17. Birinci Hakikat: Bab-ı rububiyet ve saltanattır ki ism-i Rabbin cilvesidir.
Onuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Dördüncü İşaret: Nasıl ki hikâyede on iki suretle gördük ki hiçbir cihetle mümkün değil, öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmasına medar diğer daim. bir memleketi bulunmasın. (10. Söz)
(Muvakkat: Geçici / Müstekar: Sabit, değişmez / Saltanat-ı uzma: Büyük saltanat)
Üstadımız, “Hikâyede on iki suretle gördük ki” dedi. Bizler mütalaada hikâyenin giriş kısmını tamamlamış ve suretleri okumadan ikinci makama geçmiştik. Suretleri hakikatlerin peşinden okuyacağız.
Metne devam edelim:
Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki bu fâni âlemin bâki Hâlıkı, bunu icad etsin de bâki bir âlemi icad etmesin.
Hem mümkün değil şu bedî ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de müstekar ve daimi diğer bir kâinatı icad etmesin.
Hem mümkün değil bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtırı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dâr-ı ahireti halk etmesin.
Bu hakikate on iki kapı ile girilir. On iki hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız. (10. Söz)
(Bedî: Eşsiz derecede güzel, benzersiz / Zâil: Geçici, devamlı olmayan / Sermedî: Ebedî, baki / Müstekar: Sabit, değişmez / Meşher: Sergi, teşhir yeri)
Birinci dersimizde şöyle demiştik:
“Onuncu Söz iki makamdan oluşmaktadır. Birinci Makamda, bir temsilî hikâyecik ile birlikte 12 suret var. İkinci Makamda ise bir mukaddime ile birlikte 12 hakikat var. Birinci Makamda geçen suretler, İkinci Makamdaki hakikatlerin temsilleridir. Yani Birinci Makamdaki suretler, İkinci Makamdaki hakikatler ile izah edilmektedir.
Bu sebeple, bu eserin mütalaasında şöyle bir yol takip edeceğiz:
– İlk önce Birinci Makamdaki temsilî hikâyeciği okuyup, hikâyeye dair izahlar yapacağız.
– Daha sonra suretlere geçmeden direkt İkinci Makama geçeceğiz ve İkinci Makamın mukaddimesini okuyacağız. Bu mukaddimeyi mütalaa ve şerh edeceğiz.
– Birinci Makamın temsilî hikâyeciği ve İkinci Makamın mukaddimesi bittikten sonra şu şekilde mütalaaya devam edeceğiz: İlk önce Birinci Hakikati, daha sonra Birinci Sureti; sonra İkinci Hakikati ve İkinci Sureti; sonra Üçüncü Hakikati ve Üçüncü Sureti…
Bu şekilde bir hakikat ve bir suret okuyarak eserin tamamını mütalaa edeceğiz. Bunun sebebi, suretteki manaların hakikatlerde izah edilmesidir. Birinci Hakikat, Birinci Suretin izahıdır. İkinci Hakikat, İkinci Suretin izahıdır. Üçüncü Hakikat, Üçüncü Suretin izahıdır. Dördüncü Hakikat, Dördüncü Suretin izahıdır. Ve hakeza…
O hâlde diyebiliriz ki: Hakikatler anlaşıldığında suretler de anlaşılmış olacaktır.”
Böyle demiş ve mütalaaya başlamıştık. En başta temsilî hikâyeciği mütalaa ettik. Sonra İkinci Makamın mukaddimesini bitirdik. Şimdi sıra Hakikatleri ve Suretleri mütalaaya geldi. Hakikatleri ve Suretleri de üstte beyan ettiğimiz şekilde mütalaa edeceğiz.
Yine Hakikatleri mütalaada üç basamaklı bir usul takip edeceğiz:
1. İlk önce Hakikatlerde anlatılan mananın genel mütalaasını yapacağız. Bu mütalaa, akılları ve kalpleri Hakikatte zikredilen delile yaklaştırmak ve meseleyi kavratmak için.
2. Hakikat ve Suretlerde geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Yani metni okumaya başlamadan önce metinde geçen kavram ve ibarelerin manasını öğreneceğiz.
3. Hakikat ve Suretleri teenni ve tefekkür ile okuyacağız. Bu basamakta izah ve şerh yapmayacak, sadece kelimelerin manasını paragrafın altına yazacağız.
O hâlde diyebiliriz ki: Birinci ve ikinci basamaktaki mütalaa, üçüncü basamaktaki mütalaaya çıkabilmek için birer merdiven vazifesi görecek.
Hakikat ve Suretleri sizler mütalaa edeceksiniz. Ben sadece sizleri bu mütalaaya hazırlayacak ve metinde geçen ibare ve kavramların izahını yapacağım. Birinci Hakikat ve Birinci Sureti mütalaa ettiğimizde bu usulü daha net anlayacaksınız.
Mütalaaya başlamadan önce -başta da dikkat çektiğimiz- şu noktaya tekrar dikkat çekmek istiyorum:
Onuncu Söz’de Üstadımız şöyle bir yol takip etmiştir:
Haşrin ispatına dair 12 hakikat vardır. Her hakikatte üç basamaklı bir yol takip edilmiştir.
Birinci basamak: Üstadımız birinci basamakta, ilgili ismin kâinattaki tecellisini göstermektedir. Bu basamakta Allah’ın varlığına ya da ahiretin vücuduna dair hiçbir şey yoktur. Bu basamakta olan tek şey, gözün de gördüğü şu âlemdeki fiiller ve tecellileridir.
Mesela Birinci Hakikatte “Rab” ve “Sultan” isminin, İkinci Hakikatte “Kerim” ve “Rahim” isimlerinin, Üçüncü Hakikatte “Hakîm” ve “Âdil” isimlerinin tecellilerinden bahsedilmiştir. Bu basamakta anlatılanlara kişinin itiraz edebilmesi mümkün değildir. Zira anlatılan her şey göz önündedir.
Demek birinci basamakta sadece kâinattaki fiillerden ve tecellilerinden dem vurulmuştur.
İkinci basamak: Bu basamakta Üstadımız fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan mevsufa geçmektedir. Malumdur ki fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz.
Demek her bir hakikatte aynı zamanda Allah’ın ispat-ı vücudu da yapılmaktadır. Yani her bir hakikat hem haşri hem de Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Hatta Allah’ın varlığının ispatı, haşrin ispatından önce ikinci basamakta yapılmaktadır.
Hülasa bu basamak, birinci basamakta bahsedilen fiilin veya ismin gösterilerek, “Bu fiilin faili ve bu ismin müsemması kimdir?” sorusunun sorulduğu basamaktır.
Üçüncü basamak: Birinci basamakta fiil ve tecellisi anlatılıp, ikinci basamakta faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, üçüncü basamakta o ismin ahireti gerektirdiği ve o sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.
Şimdi, Birinci Hakikat ile Birinci Suretin mütalaasına başlayalım. Üstadımız Birinci Hakikatte, Cenab-ı Hakk’ın “Rab” ve “Sultan” ismini kullanarak ahiretin varlığını ispat ediyor.
BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN SALTANAT-I RUBUBİYET
Şimdi, gözümüz önündeki şu kâinatta küçük bir gezinti yapalım ve bu âlemde hükmeden saltanatı görelim:
Bilinen yaklaşık 500 milyar galaksi -bu sadece büyük boyutlu galaksilerin sayısıdır- ve her galakside de yaklaşık 300 milyar yıldız vardır. Bu yıldızlar hem kendi etrafında dönmekte hem de bağlı oldukları sistemle birlikte belirli yörüngelerde dönmektedir.
Üstelik evrendeki hız kavramı -dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında- akıl almaz boyutlardadır. Milyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler ve galaksiler uzay içinde müthiş bir süratle hareket ederler.
Üzerinde yaşadığımız Dünya saatte 1.670 km hızla kendi ekseni etrafında ve 108.000 km hızla da Güneş’in etrafında döner. Güneş Sistemi’nin galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati saatte 720.000 km iken, Samanyolu Galaksisi’nin uzaydaki hızı saatte 950.000 km’dir. Durmaksızın devam eden hareket öylesine yoğundur ki Dünya ve Güneş Sistemi her sene, bir önceki sene bulunduğu yerden 500 milyon kilometre uzakta bulunur.
— Acaba böyle intizamlı bir hareketin tesadüfen olması hiç mümkün müdür?
— Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi şoförün maharetine bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da kâinattaki şu intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?
Kâinata başka bir cihetten baksak:
Kâinat öyle bir saraydır ki yıldızlar bu sarayın kandilleridir. Dünya ise bu sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş bu odanın lambası ve sobası; Ay ise gece lambasıdır.
Dünyanın lambası olan Güneş, Dünya’mızdan 1.300.000 defa daha büyüktür.
Bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi’nde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır.
— Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz?
— Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kimdir?
Güneş’in merkez sıcaklığı 20 milyon santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı.
— Acaba Güneş sobasını söndürmeden yakan kimdir?
Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150 milyon km’dir. Samanyolu Galaksisi’nin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir.) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, Samanyolu Galaksisi’nin bir yanından öbür yanına gitmek için 15 milyar 800 milyon yıla ihtiyacımız olurdu.
Bilim adamları 7.000 civarında kuyruklu yıldız tespit etmiştir. Bu sayılar her geçen gün artmaktadır. En kısasının kuyruk uzunluğu 300 milyon km’dir.
Şimdi dikkat edin! Size hayalin dahi tasavvurdan âciz kalacağı bir yıldızdan bahsedeceğiz:
Canis Majoris… Bu yıldız o kadar büyüktür ki içine tam bu kadar Dünya sığmaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000
Telaffuzunu yapamadığımız bu kadar Dünya’yı içine koysak Canis Majoris Yıldızı ancak o zaman doluyor. Bu nasıl bir büyüklüktür!..
Dilerseniz, biraz da dünyamıza bakalım:
Dünyamızda 1.000.000 farklı tür vardır. Her bir türü bir tabura benzetirsek, dünya ordugâhında 1.000.000 tabur ve her bir taburun da hadsiz efradı vardır. Sadece sinek taburunda bir yaz mevsiminde yaratılan fertler, kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlardan daha fazladır.
Evet, dünya öyle bir ordugâhtır ki her taburun milleti farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır.
Kâinatta ve dünyada hüküm süren saltanatı anlatmak için ne zaman yeter ne de söz. Bu kadarla iktifa edip ikinci basamağa geçelim:
İKİNCİ BASAMAK: BU SALTANATIN SULTANI KİMDİR?
Biliyoruz ki bir köy muhtarsız, bir şehir valisiz ve bir memleket sultansız olmaz ve olamaz.
— Acaba hiç mümkün müdür ki şu kâinatta gözüken muhteşem saltanat sultansız ve meliksiz olsun?
Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanın varlığına ve ihtişamına delalet eder. Aynen bunun gibi, bu kâinat sarayı dahi maliki, sahibi ve sultanı olan Allahu Teâlâ’nın vücuduna delalet eder.
— Acaba basit bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür?
Hem intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, bu ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal vermeyiz. Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki bu ordu bir kumandana bağlıdır ve onun emriyle hareket etmektedir.
— Acaba böyle küçücük bir ordunun idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanat ve nebatat ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür?
Hem dediğimiz gibi, bu öyle bir ordudur ki milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır.
— Böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür?
Bu ordunun öyle bir meliki vardır ki hiçbirini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz. Bu ordu misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse, büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde, kumandanları olan Allah’ı Melik ve Sultan isimleriyle bizlere tanıttırır.
Bu ordunun sultanı olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek ancak göz önündeki saltanatı inkâr etmekle mümkündür. Göz önündeki saltanatı inkâr edemeyen, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ’yı da inkâr edemez. Demek Cenab-ı Hakk’ın varlığı, göz önündeki şu kâinatın varlığı kadar açıktır ve bedihidir.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: RAB VE SULTAN İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Birinci basamakta, kâinattaki saltanatı bir nebze de olsa gördük ve kâinatta küçük bir gezinti yaptık.
İkinci basamakta, “Fiiller failsiz, isimler müsemmasız olamaz.” kaidesini kullanarak, göz önündeki saltanattan bu saltanatın sahibi olan Allah’ın varlığına ve Onun Rab ve Sultan ismine ulaştık.
Bu üçüncü basamakta ise Allah’ın Rab ve Sultan isimlerinin ahireti iktiza etmesi üzerine konuşacağız:
Malumdur ki en küçük sultanlar dahi saltanatlarının izzetini korumak ve haşmetini muhafaza etmek için, kendilerine güzel hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza verir. Mükâfat ve ceza, saltanatın ve terbiyenin olmazsa olmazıdır.
Hatta bir asi, sultana isyan edip, “Sultan beni yakalayamaz, bana ceza veremez, gücü bana yetmez…” dese, o sultan saltanatının haşmetini korumak için o asiyi yakalamalı ve onu hapse atmalıdır. Faraza memleketinde bir hapishane olmasa bile saltanatının haşmetini muhafaza etmek için o asiye bir hapis yapmalı ve onu yakalayarak o hapse atmalıdır. Ta ki saltanatının izzeti muhafaza edilsin ve izzet zillete inkılap etmesin!
Madem her sultan saltanatının izzetini korumak için, kendisine hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza vermek zorundadır. O hâlde şimdi soruyoruz:
— Acaba Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ, kendisine hizmet edenlere bu dünyada hakkıyla mükâfat veriyor mu?
— Ve kendisine isyan edenleri bu dünyada hakkıyla cezalandırıyor mu?
Hayır, vermiyor ve cezalandırmıyor! Ne Ona hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görüyor ve ne de Ona isyan edenler hak ettikleri cezaya uğruyor.
O hâlde şimdi yine soruyoruz:
— Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ’nın, saltanatının izzetini ve haşmetini koruması için ne yapması gerekir?
Elcevab: Bir mükâfat ve ceza yeri açması; bu dünyada kendisine hüsn-ü hizmet edenlere orada mükâfat vermesi, isyan edenleri de orada cezalandırması gerekir. Bu olmazsa, Cenab-ı Hak -hâşâ- saltanatının izzetini muhafaza etmemiş olur.
Zira bir kâfir küfrünün lisan-ı hâliyle der ki: Ey Sultan olduğunu bildiren Allah! Sen beni yakalayamazsın, beni cezalandıramazsın, beni hapsine atamazsın; sen cehennemi yaratamazsın, senin gücün ahireti yaratmaya yetmez…
Evet, bütün bu sözler ve daha yazmaya cesaret edemediklerimiz, kâfirin lisan-ı hâliyle söylediği ve küfrün neticesi olan sözlerdir. Eğer -faraza- Allahu Teâlâ’nın cehennemi yaratmak için hiçbir sebebi olmasaydı, sadece kâfirin bu sözlerinden dolayı cehennemi yaratır ve onu oraya atarak saltanatının izzetini muhafaza ederdi.
Şimdi, bu delili maddeler hâlinde özetleyerek meseleyi biraz daha kavrayalım:
1. Zerrelerden yıldızlara ve atomlardan galaksilere kadar, şu kâinatta muhteşem bir rububiyet ve saltanat gözükmekte ve bu saltanat her yerde hükmetmektedir.
2. Bir köyün muhtarsız, bir şehrin valisiz, bir memleketin sultansız ve bir sarayın meliksiz olması mümkün olmadığı gibi, bu kâinatta hükmeden saltanat-ı rububiyetin de sultansız olması mümkün değildir. Bu sultanı kabul etmemek ancak göz önündeki şu saltanatı inkâr etmekle mümkündür. Göz önündeki saltanatı inkâr etmek ise aklı olan hiç kimse için mümkün değildir.
3. Sultanlar kendilerine hizmet edenlere mükâfat verir. Bu, saltanatın izzetini muhafaza etmek içindir. Hâlbuki bu âlemin sultanına hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görmemektedir. O hâlde bu mükâfatın verileceği başka bir memleket olmalıdır. Ta ki saltanatın izzeti muhafaza edilebilsin.
4. Sultanlar kendilerine isyan edenlere de ceza verirler. Bu, saltanatlarının haşmet ve izzetlerini korumak içindir. Hâlbuki bu âlemin sultanı olan Allahu Teâlâ’ya isyan edenler bu dünyada hakkıyla ceza görmemektedir. O hâlde bu cezanın verileceği başka bir memleket olmalıdır. Ta ki saltanatın izzeti ve haşmeti muhafaza edilebilsin.
5. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Rab” ve “Sultan” isimlerini inkâr etmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın “Rab” ve “Sultan” isimlerini inkâr edebilmek için de şu kâinatta gözüken haşmetli saltanat-ı rububiyeti inkâr etmek gerekir. Demek, kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan Zatı inkâr edemez. Ve bu Sultanı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez. Zira saltanatın izzeti ancak ahiretin gelmesiyle muhafaza edilebilir.
Birinci Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Birinci Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz iki madde var:
1. “Bab-ı rububiyet” ifadesi: Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, suret vermesi, aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması; mahlukunu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.
Biraz daha açalım: Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatları vardır. Bu sıfatlar; tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme) gibi fiille ilgili olan sıfatlardır. Bütün bu sıfatların tecellisine Allah’ın rububiyeti denir.
“Bab-ı rububiyet” ise “rububiyet kapısı” demektir. Üstadımız ahiretin ispatı için, “On iki kapı ile girilir. On iki hakikat ile o kapılar açılır.” demişti. Birinci Hakikatte ahiretin ispatına rububiyet kapısından giriyor; rububiyetin de saltanatını ahirete delil yapıyor.
2.Böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin: Her cemal ve kemal sahibi kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek ister. Bu sırdan dolayı, sonsuz cemalin ve kemalin sahibi olan Allahu Teâlâ da zatî cemalini ve nihayetsiz kemalini görmek ve göstermek istemiş ve bu hikmetle şu âlemi icat etmiş.
Kemalâtını hakkıyla göstermek için de hiçbir abesiyete ve israfa müsaade etmemiş, eşyayı gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlarla icat etmiş. Her bir varlığı bir mektub-u Rabbânî, bir kaside-i Sübhânî ve bir âyine-i esmâ-i İlahî tarzında yaratmış; bir ağaca, meyveleri adedince hikmetler takmış ve her şeyde bir gaye ve maksat takip etmiş.
Konumuz bu gaye ve maksatların izahı olmadığından bu kapıyı burada açmıyor, kendi makamına havale ediyoruz.
Mütalaa usulünü izah ederken demiştik ki:
Mütalaada üç basamaklı bir usul takip edeceğiz:
1. İlk önce Hakikatlerde anlatılan mananın genel mütalaasını yapacağız. Bu mütalaa, akılları ve kalpleri Hakikatte zikredilen delile yaklaştırmak ve meseleyi kavratmak için.
Birinci Hakikatin genel mütalaasını yaptık ve bu basamağı geçtik.
2. Hakikat ve Suretlerde geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Yani metni okumaya başlamadan önce metinde geçen kavram ve ibarelerin manasını öğreneceğiz.
Birinci Hakikatte geçen -belki bir nebze kapalı olan- iki maddenin izahını yaptık ve bu basamağı da geçtik.
3. Hakikat ve Suretleri teenni ve tefekkür ile okuyacağız. Bu basamakta izah ve şerh yapmayacak, sadece kelimelerin manasını paragrafın altına yazacağız.
BİRİNCİ HAKİKAT
Bab-ı rububiyet ve saltanattır ki ism-i Rabbin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden müminlere mükâfatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalalete mücazat etmesin? (10. Söz)
(Bab-ı rububiyet ve saltanat: Saltanat ve rububiyet kapısı / Şe’n-i rububiyet: Rububiyetin şanı / Saltanat-ı uluhiyet: Allah’ın ilahlığının saltanatı / Bahusus: Bilhassa / Âlî: Yüksek / Makasıd: Maksatlar / Mücazat: Cezalandırma)
Şimdi Birinci Sureti okuyacağız. Birinci Suret, Birinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Birinci Hakikati anlayan Birinci Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için bir temsildir.
BİRİNCİ SURET
Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır. (10. Söz)
(Hüsn-ü hizmet: Güzel hizmet / Muti: İtaat eden / Mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme)
Birinci Hakikatin mütalaasını tamamladık. Mütalaadaki usulü daha iyi kavramanız için Birinci Hakikatin mütalaasını bir daha okumanızı tavsiye ediyorum. Zira her bir hakikati bu usulle işleyeceğiz. Usulü burada iyi kavrayın ki sonraki mütalaalarda kolaylık olsun.
Yazar: Sinan Yılmaz