a
Ana SayfaOn Dördüncü Lem'a İkinci Makam27. Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi…

27. Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi…

On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamını mütalaa ediyoruz. Kaldığımız yerden devam edelim:

Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar, o kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine, parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten, ‘O âyine güneştir.’ denildiği vakit, ‘İnsanda suret-i Rahman var.’ vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı ‘Lâ mevcude illâ hû’ bu sırra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demişler. (14. Lem’a 2. Makam)

(Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm: Rahman ve Rahîm olan zat (Allah) / Zîhayat: Hayat sahibi / Zat-ı Vâcibü’l-vücud: Varlığı vacip ve zaruri olan zat (Allah) / Vâzıh: Açık / Vuzuh-u delaletine: Çok açık bir şekilde delil olmasına / Mutedil: Ölçülü, aşırıya kaçmayan / Lâ mevcude illâ hû: Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur)

Yine uzun bir cümle… Böyle uzun cümleleri en iyi mütalaa etme yöntemi, cümleyi parçalamak ve kısım kısım mütalaa etmektir. Biz de bu usulü uygulayalım ve kısım kısım mütalaa edelim:

Hem işarettir ki: Yani mezkûr hadis-i şerif şu manaya da işaret eder. Bu işaret, hadis-i şerifin ikinci izahıdır.

Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar: Her bir hayat sahibi, esmâ-i hüsnânın bir aynası ve şirin bir kitabıdır. Okumasını bilen herkese esmâ-i İlahiyeyi okutur ve binbir esmaya işaret eder.

Zîhayat ve insan Allah’ın esmasına ayna olduğu gibi, aynı zamanda Allah’ın varlığına da delildir. Çok cihetlerle Allah’ın varlığını ispat ederler ve O’na delalet ederler. Bu delaletlerin bir kısmını Üstad Hazretleri Katre Risalesi’nde şöyle beyan ediyor:

“Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, camidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tamme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkeza pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîr’in vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; esma-i hüsnayı tilavet ederek Cenab-ı Hakk’a tesbih ve Kur’an-ı Hakîm’i tefsir ve Resul-i Ekrem’in (asm) ihbaratını tasdik ediyorlar.”

Bu metnin izahını Katre Risalesi derslerinde yapmıştık. Bu uzunca mütalaayı burada kaydetsek ana metinden çok uzaklaşırız. Bu sebeple metnin mütalaasını Katre derslerine havale ediyor, burada şerhine girişmiyoruz. Dileyenler mezkûr metnin mütalaasına sitemizden ulaşabilirler.

Netice olarak: İnsana ve diğer zîhayata hem esmâ-i hüsnanın aynası hem de Rahman ve Rahîm olan Allah’ın delili olarak bakabiliriz. Üstadımız bu manayı, “Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar…” ifadesiyle beyan etti.

Mazhar: Bir şeyin göründüğü ve izhar olunduğu yerdir. Allahu Teâlâ -esması cihetiyle- zîhayatta ve insanda göründüğü için, her bir zihayat ve insan esmanın mazharı kabul edilmiş; bu cihetle de büyük bir şerefe nail olmuş.

— Peki, bu mazharların Allah’ın varlığına olan delaleti ne kadar katidir?

Üstadımız şöyle cevapladı:

O kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki: Eşyanın bahusus zîhayatın Allah’ın varlığına olan delaleti, kendi varlıklarına olan delaletlerinden çok daha katidir. Bir cihetle kendi varlıklarını ispat etseler, çok cihetle Allah’ın varlığını ispat ederler.

Bu hakikati Üstad Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de şöyle izah ediyor:

“Bir kitapta yazılı bir harf yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delalet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delalet eder ve nakkaşını tarif eder. Kezalik, kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan her bir kelime kendi miktarınca kendini gösterirse de pek çok cihetlerden münferiden ve müctemian Sâniini gösterir, esmasını izhar eder.”

Metni biraz mütalaa edelim, sonra da mütalaayı ana cümlemize bağlayalım:

Yazılmış bir harf bir cihetle kendisini gösterse, yüz cihetle kâtibini gösterip onun evsafına delalet eder.

Mesela bir kâğıda A harfinin yazılmış olduğunu farz edelim. Bu A harfi kendisine bir cihetle delalet etmekte ve “Ben A harfiyim.” demektedir. Kendisine daha fazla bir delaleti yoktur. Lakin kâtibinin varlığına ve evsafına onlarca delaleti vardır.

Mesela A harfi der ki:

— Ben yoktum, var oldum. Varlığım yokluğuma tercih edildi. Varlığımın yokluğuma tercihi ancak irade sahibi bir kâtibin tercihiyle olabilir. İradesi olmayan, benim varlığımı yokluğuma tercih edemez. İşte bu durum, kâtibimin irade sahibi olduğunu göstermektedir.

— İrade sahibi olabilmesi için de ilk önce hayat sahibi olması gerekir. Hayatı olmayanın iradesi olur mu? Elbette olmaz. İşte A harfi olan ben, varlığımla kâtibimin hayat sahibi olduğunu göstermekteyim.

— Yine ben manalı bir harfim, A’yım, alelade bir çizgi değilim. Demek, beni yazan harfleri tanıyor, biliyor. Bu da ispat eder ki kâtibimin bir ilmi vardır.

— Sadece ilim sahibi olması da yetmez. Kudret sahibi de olmalıdır. Eğer kâtibimin hayatı olsa, iradesi olsa, ilmi olup A harfini yazmayı da bilse ama kâtibim felçli olsa, elini oynatamasa yani kudreti olmasa beni yazabilir miydi? Hayır, yazamazdı. İşte A harfi olan ben, varlığımla kâtibimin kudret sahibi olduğunu göstermekteyim.

