a
Ana SayfaOnuncu Söz9. Hem hiç mümkün olur mu ki bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi…

9. Hem hiç mümkün olur mu ki bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi…

Onuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Hem hiç mümkün olur mu ki bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdaniyet ve samedâniyetini, zülcenaheyn bir mebus vasıtasıyla ilanını istemesin? (10. Söz)

(Rububiyet-i âmme: Umumi rububiyet / Saltanat-ı külliye: Küllî ve kapsamlı saltanat / Kesret: Çokluk / Zülcenaheyn: İki kanatlı / Mebus: Allah tarafından peygamberlik göreviyle gönderilmiş kimse)

Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.

“Rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi” ise bu rububiyetin kâinatın tamamında gözükmesi ve zerreden şemse kadar her şeyin bu rububiyete mazhar olmasıdır. Kim şu kâinata dikkatli bir nazarla bakarsa, bu rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesini tasdik eder.

Zerreden şemse kadar her şeyde bu rububiyet-i âmme gözüktüğü gibi, bu rububiyet-i âmmede Allah’ın vahdaniyeti ve samedâniyeti gözükür. Vahdaniyet Allah’ın birliği, samedâniyet ise Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin Allah’a muhtaç olmasıdır.

Evet, her şeyde Allah’ın vahdaniyeti ve samedâniyeti gözükür; ancak bunu her göz göremez ve her akıl keşfedemez.

İşte Allahu Teâlâ, kesret ve cüz’iyat tabakatında gözüken vahdaniyetini ve samedâniyetini bir resul vasıtasıyla ilan etmek istiyor. Bu resul de zülcenaheyn olmalıdır. Yani hem kul hem resul olmalıdır. Kul olması cihetiyle ubudiyet-i külliyeyi eda etmeli, resul olması cihetiyle de bu ubudiyet-i külliyeyi insanlara ders vermelidir. Bu meseleyi birazdan açacağız.

Metinde “kesret ve cüz’iyat tabakatı” ifadesi geçiyor. Biraz bu ifade üzerinde duralım:

Kesret ile “geniş daire” ve “büyük mahlukat”, cüz’iyat ile “dar daire” ve “küçük mahlukat” kastedilmiştir. Mesela:

– “Deniz” kesrete, “balık” cüz’iyata dâhildir.

– “Dağ” kesrete, “ağaç” cüz’iyata dâhildir.

– “Yeryüzü” kesrete, “çiçek” cüz’iyata dâhildir.

Bunlar gibi, büyük varlıklar kesrete, küçük varlıklar cüz’iyata dâhildir. Hem kesrette hem cüz’iyatta, hem nevde hem fertte, hem zerrede hem şemste, çiçekten galaksilere kadar her şeyde Allah’ın vahdaniyeti ve samedâniyeti tecelli eder. Bu vahdaniyet ve samedâniyet de bir resul vasıtasıyla ilan edilir ve nazar-ı dikkatler buna celbedilir.

Metne devam edelim:

Yani o zat, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur. (10. Söz)

İlk önce “ubudiyet-i külliye” kavramını açalım ve bunun rububiyet-i âmme ile ilişkisini beyan edelim:

Rububiyet-i âmmenin odak noktası insandır. Bütün mahlukat insanın hizmetine verilmiş, ona teshir edilmiş ve insanın faydasına uygun bir şekilde terbiye edilmiştir.

– Zehirli bir böcek insan için bal yapar.

– Elsiz bir böcek onun için ipeği dokur.

– Keçi, koyun, inek ve deve ona bir süt çeşmesi olur.

– Toprak bir kazan olur, onun için kaynar.

– Ağaçlar elleri hükmündeki dallarıyla meyveleri ona uzatır.

– Güneş lamba ve sobası; Ay kandili ve yıldızlar mumları olur.

Bunlar gibi, her bir mahluk insana musahhar olmuş ve ona hizmet eder. Âdeta şu koca kâinatın terbiyesi insana göre yapılmış. Şu göz önündeki rububiyet-i âmmenin odak noktası insandır.

— Peki, bu rububiyet-i âmme neyi iktiza ediyor?

— Bütün mahlukatı insanın emrine veren Allahu Teâlâ insandan ne istiyor?

— Bu rububiyet-i âmmeye mukabil insanın vazifesi nedir?

— İnsan bu teshirin şükrünü nasıl eda edecek?

Elcevab: Bu rububiyet-i âmme insandan ubudiyet-i külliye ister.

Ubudiyet-i külliye şudur: Şu âlemdeki her bir varlık kendine mahsus bir ibadetle meşguldür. Lakin hiçbirinin ibadeti külli değildir. İnsan ise kendisine verilen -başta akıl olarak- aza ve latifeleri cihetiyle külli bir ibadete namzettir. Namazından orucuna, haccından zekâtına, rükûsundan secdesine, duasından zikrine kadar, bir ibadetle meşguldür. Hatta insanın her bir aza ve latifesinin ayrı bir ibadeti vardır.

İşte göz önündeki şu rububiyet-i âmme, insandan bütün aza, cihaz ve latifeleriyle bir ubudiyet-i külliye ister. Zaten bu kadar aza, cihaz ve latifelerle teçhiz edilmesinin bir sebebi de bu ubudiyet-i külliyeyi eda edebilmesi içindir.

Şimdi sorumuz şu:

— İnsan bu ubudiyet-i külliyeyi kimden ve nasıl öğrenecek?

— Ona namaz kılmayı, oruç tutmayı, tavaf etmeyi, zikir çekmeyi vs. kim öğretecek?

— Aza, cihaz ve latifelerinin ibadetini ona kim ders verecek?

— Aklın ibadeti ne? Muhabbetin ibadeti ne? Gözün, dilin, kulağın ibadeti ne? Kalbin ibadeti ne? Bunları kim öğretecek?

Bütün bunları öğretecek olan zülcenaheyn resullerdir. Resullerin zülcenaheyn olması hem kul hem resul olmalarıdır. Kul olmaları cihetiyle ubudiyet-i külliyeye muhataptırlar, resul olmaları cihetiyle de bu ubudiyet-i külliyeyi insanlara ders vermekle muvazzaftırlar.

Evet, resuller gelmeli ve insanların nazarını kesretten vahdete çevirmeli. Allah’ın birliğini halka ilan edip, ubudiyet-i külliyeyi öğretmeli.

O hâlde bu delili şöylece maddeleyebiliriz:

1. Cenab-ı Hakk’ın şu kâinatta bir rububiyet-i âmmesi var. Bu rububiyetin odak noktası da insandır. Her şey insana teshir edilmiş ve onun hizmetine verilmiş.

2. “Rububiyet-i âmme ubudiyet-i külliye ister.” kaidesince, bu rububiyetin sahibi olan Allahu Teâlâ da insanlardan bir ubudiyet-i külliye istemekte ve onları ibadette görmeyi murad etmektedir.

3. İnsan tek başına ibadetin nevlerini keşfedemez, Rabbü’l-âlemin olan Allah’a nasıl ibadet edeceğini bilemez ve bunun yolunu bulamaz.

4. Bu durumda, ubudiyet-i külliyeyi insanlara ders verecek resullerin vücudu lazımdır. Bu resuller:

– Âlemdeki rububiyet-i âmmeyi insanlara göstermeli,

– Bu rububiyet-i âmmenin sahibini tanıtmalı,

– Vahdet-i İlâhiyeyi ve samedâniyeti halka ders vermeli,

– Rububiyet-i âmmeye mukabil insanlardan ubudiyet-i külliye istendiğini anlatmalı,

– Ve bu ubudiyet-i külliyenin nasıl yapılacağını insanlara öğretmelidir.

Bunlar olmazsa, şu göz önündeki rububiyet-i âmme manasını kaybeder hatta inkârı lazım gelir.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin