28. On İkinci Hakikat: Babu’r-Risaleti ve’t-Tenzil’dir. “Bismillahirrahmanirrahîm”in cilvesidir.
ON İKİNCİ HAKİKAT – ON İKİNCİ SURET
On İkinci Hakikat ile On İkinci Suretten kalan kısmın mütalaasını yaparken -önceki mütalaalara kıyasla- farklı bir usul takip edeceğiz. Şöyle ki:
Eserin başından buraya kadar: Önce temsilî hikâyeciği mütalaa ettik. Sonra ikinci makamın mukaddimesini mütalaa ettik. Daha sonra da 11 hakikati mütalaa edip On İkinci Hakikate geldik.
Buraya kadar bir parça tecrübe kazandınız ve hakikatler bir nebze de olsa ruhunuzda rüsuh peyda etti; mana açıldı ve cümleleri anlamak kolaylaştı. Yine kelime hazneniz çoğaldı.
Bu sebeplerden dolayı On İkinci Hakikatin mütalaasını şöyle yapacağız:
Önce metni sizler okuyacak, üzerinde çalışacak ve anladıklarınızı bir deftere yazacaksınız. Sonra metnin üzerinden ben kısaca geçeceğim. Bakalım, Risale-i Nurlar size ne kadar açılmış ve anlayışınız ne kadar gelişmiş.
Ayrıca bu sefer metni üç noktayla bölmeyeceğim ve orijinal şekliyle kaydedeceğim. Yine paragrafın altına kelimelerin manasını yazmayacağım. Yani bu mütalaayı kendiniz yapacaksınız.
Bu testi şundan yapıyorum: Benim bu risaleyi mütalaadaki tek amacım Onuncu Söz’ün anlaşılması değil. Yine farklı risaleleri mütalaa ederken sadece o risalenin anlaşılmasını gözetmiyorum. Asıl amacım Risale-i Nurların kişiye açılması ve doğru okuma usulünü öğrenmeleri…
Dolayısıyla Risaleler size ne kadar açıldı ve okuma usulünü ne kadar öğrendiniz, bunu test etme vaktimiz geldi. Şimdi metni teenni ve tefekkürle okuyun:
ON İKİNCİ HAKİKAT
Babu’r-Risaleti ve’t-Tenzil’dir. “Bismillahirrahmanirrahîm”in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya keşif ve kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin tahakkuk etmiş bin mucizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle hem kırk vecihle mucize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek, bütün kat’iyetle açtıkları ahiret yolunu ve küşad ettikleri cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin?
Geçen hakikatlerden anlaşıldı ki haşir meselesi öyle râsih bir hakikattir ki küre-i arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikati sarsamaz. Zira o hakikati Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfatının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekremi bütün mucizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu ispat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor.
Acaba hiç mümkün müdür ki haşir meselesinde Vâcibü’l-vücud ile bütün mevcudat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun; kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!
Sakın zannetme, delail-i haşriye, bahsettiğimiz on iki hakikate münhasırdır. Hayır, belki yalnız Kur’an-ı Hakîm, geçen şu on iki hakikatleri bize ders verdiği gibi, daha binler vücuha işaret edip her bir vecih kavî bir emaredir ki Hâlıkımız bizi bu dâr-ı fâniden bir dâr-ı bakiye nakledecektir.
Hem sakın zannetme ki haşri iktiza eden esma-i İlahiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, ahireti iktiza eder, belki istilzam eder.
Hem zannetme ki haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki bir vechi Sânie şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Mesela insanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sânii gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir.
Bazı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa hem Sânii hem haşri gösterir. Mesela ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasıl ki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, ahiret görünür.
Demek ki her şey lisan-ı hâl ile اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ okuyor ve okutturuyor. (10. Söz)
Şimdi On İkinci Sureti okuyacağız. On İkinci Suret, On İkinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. On İkinci Hakikati anlayan On İkinci Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir.
ON İKİNCİ SURET
Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki hadd ü hesaba gelmez emareler, deliller var ki: Şu kararsız mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem hadd ü hesaba gelmez işaretler, alametler var ki: Bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimisine gönderilecek.
Bahusus, gel sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim:
İşte gel, bak, şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yaver-i Ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yaver-i ekrem, bak o yüksekte ta’lik edilmiş ferman-ı a’zamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:
“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız. Eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa isyan edip dinlemezseniz müthiş zindanlara atılacaksınız.” gibi tebligatta bulunuyor.
Sen de görüyorsun ki o ferman-ı a’zamda öyle i’cazkâr bir turra var ki hiçbir vechile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman, padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir. Ve o parlak yaver-i ekremde öyle nişanlar var ki senin gibi körlerden başka herkes o zatı, padişahın pek doğru tercüman-ı evamiri olduğunu yakînen anlar.
Acaba o yaver-i ekrem, o ferman-ı a’zamla beraber bütün kuvvetiyle dava edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil. İlla ki bütün bu gördüğümüz her şeyi inkâr edesin.
Şimdi ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
— Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah, yüz bin defa şükür olsun ki vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halas oldum ve inandım ki: Bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır, biz de ona namzediz.
İşte haşir ve ahiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu.
Şimdi tevfik-i İlahî ile hakikat-i ulyâya geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil On İki mütesanid Hakikat ile bir Mukaddime beyan edeceğiz. (10. Söz)
Şimdi On İkinci Hakikatin bir özetini yapalım:
Üstadımız bu Hakikatte yine geniş bir pencere açtı. Açılan pencereleri şöylece maddeleyelim:
1. İlk önce Peygamberimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetini ahiretin delili yaptı. Bu hususta kalbe gelebilecek şüphelere mâni olabilmek için de meseleyi beş delille teyit etti:
A. Bütün enbiya mucizelerine istinad ederek Onun (a.s.m.) sözünü teyid etmiştir.
B. Bütün evliya keşif ve kerametlerine istinad edip Onun (a.s.m.) davasını tasdik etmiştir.
C. Bütün asfiya tahkikatına istinad ederek Onun (a.s.m.) hakkaniyetine şehadet etmiştir.
D. O Zat-ı Muhterem (a.s.m.) sözlerini bin mucizatının kuvvetine istinad ettirmiştir.
E. Yine sözlerini, kırk vecihle mucize olan Kur’an-ı Hakîm’in binler âyât-ı kat’iyesine istinad ettirmiştir.
Üstad Hazretleri bütün bunları ahiretin varlığına delil yaptı ve şöyle dedi:
“Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya keşif ve kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin tahakkuk etmiş bin mucizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle hem kırk vecihle mucize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek, bütün kat’iyetle açtıkları ahiret yolunu ve küşad ettikleri cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin?”
Bu maddelerin her birine uzunca bir şerh yazılabilir. Bizler mütalaayı uzatmamak için şerhi terk ediyor ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
2. Cenab-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnasını ahiretin varlığına delil yaptı. Zira Cenab-ı Hakk’ın bütün esmâ-i hüsnası ve sıfat-ı ulyâsı haşri iktiza etmektedir. Bizler bu iktizayı önceki Hakikatlerde mütalaa etmiştik.
Bu manayı şöyle ifade etti:
“Zira o hakikati Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfatının iktizası ile tesbit ediyor.”
“Hem sakın zannetme ki haşri iktiza eden esma-i İlahiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, ahireti iktiza eder, belki istilzam eder.”
3. Kur’an-ı Hakîm’i ahiretin varlığına delil yaptı. Zira Kur’an, bütün hakaik ve âyâtıyla haşri ispat ediyor.
Bu manayı şöyle ifade etti:
“Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu ispat ediyor.”
“Kırk vecihle mucize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek, bütün kat’iyetle açtıkları ahiret yolunu ve küşad ettikleri cennet kapısını…”
4. Kâinatın bütün âyât-ı tekviniyesini ve şuunat-ı hakîmânesini ahiretin varlığına delil yaptı. Zira bütün bu âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmâne haşri iktiza ediyor.
Bu manayı şöyle ifade etti:
“Hem zannetme ki haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki bir vechi Sânie şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder.”
5. İnsanın ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasını ve bu kabiliyetin kısa bir zamanda zeval bulmasını ahiretin varlığına delil yaptı.
Bu manayı şöyle ifade etti:
“İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sânii gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir.”
6. Cenab-ı Hakk’ın esmasına mazhar olan eşyanın ehemmiyetsizliğini ve az bir zamanda yaşamasını ahiretin varlığına delil yaptı.
Bu manayı şöyle ifade etti:
“Mesela ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasıl ki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, ahiret görünür.”
Bu maddelerin her biri üzerinde düşünmek ve derinden derine tefekkür etmek gerekir. Bizler sadece şu madde üzerinde biraz mütalaa yapacağız:
“Hem sakın zannetme ki haşri iktiza eden esma-i İlahiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, ahireti iktiza eder, belki istilzam eder.”
Evet, kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün İlahî isimler ahireti iktiza ve ispat eder. Yani hangi ismin kapısını çalsak ve ondan ahireti sorsak, bize “Ahiret vardır.” der.
Mesela “Selam” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, bize diyecek ki:
— Benim tecellime bak ve dikkat et! Bak, nasıl bütün mahlukat benim tecellim ile selamete çıkarılmış… İşte bütün selamet verilen işler, benim tecellim iledir. Selameti selamet yapan ise ancak ahiretin gelmesidir. Eğer ahiret gelmez ve benim tecellim sadece şu kısacık hayata münhasır olursa, bütün güzelliğim hiçe iner ve âdeta tecellim alaya ve istihzaya döner.
Demek, Selam ism-i şerifi, insanları fenadan, yokluktan, hiçlikten kurtarıp onları selamet yurdu olan cennete sokmakla da gözükecektir ki bu, Selam isminin en büyük tecellisidir.
Yine mesela, “hibe eden” manasındaki “Vehhab” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, bize şöyle diyecektir:
— Yokluktan varlık âlemine çıkışınızdan tutun size verilen cihazata kadar, ağaçlara takılan yapraklardan tutun sobanız olan güneşe kadar bütün hibeler benim tecellim iledir. Ancak hibeyi hibe yapan, devamıdır. Eğer ahiret gelmez ve ölüm bir son olursa, bütün bu hibeler manasını kaybeder ve bir istihzaya döner. Demek, tecellimin bir manasının olabilmesi ancak ahiretin gelmesi iledir. Zaten ben en azami mertebede cennette tecelli edeceğim…
Bunlar gibi her bir isim ahiretin varlığını ispat eder.
On İkinci Hakikatin mütalaasını tamamladık. Şimdi On İkinci Hakikati tekrar okumalı ve her cümle üzerinde tefekkür ederek hakikatleri kalbe işletmeye çalışmalıyız.
Yazar: Sinan Yılmaz