13. Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen…
On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamını mütalaa ediyoruz. Kaldığımız yerden devam edelim:
“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin! Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir.” (14. Lem’a 2. Makam)
(Enva-ı mahlukat: Mahlukatın nevileri / Müteveccihen: Yönelmiş olarak / Muavenet: Yardım / Hâcet: İhtiyaçlar / Lebbeyk: Buyurunuz, emredersiniz / Zat-ı Zülcelal: Celal sahibi zat)
Risale-i Nurları okuyan ekser kardeşimizin en büyük hatası böyle yerleri bir çırpıda okuyup geçmek. Mana açık olduğundan okuyorlar ve geçiyorlar. Ben buna “misafir okuması” diyorum. Risale-i Nurlar misafir gibi okunmamalı. Hakikatler üzerinde enfüsi tefekkür yapılmalı ve nefis muhatap alınarak onunla konuşulmalı.
Dilerseniz, ben kendi tefekkürümden bir parça yazayım; yeni başlayan kardeşlere bir misal olsun:
“Ey nefsim! Zanneder misin ki Allah seni bilmiyor, tanımıyor ve görmüyor. Böyle zannettiğin için mi gaflete dalar, günah peşinde koşarsın?.. Vallahi sen her daim Allah’ın şuhudundasın. Bunun bir delili, şu mahlukatı senin yardımına koşturmasıdır.
Şunu bir düşünsene ey nefsim: Bütün mahlukatı senin emrine veren, yardımına koşturan ve sana musahhar kılan Zat-ı Zülcelal, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin. Bilmeseydi ve görmeseydi onları senin yardımına koşturabilir miydi? Hem bilmemek ve görmemek bir kusurdur. Allahu Teâlâ ise cümle kusurdan münezzeh ve cümle kemal ile muttasıftır.
Ey nefsim! Madem Rabbin seni biliyor ve bildiğini, mahlukatı senin yardımına göndermekle bildiriyor. Öyleyse sen de O’nu imanla bil ve hürmetle bildiğini bildir. Yoksa pişmanlığın öyle büyük olur ki hayal tasavvurundan âciz kalır…”
Metinler üzerinde böyle tefekkür edilmeli ve nefsin ıslahına çalışılmalıdır. Risale-i Nur bir okuma kitabı değildir. Risale-i Nur bir kazandır. İçine girmeli ve bu kazanda pişmeli. Bu kazanda pişmenin yolu da mütalaa ve tefekkürden geçer.
“Ve kat’iyen anla ki: Senin gibi zayıf-ı mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.” (14. Lem’a 2. Makam)
(Zayıf-ı mutlak: Son derece zayıf / Âciz-i mutlak: Son derece âciz / Fakir-i mutlak: Son derece fakir / Musahhar etmek: Boyun eğdirmek / Tazammun eden: İçine alan)
Bu cümle üzerinde de ilmî bir tahlil yapalım:
Yeni doğan bir bebeği düşünelim… Bebek dünyaya geldiğinde annenin sinesi süt çeşmesi gibi akmaya başlar. O zamandan önce ne bir damla süt gelmiştir; bebek sütten kesilince de ne bir damla süt gelir.
Şimdi bu hadise üzerinde biraz tefekkür edelim:
Bebek son derece zayıftır, âcizdir ve fakirdir. Değil sözü annesinin sinesine geçmek, kendinden dahi haberdar değildir. Ne ihtiyacını bilir ne de karşılama yollarını…
Tam vakt-i münasipte annesinin sinesi ona bir süt çeşmesi olur. Ne zaman acıksa sineden süt akmaya başlar.
Şimdi, süt yapma fiili üzerine biraz tefekkür edelim:
Bu fiili bebeğe ya da anneye vermek mümkün değildir. Çünkü bu öyle bir fiildir ki bu fiilin faili olabilmek için nihayetsiz Hakîm, Muîn, Alîm, Kadîr ve Rahîm olmak gerekir.
— Niçin bu sıfatlara sahip olmak gerekir.
Çünkü sütü yapabilmek için evvela sütün nasıl yapıldığını bilmek gerekir. Nasıl yapıldığını bilmeyen yani alîm olmayan sütü yapamaz.
Süte faydayı koyabilmek için hakîm olmak gerekir. Hikmeti olmayan, süte faydayı koyamaz, mugaddi (besleyici) bir süt yapamaz.
Sütü yaratıp bebeğe yardım etmek için muîn olmak gerekir. Yardımı bilmeyen ve muîn olmayan sütü icat edemez.
Yine sütü yapabilmek için kadîr olmak gerekir. Kudreti olmayan, kan ve fışkı arasından bembeyaz bir sütü çıkaramaz. Böyle bir faaliyet sonsuz bir kudreti iktiza eder.
Belki de en önemlisi: Sütü yaratmak ve bebeğe yetiştirmek için merhamet sahibi olmak gerekir. Merhameti olmayan sütü yaratmaz; rahîm olmayan, bebeğe acımaz.
Öyleyse sütü yaratmak ve bebeğe yetiştirmek öyle bir hadisedir ki: İçinde hikmeti, inayeti, ilmi ve kudreti barındıran bir hakikat-i rahmettir. (Üstadımız sadece beş sıfatı zikrettiğinden onlarla iktifa edip uluhiyetin diğer sıfatlarını zikretmedik. Yoksa süt yapmak fiilinde daha birçok sıfat-ı İlahiye gözükür ve hepsini hakikat-i rahmet tazammun eder.)
Biz süt örneğini verdik ve bu örnek üzerinde hakikat-i rahmeti bir parça tefekkür ettik. Yine hakikat-i rahmetin; hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun ettiğini mütalaa ettik. Sizler diğer yardımları ve mahlukatın insanın imdadına koşmasını bu misale kıyas edin. Her yardımın üzerinde hakikat-i rahmeti ve hakikat-i rahmetin tazammun ettiği hikmeti, inayeti, ilmi ve kudreti temaşa edin. Sonra da rahmet dergâhında muhabbetle secde edin ve secde edelim.
“Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve halis bir şükür ve ciddi ve safi bir hürmet ister. İşte o halis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillahirrahmanirrahîm’i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçi yap.” (14. Lem’a 2. Makam)
(Küllî: Kapsamlı / Vusul: Ulaşma, kavuşma)
Rahmet-i İlahiye üzerimizde tecelli etmiş ve bütün mahlukatı bizlere musahhar etmiş. Her şeyi emrimize vermiş ve bize boyun eğdirmiş. Bizi yeryüzünde halife ve mahlukata zabit eylemiş.
— Peki, böyle bir nimet bizden ne ister?
Elcevab: “Küllî ve halis bir şükür ve ciddi ve safi bir hürmet ister.”
Şükrün halis, hürmetin ciddi ve safi olması meselesini sizlerin fehmine havale ediyor; mana açık olduğundan izahına girişmiyorum. Sizler bu mana üzerinde tefekkür edersiniz. Biz bu makamda “şükrün küllî olması” üzerine biraz mütalaa yapalım:
Üstad Hazretleri bu meseleyi 24. Söz’de şöyle izah ediyor:
“Eğer desen: Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdud ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?
Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikatla…
Mesela, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: ‘Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?’
Birden der: ‘Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara layıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı bunların bir mislini sana hediye ederdim.’
İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alamet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.
Aynen öyle de âciz bir abd, namazında اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani ‘Bütün mahlukatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara hem daha fazlasına lâyıksın.’ İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.”
(Mahdud: Sınırlı / Raiyet: Halk / Derece-i sadakat: Bağlılık derecesi / Liyakat: Layıklık / Hediye-i ubudiyet: Kulluk hediyesi / Şükr-ü küllî: Küllî şükür)
İşte bizler de böyle şükür etmeliyiz. İbadetimizi az, zikrimizi noksan, hizmetimizi kusurlu ve kendimizi hiç bilmeliyiz. Allah’ın nimetlerine karşı şükürden âciz olduğumuzu idrak etmeliyiz. Sonra da demeliyiz ki: “Ya Rabbi! Eğer gücüm yetseydi, bütün mahlukatın, meleklerin, cin ve insin, hayvanatın, nebatatın ve cemadatın yaptığı ibadeti tek başıma yapar ve sana takdim ederdim. Sen bunların hepsine hatta fazlasına elhak layıksın. Lakin benim buna ne gücüm yeter ne de takatim. Sen benim kusurlu ve noksan ibadetimi dergâhında böyle kabul eyle…”
İşte bu niyet küllî bir şükürdür!
Üstadımız dedi ki: “İşte o halis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillahirrahmanirrahîm’i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçi yap.”
Demek besmele-i şerif, o küllî ve halis şükrün ve o ciddi ve safi hürmetin bir tercümanı ve ünvanıymış. Bu sebeple, kim “Bismillahirrahmanirrahîm” derse, o şükrü ve hürmeti eda etmiş olur. Yine Besmeleyi Allah’ın rahmetine ulaşmaya bir vesile ve Rahman’ın dergâhında bir şefaatçi yapmış olur.
Besmelenin şefaatçi olması şudur:
Şefaat: Bir kimsenin arzusuna kavuşması için, o kimse hakkında yapılan bir istek ve bir istirhamdır. Şefaatin bu manasıyla, Kur’an bir şefaatçidir, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir şefaatçidir, makbul zatlar ve veliler birer şefaatçidir.
Aynen bu şefaatçiler gibi, besmele de bir şefaatçidir. Kişinin maksuduna ulaşmasını sağlar ve yolu ona âsân eder.
Ya Rabbi! Bizler de “Bismillahirrahmanirrahîm” diyoruz. Sen besmelemizi, hakkımızda şefaatçi ve rahmetinin vusulüne vesile eyle. Âmin.
Mütalaasını yaptığımız kısmı bir daha okuyalım:
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin! Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki: Senin gibi zayıf-ı mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve halis bir şükür ve ciddi ve safi bir hürmet ister. İşte o halis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillahirrahmanirrahîm’i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçi yap. (14. Lem’a 2. Makam)
Yazar: Sinan Yılmaz