm, Rahim ve Âdil olan Zat-ı Zülcelal’in idaresi ve rububiyeti altında, hikmeti ve rahmeti içinde, hikmetli bir seyeran ve ibretli bir cevelan olduğunu gösterdi.
Mana zaten gayet açık. Sözü uzatmaya gerek yok. Bu dersimizde pek şerh ve izah yapmadık. Şerh ve izahtan kalan boşluğu başka bir konuyla doldurmak istiyorum. Bu bahsedeceğimiz konu şerh ve izah kadar önemlidir. Meselemiz şu:
— Risale-i Nurları devamlı okumamıza rağmen niçin insan-ı kamil olamıyor ve niçin Risalelerin boyasıyla boyanamıyoruz?
— Üstad Hazretleri yaşama dair birçok düstur ortaya koyuyor, ancak bu düsturları bir türlü hayatımıza yerleştiremiyoruz. Bunun sebebi nedir?
Bunun bir sebebi şudur: Eskiler der ki: “Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir.” Yani maksada ulaşamıyorsak, bu, yolun değil; usulün eksikliğindendir.
Eğer Risale-i Nurları okuma usulümüz eksikse istifademiz de eksik olacaktır. Bu sebeple, Risaleleri yeni okumaya başlayan kardeşlerimiz önce okuma usulünü öğrenmeli, daha sonra okumaya başlamalıdır. Tabii herkesin de farklı bir usulü vardır. Ben bu makamda kendi usulümü anlatacağım. Fakire göre de olması gereken usul bu usuldür.
Belki ne demek istediğimi tam anlayamıyorsunuz. Demek istediğimi somut bir örnek üzerinde anlatırsam daha net anlaşılacaktır. Hem bu sayede okuduğumuz metnin de bir mütalaasını yapmış oluruz.
Ben Risaleleri şöyle bir usulle okuyorum: Risaleleri kendime yazılmış mektuplar hükmünde görüyorum. Sorularımın cevaplarını ve dertlerimin dermanını bulmak için Üstad Hazretlerinin kapısını bizzat çalmışım da Üstad Hazretleri de kapıyı açmış, beni içeri davet etmiş, bana özel bir ders yapmış gibi hissediyorum. Yaptığı dersi de unutmayayım diye kağıda yazmış, elime tutuşturmuş…
Bu okuduğumuz dersten yola çıkarsak, ben bu metni şöyle okuyorum:
Üstad Hazretlerine varmışım, kapısını çalmışım. Üstad Hazretleri de kapıyı açmış, beni içeriye buyur etmiş.
— Üstadım, bir derdim var, bana bir merhem sunsanız, demişim.
Üstad Hazretleri de:
— Anlat bakalım derdini, demiş.
Ben:
— Üstadım mahallemde bir medrese açtım. Risaleleri okuyorum. Lakin kimse derse gelmiyor, kimse beni dinlemiyor. Dinleyen de sözümü kabul etmiyor. Bu hâl de beni çok üzüyor. Medreseyi kapatmayı bile düşünüyorum…
Üstadımız beni dinledikten sonra şöyle diyor:
— فَاِنْ تَوَلَّوْا … اِلَِى اٰخِرِ ayetinin mana-yı sarihine bak. Bu ayetin mana-yı sarihi Resul-i Ekrem (a.s.m.)’a der ki: Eğer ehl-i dalalet senin şeriat ve sünnetinden yüz çevirip Kur’an’ı dinlemezlerse merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. O’na tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize bana ittiba edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir. Ne asiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdad edenler medetsiz kalırlar!
Sen de bu ayetin mana-yı sarihini dinle. Ve de ki: Hiç kimse beni dinlemese, sözümü kimse kabul etmese, medreseye bir kişi bile girmese, Allah bana kâfidir. O kabul etse, benden razı olsa; bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. O dilerse, kabul edecekleri de yaratır, sözümü onlara dinletir. Hem vazifem kabul ettirmek değildir, tebliğdir. Kabul ettirmek Allah’ın vazifesidir. Ben O’nun işine karışmam, sadece vazifemi yaparım…
Üstad Hazretlerinden bu nasihati dinliyorum ve bu nasihati bir merhem gibi kabul edip, insanların yüz çevirmesinden dolayı sıkılan yaramın üzerine sürüyorum. Sanki Üstad Hazretleri ayetin mana-yı sarihini benim bu yaram için yazmış; bana bir merhem vermiş. Ben de bu merhemi alıp manevi yarama sürüyorum.
Sonra Üstad Hazretlerine diyorum ki:
— Üstadım, benim bir derdim daha var ki dünya büyüklüğündedir.
Üstadımız:
— Anlat bakalım, diyor.
Ben de anlatmaya başlıyorum:
— Üstadım, babamı kaybettim, annemi kaybettim; bütün dost ve ahbaplarımı kaybettim. Hepsi ölüp gittiler. Şu misafirhane-i dünyada yalnız başıma kaldım; kimsesiz bir zavallı oldum. Ne yapayım, nereye gideyim, bilmiyorum…
Üstadımız beni dinliyor ve diyor ki:
— Aynı ayetin mana-yı işarîsini al, yaralarına sür. Bak, mezkûr ayet-i kerime mana-yı işarîsiyle diyor ki: Ölüm bir seyr ü sefer, bir terhis ve vazifeden bir paydostur. Hakîm, Rahim ve Âdil olan Zat-ı Zülcelal’in idaresi ve rububiyeti altında, hikmeti ve rahmeti içinde, hikmetli bir seyeran ve ibretli bir cevelandır. Bütün dostların seni terk edip gitse, Allah sana kâfidir. Çünkü O bâkidir. Bir lem’a-i muhabbeti bütün sevdiklerine bedel sana kâfi gelir…
Üstadımız böyle diyor ve sonra bana bir ibret olsun diye üç cenaze başındaki hâlini bana hikâye ediyor. Bu Dördüncü Nükte’de okuduğumuz bölümü bana aynen anlatıyor.
Üstadımızın bu dediklerini alıyor, zeval ve firakla kanayan yaramın üzerine bir merhem gibi sürüyorum. Kaybettiğim dostlarımın kabri başında hayalen bu sözleri söylüyor ve bir teselli buluyorum.
İşte ben Risaleleri böyle kendime yazılmış gibi okuyor ve sanki Üstadımıza sormuşum da o da bana cevap vermiş gibi kabul ediyorum. Okuduğumu da okuyup geçmiyorum. Yaramı bulup üzerine merhem gibi sürüyorum. Zaman içinde o yaraların iyileştiğini de hakka’l-yakîn görüyorum.
Üstad Hazretleri bu derste -ve diğer Risalelerde- anlattıklarını sadece kendi hâlini bilmemiz için yazmamış. Kendini o hâlde hissedenlere bir merhem olsun diye yazmış. Ama Risale-i Nurları okuyanlar -maalesef- seyirci gibi okuyor, içine girmiyor, kendini muhatap kabul etmiyor. Sadece Üstad Hazretlerinin ne dediğini anlamaya çalışıyor; neden dediğini anlamaya çalışmıyor. Böyle olunca da istifade azalıyor, insan-ı kamil olunamıyor.
Üstadımızın en mahrem hatıralarını bizimle paylaşmasının sebebi, bizlere bir numune olması içindir. Yoksa kendi hâlini bilmemizi istediği için değildir. Risaleleri bu usulle okumalı ve her okuduğumuz yerden kıssadan hisse çıkarmalıyız. Risaleleri kendimize yazılmış gibi kabul etmeli ve muhakkak merhemlerini nefsimizde istimal etmeliyiz.
Şerh ve izahtan bir boşluk kalınca biz de boşluğu bir usul dersiyle doldurduk. Şimdi, okuduğumuz bölümü bir daha okuyalım ve dersimizi tamamlayalım:
Evet, anladım ki ayetin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi beni teselli etti ki sükûnet buldum ve sekinet verdi.
Evet, nasıl ki mana-yı sarihi Resulü Ekrem aleyhissalâtü vesselâma der: Eğer ehl-i dalalet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz edip Kur’an’ı dinlemeseler merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. O’na tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir. Ne asiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdad edenler mededsiz kalırlar!
Öyle de mana-yı işarîsiyle der ki: “Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse, eğer zihayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse merak etme! De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, her şey var. Ve o hâlde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı azîm sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel, tarîk-ı hakkı takip edecek mutî kullarını gönderebilir. Madem öyledir, O her şeye bedeldir. Bütün eşya bir tek teveccühüne bedel olamaz!” der.
İşte şu mana-yı işarî vasıtasıyla, bana dehşet veren üç müthiş cenaze başka şekil aldılar. Yani hem Hakîm hem Rahîm hem Âdil hem Kadîr bir Zat-ı Zülcelal’in taht-ı tedbir ve rububiyetinde ve hikmet ve rahmeti içinde hikmetnüma bir seyeran, ibretnüma bir cevelan, vazifedarane bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir, bir terhis ve tavziftir ki böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor! (11. Lem’a)
Yazar: Sinan Yılmaz