— Yine A harfi olan ben o kadar düzgün yazılmışım ki beni yazanın görmesi gerekir. Eğer kâtibim görme özürlü olsaydı bu kadar düzgün yazamaz; bir yerim uzun, diğer yerim kısa olurdu. Ama olmamış, tam bir intizam var. Demek, benim kâtibim görme sahibidir.

— Yine ben manalı bir harfim, gelişigüzel çizilmiş bir çizgi değilim. Demek, benim kâtibim hikmet sahibidir. Beni bir gayeye matuf yazmış. Bir gayeyi takip etmek ancak hikmet sahibi olmakla mümkündür.

İşte bunlar gibi, daha birçok sıfatla A harfi kâtibini gösterip onu tarif eder ve lisan-ı hâliyle der ki: Bu sıfatlara sahip olmayan bana kâtip olamaz.

Nasıl ki bir harf kendini bir cihetle ama kâtibini yüz cihetle gösterir. Aynen bunun gibi, şu kâinat kitabının kelimesi hükmünde olan varlıklar da bir cihetle kendisini gösterse, yüz cihetle kendini yaratan Hâlık-ı Zülcelal’i gösterip O’nun esmasını izhar eder.

– Her bir varlık İlahî bir kasidedir.

– Her bir mevcut esmâ-i hüsnânın şirin bir kitabıdır.

– Her bir mahluk Allah’ın isimlerinin bir mütalaagâhı, o isimlerin bir aynası ve tezgâhıdır.

Mahlukat münferiden ve müctemian (tek başlarına ve hep birlikte) sanatkârları olan Allah’ı gösterip, esmasını izhar ederler. Okumasını bilen herkese Allah’ın isimlerini okuturlar.

İşte Üstad Hazretleri, “O kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki…” diyerek, zîhayatın ve insanın Allah’ın varlığına olan kati delaletine dikkat çekti. Sonra da bu kati delaletten meselemiz olan hadis-i şerifin manasına geçti ve şöyle dedi:

Güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine, parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten, “O âyine güneştir.” denildiği vakit: Nasıl ki bir ayna güneşin evsafına tam mazhar olsa ve onun varlığına kati delalet etse, bu delalete işareten, “O ayna güneştir.” denilir. Bu sözle, aynanın hakiki bir güneş olduğu değil, güneşin varlığına ve evsafına kati bir delil olduğu kastedilir.

Yani güneşin varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Güneşi ispat etmek için başı kaldırıp semaya bakmaya gerek de yoktur. İşte bu ayna, güneşi öyle bir surette ispat ediyor ki sanki kendisi bir güneş olmuş. Onu inkâr edemeyen güneşi inkâr edemez.

Aynen bunun gibi:

“İnsanda suret-i Rahman var.” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir: Misaldeki ayna gibi, insan da Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’e tam bir ayna olmuş; esmasının mazharı ve evsafının kitabı olmuş.

İşte insanın bu vuzuh-u delaletine (Allah’ın varlığına ve esmasına olan açık delaletine) ve kemal-i münasebetine (Allah ile insan arasındaki münasebetin kemaline) işareten, “İnsanda suret-i Rahman var.” denilebilir. Güneşe tam mazhar olan ayna için “Bu ayna güneştir.” denildiği gibi…

Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı “Lâ mevcude illâ hû” bu sırra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demişler: “Vahdetü’l-vücud” kavramı Risalelerin farklı yerlerinde izah edilmiş. Burada bu bahsi açsak konumuzdan çok uzaklaşırız. Bu sebeple, tafsilini Risale-i Nurlara havale edelim ve şu kadar diyelim:

Bu yolun sâlikleri Allah hesabına eşyayı inkâr etmişler ve bu sayede tevhid-i huzurîyi kazanmaya çalışmışlar. Bunlardan bir kısmı, “Lâ mevcude illâ hû” (Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur.) diyerek kâinatı tamamıyla inkâr etmişler. Bir kısmı ise “Lâ mevcude illâ hû” sözüyle, eşyanın Allah’ın varlığına olan kati delaletine işaret edip, bu delaletin vuzuhuna ve kemaline bir ünvan olarak “Lâ mevcude illâ hû” demişler. Yani bunlar eşyayı ve kâinatı inkâr etmeyip, her şeyin Allah’a olan kati delaletine “Lâ mevcude illâ hû” sözüyle işaret etmişler.

Üstad Hazretleri bunlar hakkında, “ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı” dedi.

Uzun bir cümleyi parçaladık ve öyle mütalaa ettik. Bununla da şu hakikat tebarüz etti: Risale-i Nurlar bir çırpıda okunup geçilebilecek bir telif değildir. Cümle cümle hatta bazı yerlerde kelime kelime ilerlenmeli, manayı ihata edebilmek için âdeta bir sarraf titizliğinde çalışılmalıdır.

Üstad Hazretleri Beşinci Sırrı şu duayla tamamlıyor:

اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَفَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ اٰمِينَ

“Ey Allah’ımız! Ya Rahman, ya Rahîm! Bismillâhirrahmânirrahîm’in hakkı için, Rahîmiyetine yaraşır bir şekilde bize merhamet et. Ve Rahmâniyetine yaraşır bir şekilde, bize Bismillâhirrahmânirrahîm’in sırlarını fehmettir. Âmin.”

Mütalaasını yaptığımız metni bir daha okuyalım:

Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmânu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar, o kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine, parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten, ‘O âyine güneştir.’ denildiği vakit, ‘İnsanda suret-i Rahman var.’ vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı ‘Lâ mevcude illâ hû’ bu sırra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demişler. (14. Lem’a 2. Makam)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin