a
Ana SayfaOn Dördüncü Lem'a İkinci Makam14. Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku güneş kadar zahirdir. Çünkü nasıl merkezî bir nakış…

14. Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku güneş kadar zahirdir. Çünkü nasıl merkezî bir nakış…

On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamını mütalaa ediyoruz. Kaldığımız yerden devam edelim:

“Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku güneş kadar zahirdir. Çünkü nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor.” (14. Lem’a 2. Makam)

Üstad Hazretleri bu makamda, rahmet-i İlahiyenin varlığını ve âlemdeki tahakkukunu ispat ediyor. “Vücudu” ve “tahakkuku” ifadeleri şu manaya bakabilir:

Terzi olmak elbise dikmeyi gerektirmez. Bir terzi elbise dikmese de terzidir. Yine âlim olmak kitap yazmayı gerektirmez. Bir âlim kitap yazmasa da âlimdir. Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın rahîm olması için illa merhametle tecelli etmesi gerekmez. Allahu Teâlâ, kâinatı ve eşyayı yaratmadan evvel de rahîm idi. Kâinatı yarattıktan sonra rahmetiyle tecelli etti ve rahmetin tahakkuku vukua geldi.

İşte “vücudu” ve “tahakkuku” ifadeleri böyle iki farklı manaya bakabilir. “Vücudu” ifadesi, Allah’ın rahmet sahibi olmasına yani rahmetin Allah’ın zatî ve ezelî bir sıfatı olmasına; “tahakkuku” ifadesi ise bu sıfatıyla âlemde tecelli etmesine bakabilir.

Ya da “vücudu” ve “tahakkuku” ifadeleri aynı manayı ifade etmekte olup, “tahakkuku” ifadesi tekit için gelmiş olabilir. Bu durumda mana, rahmetin âlemdeki varlığı ve her daim tecellisi olur.

Üstad Hazretleri, rahmetin vücudu ve tahakkuku için bir misal verdi. Dedi ki: “Nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor.”

Misali iyi anlamalıyız, zira hakikat bu misal üzerine oturacak. Bir halı düşünelim… Halının ortasında bir ceylan sureti olsun. Bu nakışlı ceylan sureti, ipliklerin intizamla dokunmasından hasıl olabilir. Yani daha ilk ipliği dokumadan ceylan sureti bir bütün olarak nazara alınmalı ve her iplik buna göre işlenmeli. Bütün düşünülmeden bir nakış yapılsa veya intizam bir an terk edilse suretin intizamı bozulur; o bozukluk da hemen göze çarpar.

Demek, merkezî bir nakış yani merkezde bulunan nakışlı bir suret, atkı ve iplerin intizamla dokunmasından hasıl oluyor. Atkı ve ipler gelişigüzel dokunsaydı ortada nakışlı bir suret olmaz, manasız bir çirkinlik olurdu.

Şimdi misalden hakikate geçeceğiz. Önce metni okuyalım:

“Öyle de bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nurani atkılar, kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.” (14. Lem’a 2. Makam)

(Daire-i kübra: Büyük daire / Sikke-i rahmet: Rahmet mührü / Hâtem-i rahîmiyet: Allah’ın şefkatini gösteren mühür / Nakş-ı şefkat: Şefkatin nakşı / Hâtem-i inayet: Yardım mührü / Nescetmek: Dokumak)

Misalimizdeki halı örneğinden yola çıkalım:

Halı, şu kâinattır ve yeryüzüdür. Halıdaki ceylan sureti, şu âlemdeki ve yeryüzündeki her bir varlıktır. Ceylanı dokuyan ipler ise Allah’ın isimlerinin nakışları ve tecellileridir.

Nasıl ki halıdaki nakışlı suret, atkı ve iplerin intizamla dokunmasından meydana geliyordu. Aynen bunun gibi, şu kâinattaki eşya da Allah’ın binbir isminin cilvesinden meydana geliyor ki bu isimler hâtem-i rahîmiyeti ve nakş-ı şefkati dokuyor; hâtem-i inayeti nescediyor.

Şimdi metni parçalayarak mütalaa edelim. Bu sayede mana daha net anlaşılacak:

Öyle de bu kâinatın daire-i kübrasında: Daire-i kübra “büyük daire” demektir. Zikredilen hakikat sadece küçük bir dairede değil, kâinatın daire-i kübrasında tecelli ediyor. Yani mezkûr hakikat bu kadar büyük ve şümullüdür; tecelligâhı olan kâinat kadar muazzamdır.

O hakikat de şudur:

Binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nurani atkılar: Üstad Hazretleri misalde, “Merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor.” demişti. Üstad Hazretleri misalden hakikate geçerken her zaman misalin ukdelerini muhafaza eder ve hakikati öyle beyan eder. Misalde “atkı ve “ip” dediğinden burada esmâ-i İlahînin cilvesini “nurani atkılara” benzetti. Nasıl ki halıdaki ceylan sureti, atkı ve iplerin intizamla dokunmasından hasıl oluyordu. Aynen bunun gibi, her bir varlık da nakışlı bir surettir; binbir ismin cilvesinden uzanan nurani atkılarla vücut bulmuştur. Yani mesela:

– Hâlık (yaratıcı) isminin nurani atkısı bebeğe uzanmış, bu ismin nakşıyla bebek dünyaya gelmiş.

– Sonra Muhyi (hayat veren) ismi nurani atkısını uzatmış, bebek hayat bulmuş.

– Sonra Musavvir (suret veren) ismi nurani atkısını uzatmış, bebek suret giymiş.

– Sonra Rab (terbiye eden) ismi nurani atkısını uzatmış, bebeğin aza ve cihazları vazifelerini yapmaya başlamış. Ve hakeza…

Yani Allahu Teâlâ’nın binbir isminin her bir cilvesi nurani bir atkıya benzemiş ve eşyayı nakış nakış dokumuş.

— Peki, bütün bu işlemeler neye göre yapılıyor?

Üstadımız dedi ki:

Kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet içinde: Binbir ism-i İlahînin bütün nakışları sikke-i rahmet içinde işliyor. Yani her bir ism-i Rabbanî rahmete uygun tecelli ediyor, rahmete göre cilvesini gösteriyor.

Mesela insan yaratılırken dili bir metre olsaydı Hâlık (yaratıcı) ismi yine tecelli etmiş olurdu. Ama bu dil insana zahmet verirdi. İşte Hâlık ismi, insan zahmete girmesin diye dil hususunda mevcut hâliyle tecelli etmiş, yani sikke-i rahmet içinde işlemiş.

— Peki, bütün bu işlemelerle ne ortaya çıkıyor? Halı misalimizde ceylan sureti ortaya çıkmıştı. Binbir ismin cilvesiyle ortaya çıkan şey nedir?

Üstadımız ortaya çıkan şeyi şöyle beyan etti:

Bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor: Allahu Teâlâ binbir ismi ile sikke-i rahmet içinde tecelli edince, hâtem-i rahîmiyeti (Allah’ın rahîmiyetinin mührünü) ve nakş-ı şefkati (Allah’ın şefkatinin nakşını) dokuyor. Yine hâtem-i inayeti (Allah’ın yardımının mührünü) nescediyor (dokuyor). Öyle bir nescediyor ki güneşten daha parlak bir şekilde kendini akıllara gösteriyor.

Başka bir ifadeyle: Rahîmiyetin mührü, şefkatin nakşı ve inayetin hâtemi, sikke-i rahmet içinde dokunuyor. Öyle dokunuyor ki güneşten daha parlak bir şekilde kendini akıllara gösteriyor. Nasıl ki gündüzün ortasında güneşin inkârı mümkün değildir. Aynen bunun gibi, aklı çıkarıp atmadıkça bu rahmeti inkâr etmek de mümkün değildir.

Zor bir yeri mütalaa ediyoruz. Biraz daha üzerinde durmak ihatayı kolaylaştıracaktır. Şimdi aynı metni cümle cümle okuyalım ve okurken her cümle üzerinde düşünerek ilerleyelim:

– Rahmetin vücudu ve tahakkuku güneş kadar zahirdir.

– Merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl olur.

– Öyle de bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nurani atkılar…

– Kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet içinde…

– Bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor…

– Bir hâtem-i inayeti nescediyor…

– Öyle ki güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Bir paragrafı anlayabilmek için ne kadar çok uğraştık değil mi? Belki de hâlâ tam anlayamadık ya da anladık da ihata edemedik. Üzerinde biraz daha çalışmak lazım…

Kardeşlerim, bir yeri anlamanın ölçüsü, o yeri ezberden anlatabilmek ve kitaba bakmadan izah edebilmektir. Eğer mütalaasını yaptığımız metni ezberden anlatabilirseniz sonraki cümleye geçebilirsiniz. Eğer anlatamıyorsanız geriye dönün ve metin üzerinde biraz daha çalışın. Çünkü mesele okumak değil, okuduğumuzu anlamak ve kâinat sayfasında cilvesini tefekkür etmektir.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin