21. Beşinci Hakikat: Bab-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediyedir. İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cilvesidir.
BEŞİNCİ HAKİKAT VE BEŞİNCİ SURET
Üstad Hazretleri Beşinci Hakikatte, ahiretin varlığını “Mucîb” ism-i şerifi ile ispat ediyor. Bu ispatta şu basamakları takip ediyor:
Birinci basamak: Bu basamakta “Mucîb” isminin tecellisinden bahsediyor ve yapılan dualara icabeti gösteriyor.
İkinci basamak: Bu basamakta, “Fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz.” sırrınca, Mucîb isminin tecellisinden, perde arkasındaki Cenab-ı Mevla’ya ve O’nun “Mucîb” ismine ulaşıyor.
Üçüncü basamak: Bu basamakta şu mantığı kuruyor: En adi bir mahlukun, en küçük bir ihtiyacı için yaptığı duaya icabet eden Zat, elbette en büyük bir kulunun, en yüksek bir matlubu için yaptığı duaya icabet edecektir.
Üstadımız bu basamakta, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın duasını ahiretin varlığına delil yapıyor.
Dördüncü basamak: Bu basamakta, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın duasını ahirete delil yaparken, Efendimiz (a.s.m.)’ın risaletinin delillerinden de bahsediyor ve bu sayede Efendimiz (a.s.m.) hakkında kalbe gelebilecek şüpheleri yok ediyor.
Bizler Mucîb isminin ahireti iktizasını üç başlıkta mütalaa edeceğiz.
BİRİNCİ BASAMAK: MAHLUKATIN DUASI VE BU DUALARA YAPILAN İCABET
Dua iki kısma ayrılır:
Birincisi: Dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denir.
İkincisi: Hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denir. Lisan-ı hâlle yapılan dualar da üçe ayrılır:
1. Lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması lisan-ı ihtiyaçla yapılan bir duadır. Çiftçi o hâliyle ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı hâlî dualar lisan-ı ihtiyaçla yapılan dualardır.
2. Lisan-ı istidat ile yapılan dualar: Bu dualar kabiliyetin lisan-ı hâliyle yapılan dualardır. Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar lisan-ı istidat ile yapılan dualara misaldir.
3. Lisan-ı ızdırar ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanıyla yapılan dualardır. Bu durumda kişi âdeta hâli ile Allah’a yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.
Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl.
Lisan-ı hâl de kendi içinde üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.
Ancak şunu da belirtelim ki: Yapılan bütün dualar hikmet-i İlahiye sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda yedi milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-ı istidat ile Allah’a dua edip ıstakoz olmak istiyor. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakozla dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi olacaktı. Diğer hayat sahiplerinin haklarının korunması ve zayi olmaması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul edilmektedir.
Şimdi, delili mütalaaya başlayalım:
Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.
Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualara bir icabettir.
Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca, arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihazat ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi, diğer bütün mahlukat da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. Bütün bu istemekler lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki onların dualarına icabet ediliyor.
Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su insan olmak istiyor. Bir yumurta rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor. Bütün bunlar lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor.
Yine bazen oluyor ki bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor; ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor; ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor; hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sukut ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor; tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor; birden ona şifa veriliyor.
Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sukut ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.
Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahîm’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece O’na yöneliyor, O’nun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu o anda ona ihsan ediliyor.
Kim var ki “Ben istedim ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin isteğinden daha güzel bir surette ona verilir.
Mesela o bir erkek çocuk ister, Allahu Teâlâ ona Hazreti Meryem gibi bir kız çocuk verir. Bu durumda, “Duası kabul olmadı.” denilmez; “Duasına daha güzel bir surette icabet edildi.” denilir.
Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şey ister. Mesela zenginlik ister ama zengin olunca azacağını bilmez. Her şeyin akıbetini en iyi bilen Allahu Teâlâ, kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten, istediği zenginliği ona vermez; bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini yapar.
Hem bazen kişi fâni dünyasının saadeti için dua eder ama duası ahireti için kabul olunur; ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda, “Duası reddedildi.” denilmez; belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.
Madem Cenab-ı Hak hakîmdir; biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, tabip ona sıtması için sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi; maksudunun en iyisini yerine getirdi.
Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Her ses işitilip, her duaya cevap veriliyor. Hatta en küçük bir ihtiyaç, en küçük bir mahluktan gelse ona yardım edilip, duasına icabet ediliyor.
İKİNCİ BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN MUCÎB KİMDİR?
Şimdi soruyoruz:
— Hayvanatın ve nebatatın lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualara icabet eden ve onları böyle nâzeninâne besleyen kimdir?
— Tohumu çiçek, çekirdeği ağaç, bir damla suyu insan yapan ve mahlukatın lisan-ı istidat ile yaptıkları dualara icabet eden kimdir?
— Kimdir sebepler sukut ettiğinde mahlukatın yardımına koşan? Zorda kalmışların lisan-ı ızdırarla yaptıkları dualara icabet eden?
— Kimdir her sesi işiten, her duaya cevap veren, her muztarın yardımına koşan ve ona rahmet ile imdat eden?
Bütün bu “kim”lerin tek bir cevabı vardır, o da Allah’tır.
Mahlukatın lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları dualara cevap verilmesi Allah’ın varlığının delili ve O’nun Mucîb isminin ispatıdır.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: MUCÎB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Bu âlemin sahibi olan Zat mucîbtir; her duaya cevap verir ve icabet eder. Her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder.
— Acaba hiç mümkün müdür ki Allahu Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve kâl lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin; sonra da en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin?
— Ve bilhassa insanlar içindeki en makbul kul ve en sevgili mahluk olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)’ın ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kellâ!
Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaçla yaptığı bu duaya yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş; aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem lisan-ı ihtiyaçla, hem lisan-ı istidatla, hem de lisan-ı ızdırarla istemektedir.
— Acaba hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak en hakir bir mahluk olan sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin; sonra da bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin ama gökyüzünün sesini işitmesin; bu hiç mümkün müdür?
Elbette değildir! Madem mümkün değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine -kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan- ahireti ve cenneti yaratmıştır.
Bilhassa ebedî saadet için dua edenler içinde dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O kul Hazreti Muhammed (a.s.m.)’dır.
— Hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak “Habibim” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?
Eğer ahiretin yaratılması için hadsiz esbab olmasaydı, sadece şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelirdi ve ahiretin varlığını ispata yeterdi. Zira öyle bir Zattan istiyor ki O’nun için cenneti yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.
Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icat ederek haşrin yüz binler numunesini gösteren bir Kadir-i Mutlak’a cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
Demek, nasıl ki Peygamberimizin risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen bunun gibi, ubudiyeti ve duası dahi ahiretin açılmasına sebebiyet verdi.
Şimdi, bu delili maddeleyerek pekiştirelim:
1. İnsanların, hayvanatın ve nebatatın lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet ediliyor.
2. Bu icabet, perde arkasındaki bir Zatın vücudunu ispat eder ve bu Zatı bizlere “Mucîb” ism-i şerifiyle tanıtır.
3. Madem O zat mucîbtir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir, o hâlde ahiret için yapılan dualara da elbette icabet edecektir.
4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde O zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hazreti Muhammed (a.s.m.) vardır. Bu zat bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış, o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esmâ-i İlahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette bu duanın reddolunması ve ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.
Beşinci Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Beşinci Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz 13 madde var:
1. Şu kâinatın maliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder: Rububiyet: Allahu Teâlâ’nın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır. (Rububiyetin daha geniş izahını önceki derslerde yapmıştık.)
Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir rahmetle rububiyet etmesi, rububiyete ait fiillerde rahmetle muamele etmesidir. Rububiyetin bütün fiillerinde Allah’ın rahmeti gözükür ve bu ef’al rahmet-i İlahiyeye dayanarak tecelli eder. Mesela bir kuşu ele alalım:
– Kuşun yoktan yaratılması rububiyetin tecellisidir.
– Ona hayat verilmesi; göz, kanat, ayak gibi azaların takılması rububiyetin tecellisidir.
– Ona uçmanın öğretilmesi, yolunun ilham edilmesi ve yaşam şartlarına uygun terbiye edilmesi rububiyetin tecellisidir.
– Ona bir şekil ve suret verilmesi, vazifesinin öğretilmesi, duygularla teçhiz edilmesi rububiyetin tecellisidir.
– Rızıklandırılması, hâlden hâle sokulup son şeklini alması ve vakti geldiğinde öldürülmesi rububiyetin tecellisidir.
Bunlar gibi, kuşun üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok rububiyet tecellisi vardır. Bütün bu tecelliler Allah’ın rahmetine dayanmaktadır. Yani Allahu Teâlâ rahmetiyle rububiyet etmektedir.
2. O zat nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadıdır: Efendimiz (a.s.m.)’ın risaleti ve insanları hidayete davet etmesi, saadet-i ebediyenin husulüne sebep ve vusulüne vesiledir.
Vusulüne vesile olmasının manası açık. Bunun manası şudur: Ebedî saadete ancak Efendimiz (a.s.m.)’a tabi olmakla ulaşılır. Onun sözünü dinlemeyen, sünnetinden yüz çeviren ve ona tabi olmayan; değil ebedi saadete ulaşmak, kokusunu bile duyamaz.
Saadet-i ebediyenin husulüne sebep olması ise şudur: Cenab-ı Hak bu dünyayı bir imtihan yurdu olarak yaratmış; peygamberler göndermekle kendisini bildirmiş, insanları ve cinleri iman ve amelle mükellef kılmıştır. Buna mukabil de saadet-i ebediyeyi vaat etmiştir.
Eğer peygamberler gönderilmeseydi, insan iman ve ubudiyetle mükellef olmazdı. Nitekim Eş’arî itikadına göre, ehl-i fetret Allah’a imanla mükellef değildir. Çünkü onlara göre, akıl tek başına Allah’ı keşfedemez.
Şimdi sorumuz şu:
— İnsan iman ve amelle mükellef olmayınca, saadet-i ebediyeye nasıl namzet olacak ve bu saadeti neyle kazanacak?
Nitekim bir kısım âlimler ehl-i fetretin iman ve amelle mükellef olmaması sebebiyle, saadet-i ebediyeden mahrum kalacaklarını bildirmiş. Mesela İmam-ı Rabbani Hazretleri, “Onlar toprak olur.” demiş. Bir kısım âlimler, “Araf denilen yerde kalırlar, cennete giremezler.” demiş.
Şunu anlatmaya çalışıyoruz:
İnsanın saadet-i ebediyeye namzet olabilmesi için mükellef olması lazım. Mükellef olması için de bir peygamberin hidayet davetini işitmiş olması lazım.
O hâlde diyebiliriz ki:
— Eğer peygamberler gönderilmeseydi ahiret yurdu yaratılmaz, ebedî saadetin yurdu olan cennet icat edilmezdi. Cennetin icadının bir sebebi de peygamberlerin hidayet davetidir. Zira ancak bu daveti işitmekle insanlar mükellef olup ebedî saadete namzet olmuştur.
O zaman şöyle desek:
— Peygamberler hem bu imtihan yurdunun açılmasına hem de ebedî saadetin icadına bir sebeptir. Peygamberler olmasaydı, ne dünya, ne cennet, ne de ebedî saadet olurdu.
Bu söz doğrudur, haktır ve hakikattir.
Bütün peygamberlerin hidayet daveti ebedî saadetin icadına bir sebeptir. Eğer peygamberler olmasaydı bütün insanlar ehl-i fetret olup iman ve amelle mükellef olmazdı. Mükellef olmayınca da saadet-i ebediyeye nail olmazdı.
Üstad Hazretlerinin -bu makamda- diğer peygamberlerin davetini zikretmeyip bunu sadece Peygamberimize hasretmesi şu sebeplerdendir.
1. Konumuz Peygamberimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetidir. Diğer peygamberlerin nübüvveti değildir.
2. Hidayete davet vazifesini en ekmel surette Peygamberimiz (a.s.m.) yapmıştır. Onun hidayet daveti diğer peygamberlerin davetinin fevkindedir.
3. Onun bu daveti kıyamete kadar devam edecektir. Hâlbuki diğer peygamberlerin daveti kesilmiştir.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı, Üstadımız sadece Efendimizin hidayet davetini zikretmiş ve bu davetin saadet-i ebediyenin husulüne -yani icadına- vesile olduğunu beyan etmiş.
İşin özü: Saadet-i ebediyenin yaratılması peygamberlerin insanları hidayete davet etmesiyle oluyor. Peygamberlik mesleği olmasaydı cennet ve ebedî saadet olmazdı. Demek, hem diğer peygamberlerin daveti hem de Efendimiz (a.s.m.)’ın daveti saadet-i ebediyenin husulüne bir sebeptir.
Sonra Üstadımız dedi ki: Ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadıdır.
Saadet-i ebediyenin ve cennetin yaratılışının birçok sebebi vardır. Faraza bu sebeplerin hiçbiri olmasaydı, sadece Efendimiz (a.s.m.)’ın duası ve ibadeti ahiretin icadına kâfi bir sebep olurdu. Peygamberimizin duası ve ubudiyeti saadet-i ebediyenin vücuduna ve cennetin icadına vesiledir.
3. Ubudiyeti ise ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın ubudiyeti bütün ümmetin ubudiyetini tazammun eder ve içine alır. Çünkü ümmet ibadet hususunda onu taklit etmiş ve ibadeti ondan öğrenmiştir. İbadetleri farz, vacip, sünnet ve müstehap olarak dörde ayırsak, farzı da vacibi de sünneti de müstehabı da bizlere Peygamberimiz öğretmiş; ilk önce bu ibadetleri kendisi eda etmiş ve onun eda ettiği gibi eda etmemizi emretmiştir. Dolayısıyla Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ibadeti bütün ümmetin ibadetini içine almıştır. Zaten bir ferd, aslı Peygamberimiz (a.s.m.)’dan alınmayan bir ibadeti icat etse, bu bidattır ve merduttur.
Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ubudiyetinin muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun etmesi ise şudur: Muvafakat “uygun olma, tevafuk etme” manasındadır. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ubudiyeti ile diğer peygamberlerin ibadeti arasında bir tevafuk vardır. Mesela -eda şekillerinde farklılık olsa da- diğer peygamberlerin de namazı vardı, orucu vardı, zikir ve virdleri vardı.
Diğer peygamberlerin ubudiyet namına neleri varsa ve hangi ibadetleri eda etmişlerse, onların tamamı -eda şekillerinde farklılık olmakla birlikte- Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ubudiyetinde mündemiçtir. İşte bu cihetle, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ubudiyeti muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder.
4. Hem öyle beka gibi bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile “Oh, evet. Ya Rabbena, ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.” diyorlar: Bütün mevcudatın beka için yapılan duaya âmin demeleri, kıymetsizlikten ve manasızlıktan kurtulmaları içindir. Üstadımız Dördüncü Hakikatte şöyle demişti:
“Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder. Evet, durub-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, ‘Tüh, ne kadar çirkindir!’ der; o güzelin güzelliğini nefyeder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla ‘Ekşidir.’ der, gümler gider.”
Üstad Hazretleri aynı hakikate metnin devamında şöyle dikkat çekiyor:
“Bütün mahlukatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten; a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.”
Yine aynı hakikati şöyle ifade ediyor:
“Zat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki şu kâinatın mevcudatı; esmâ-i İlahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faydasız, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) duasına âmin dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan Süreyya’ya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar.”
Hülasa: Mevcudatın beka için yapılan duaya âmin demeleri kıymetsizlikten, manasızlıktan, abesiyetten ve tesadüfün oyuncağı olmaktan kurtulup, mektubat-ı Samedâniye derecesine çıkmak ve birer muvazzaf memur olmak içindir.
Tabii bu bir temsildir. Mevcudatın -mezkûr hikmetlerin tahakkuku için- beka istemesi, onların âmin demeleriyle temsil edilmiştir. Yoksa mahlukat lisan-ı kâl ile âmin dememektedir.
5. Nev-i beşerin hülasa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden: Üçüncü maddede izah ettiğimiz bu meseleyi farklı bir şekilde tekrar izah edelim:
Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın ubudiyeti, nev-i beşerin ubudiyetini havidir. Yani nev-i beşer ibadet namına ne yapmışsa, bütün bunların zübdesi, özü ve asılları Efendimiz (a.s.m.)’ın hakikat-i ubudiyeti içindedir.
Bunun sebebi şudur: İnsan fikri tek başına, ibadetin ne olduğunu ve eda edilme şekillerini keşfedemez. Hatta bu sırdan dolayı, ehl-i fetret ibadetle mükellef değildir.
İnsanın ibadetle mükellef olabilmesi için, bir peygamber gönderilmeli ve nev-i beşere ibadetlerin eda şekilleri öğretilmeli. O peygamber ibadetleri ve eda şekillerini hem öğretmeli hem de kendisi eda ederek numune-i imtisal olmalı.
Bundan da şu çıkıyor: Hiçbir ümmet, peygamberinin yapmış olduğu ibadetten daha ötesini yapmamıştır. Çünkü ümmet ibadet şeklini kendi peygamberinden öğreniyor. Peygamberinin öğretmediği şey ibadet değildir ki onu işlemekle ibadet etmiş ve peygamberini geçmiş olsun.
Bu da şu neticeyi veriyor: Madem ümmet-i Muhammed’e bütün ibadet şekillerini Hazreti Muhammed (a.s.m.) öğretmiştir. Hem kâlen öğretmiş hem de hâlen eda ederek numune-i imtisal olmuştur. O hâlde hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde bütün nev-i beşerin hülasa-i ubudiyeti mevcuttur.
6. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor: Cümlenin mütalaasına şu soruyla başlayalım:
— Cemal ve kemal sahibi zat ne ister?
Elcevab: Kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister.
— Peki, cemal ve kemal sahibi zat ebedî ve sermedî ise ne ister?
Elcevab: Ebedî bir şekilde gözükmek ve daimî bir şekilde tezahür etmek ister.
— Peki, ebedî bir şekilde gözükmek için ne gerekir?
Elcevab: İki şey gerekir:
1. Cemalinin ve kemalinin gözükeceği memleketin ebedî olması.
2. Müştak seyircilerin baki olması.
Ebedî bir cemal ve sermedî bir kemal, fâni bir tecelliye ve fâni seyircilere razı olmaz. Tecelli etmek için baki bir memleket istediği gibi, cemalini ve kemalini seyredecek seyircilerin de bekasını ister. Zira seyirci olmazsa cemal ve kemalinin tezahürünün bir manası olmaz.
Şimdi bu dünyaya bakıyoruz: Bu dünya fâni olduğu gibi, içindeki seyirciler de fânidir. Dünya o cemal ve kemalin tezahürüne ne hakkıyla mahal olabilmekte, ne de müştak seyirciler şu kısa ömürde o cemal ve kemali hakkıyla görebilmektedir. Bu durumda, bu cemal ve kemalin gözükeceği baki ve daimî bir memleket ve misilsiz cemali seyredecek baki seyirciler lazımdır. Bu da ahireti iktiza eder.
Üstadımız, özetini yaptığımız hakikati, “Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor.” ifadesiyle beyan etti. Ahireti bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istemek, o isimlerin baki bir surette tecelli etmeyi istemesi ve bunun da ahireti iktiza etmesidir.
Yine “O esmadan şefaat talep ediyor.” ifadesi, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın dua ederken o esma hürmetine ahireti istemesidir. Mesela “Ya Rabbi, Rahman ismin hürmetine, Rahim ismin hürmetine, esmâ-i hüsnan hürmetine istiyorum…” demesi gibi.
7. Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu: Hadis inkârcılarının iliştiği mezkûr hadis-i şerif üzerine biraz konuşalım:
Bu hadis-i şerif ile kastedilen mana şudur:
– Cenab-ı Hak şu kâinatı gayet güzel bir şekilde yaratıp bir mescid-i zikir ve şükür yaptı.
– İçindeki her bir varlığa zâkir ve şâkir sıfatını verdi.
– Mevcudatı birbirine ahbap ve kardeş yaptı.
– Cansız varlıklar Allah’ın ayetlerini okuyan musahhar bir memur oldu.
– Her bir varlık Rabbânî bir mektup, İlahî isimlerin bir aynası ve âyât-ı tekviniyenin bir sayfası oldu.
– İnsan zelil ve âciz hayvanlar sırasından çıkıp hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükseldi.
Ve daha bunlar gibi, birçok kudsi hakikat şu âlemde tecelli etti ve bu âlemi güzelleştirdi.
Ancak bu manalar küfür gözüyle bakıldığında gizlendi ve saklandı. Hatta zaman-ı fetrette yaşayıp Allah’a iman etmiş olanlar bile bu manaları göremedi, okuyamadı. Çünkü bu hakikatler ancak bir peygamberin irşadıyla ve talimiyle öğrenilir. Bir peygamber bu dersi yapmazsa:
– Kâinat umumi bir mâtemhâne şeklinde görünür.
– Bütün mevcudat birbirine karşı yabancı ve düşman vaziyeti alır.
– Dağlar ve yıldızlar gibi cansız varlıklar birer cenaze hükmünde görünür.
– Hayvan ve insanlar yetimler gibi olup, ölümün ve firakın korkusundan feryat ediyorlar şeklinde gözükür.
– Kâinat bir oyuncak hükmünü alır. Hikmet gizlenir, her şey abesiyete inkılap eder.
– İnsanlar hayvanlardan daha aşağı, daha zelil ve hakir olur.
Şimdi sorumuz şu:
— Kâinatı en güzel şekilde yaratan Allahu Teâlâ, kâinatın böyle çirkin bir şekil almasına müsaade eder mi?
Elbette etmez.
Madem etmez, o hâlde peygamberler göndermeli ve peygamberlerin lisanıyla kâinatın bu güzel şeklini insanlara bildirmelidir. Bu olmazsa şu güzel kâinat dehşetengiz bir şekil alır ve bir vahşetgâha döner.
O hâlde diyebiliriz ki:
— Eğer peygamberler gönderilmeyecek olsaydı kâinat yaratılmazdı. Çünkü kâinatın güzelliği ancak peygamberlerin irşadıyla ortaya çıkar. Bu irşad olmazsa kâinat çirkinleşir; Allahu Teâlâ da çirkin gözüken bir kâinatı yaratmaz.
O hâlde şöyle dense:
— Allah peygamber göndermeyecek olsaydı kâinatı yaratmazdı.
Bu söz doğrudur.
— Peki, peygamberler içinde bu vazifeyi en ekmel şekilde yapan kimdir?
Elcevab: Hz. Muhammed (a.s.m.)’dır.
O hâlde şöyle dense:
— Eğer Hz. Muhammed (a.s.m.) olmasaydı âlem de olmazdı.
Bu söz haktır ve hakikattir. Bu sözde Peygamberimizin yaptığı vazifeye atıf vardır. Yani eğer bu vazife yapılmayacak olsaydı, kâinatın bir manası olmayacağından dolayı kâinat da yaratılmazdı. Ve yine bu vazifeyi en layık şekilde yapan Hz. Muhammed (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı.
İşte لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ “Eğer sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” manasındaki hadis-i kudsi bu hakikate işaret ediyor. Hadisin manasını biraz daha açsak şöyle ifade edebiliriz:
— Ey Habibim! Eğer sen âlemin manasını insanlara ders vermeyip kâinatın güzelliğini göstermeyecek olsaydın ben bu âlemi yaratmazdım. Çünkü âlem o zaman karanlığa düşerdi ve bir vahşetgâh olurdu. Âlemin güzelliği ancak senin irşad ve taliminle vücud buldu. Seni yaratıp bu vazifeyi sana yaptıracağım için âlemi yarattım. Seni yaratmayacak olsaydım âlemi de yaratmazdım…
İşte hadisin manası budur. Bu mana da ispat eder ki: Peygamberimizin risaletinin bir delili de kâinatın varlığıdır. Çünkü şu kâinat, Peygamberimiz (a.s.m.) gibi bir tarifatçı ve teşrifatçıyı iktiza eder.
8. Misilsiz cemal-i rububiyet: Rububiyetin manasını daha önce defaatle izah etmiştik. Ancak hakikatler, birkaç defa okumakla kişide meleke hâline gelmez. Bu sebeple, “Ne kadar çok tekrar edilse yine de azdır.” diyelim ve rububiyet kavramını tekrar izah edelim:
Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, suret vermesi, aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması; mahlukunu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.
Biraz daha açalım: Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatları vardır. Bu sıfatlar; tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme) gibi fiille ilgili olan sıfatlardır. Bütün bu sıfatların tecellisine Allah’ın rububiyeti denir.
“Cemal-i rububiyet” ise bu fiillerin en güzel şekilde tecelli etmesidir. En güzel şekilde yaratmak, en mükemmel şekilde beslemek, en güzel şekilde tezyin etmek gibi…
9. Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zatın sıbgı ile sıbgalansa yani manevi rengiyle renklense: Sıbg “boya” manasındadır. Herhâlde Üstadımızın bu kelimeyi kullanma sebebi Kur’an’daki şu ayettir:
صِبْغَةَ اللّٰهِ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةً
Ayetteki “sıbg” kelimesi “boya” manasında olup, bununla “İslam” kastedilmiştir.
Nev-i beşerin humsunun o zatın sıbgı ile sıbgalanması, insanların beşte birinin İslam dinine girmesi ve Müslüman olmasıdır. Üstadımız bu hakikati Mesnevî’de şöyle beyan ediyor:
“Tebliğ ettiği dini de harika bir süratle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir.” (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
“Arzın nısfı” ifadesi de şu manadadır: Peygamberimiz (a.s.m.)’ın getirdiği boyayla boyanan ve insanlığın beşte birini teşkil eden Müslümanlar, yeryüzünün yarısını kaplamıştır. Yani yeryüzünün yarısı Müslümanların ikameti sayesinde İslam rengiyle boyanmıştır.
Hülasa: insanların beşte biri ve yeryüzünün yarısı, Efendimiz (a.s.m.)’ın manevi boyası olan İslam diniyle boyanmıştır.
10. Ekser enva-ı kâinat, o zatın birer meyve-i mucizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa: Üstad Hazretleri bu meseleyi On Dokuzuncu Mektup’ta şöyle izah ediyor:
“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mucizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumi olduğu için, hemen ekser enva-ı kâinattan birer mucizeye mazhardır. Güya nasıl ki bir padişah-ı zîşanın bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî eder, onu alkışlar.
(Mütennevi: Çeşitli / Ekser enva-ı kâinat: Kâinatın nevlerinin çoğu / Akvam: Kavimler / Mecma: Toplanma yeri / İstikbal: Karşılama / Mümessil: Temsilci / Hoşâmedî: Hoş geldine gitme)
Öyle de Sultan-ı ezel ve ebed’in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere mebus olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlık’ı tarafından umum kâinatın hakaikine karşı alâkadar olan envar-ı hakikat ve hedâyâ-yı maneviyeyi getirdiği zaman; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut ta Ay’dan, Güneş’ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşâmedî demiş.” (19. Mektup)
(Küre-i arz: Yeryüzü / Mebus: Resul / Hakaik: hakikatler / Envar-ı hakikat: Hakikat nurları / Hedâyâ-yı maneviye: Manevi hediyeler / Hoşâmedî: Hoş geldine gitme)
İşte ekser enva-ı kâinatın, o zatın birer meyve-i mucizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlaması; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tutun ta Ay’dan, Güneş’ten, yıldızlara kadar her taifenin, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın bir mucizesine mazhar olmasıdır. Sanki her nevden bir fert vekil olmuş ve Peygamberimize -onun mucizesine mazhar olmak cihetiyle- hoş geldin demiştir.
11. Şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurâne, alîmane, hakîmane olduğu hâlde… hiçbir cihetle mümkün değildir ki o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın: Mesela bir sinek üzerinde biraz tefekkür edelim:
Sineğe kanat takmak, ona beş bin petekli göz vermek, uçmasını öğretmek, vurkaç tekniğini talim etmek, onu maddi ve manevi cihazat ve azalarla donatmak gibi fiiller, Allahu Teâlâ’nın şuurâne, alîmane ve hakîmane ef’alindendir. Sinekteki bu tasarrufa ve sineğin terbiyesine bakan, bu işlerde Allah’ın ilmini, hikmetini, kudretini, sem’ini, basarını ve diğer sıfatlarını görür.
Şimdi sorumuz şu:
— Hiç mümkün müdür ki Allahu Teâlâ, en hakir mahlukunu görsün, bilsin, ona hikmetle muamele etsin; sonra bu âlemin en mümtaz ferdi olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)’ı görmesin, bilmesin ve duasını işitmesin?
— Ya da işitsin de icabet etmemekle bir hikmetsizlik yapsın?
— Bütün tasarrufatında şuurâne, alîmane, hakîmane olduğu hâlde, kendi masnuatı içindeki en mümtaz ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın?
Yüz bin defa hâşâ ve kellâ…
12. Üç yüz bin kitap hükmünde olan muntazam enva-ı masnuatı, o tek sahifede kemal-i intizam ile yazıp dercetmek: Kitab-ı kâinat üzerine şöyle bir tefekkür yapabiliriz:
– Kâinat, kalem-i kudretle yazılmış bir kitaptır.
– Dünya bu kitabın bir babı ve bölümüdür.
– Yeryüzü bu kitabın bir sayfasıdır.
– Her bir nev tek başına bir kitaptır.
– Bir nevin tek bir ferdi -mesela tek bir elma ağacı- kendi kitabının bir kelimesidir.
– O ferdin bir uzvu -mesela ağaçtaki bir elma- kendi kitabının bir harfidir.
– Meyvenin çekirdeği ise bu kitabın noktasıdır. Bu öyle bir noktadır ki kâinat kitabının bütün manası bu noktada kaydedilmiştir.
Netice: Her bir nevi bir kitap kabul ettiğimizde, yeryüzü sayfasında üç yüz bin kitap yazılmıştır. (Bu rakamlar Üstad Hazretlerinin zamanına aittir. Şu andaki rakamlar milyonu aşmıştır.)
13. İnkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir. Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılab-ı ezdad içinde bi’l-bedahe bin derece muhal şudur ki zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Mesela nihayetsiz bir cemal hakiki cemal iken, hakiki çirkinlik olsun. İşte şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemal-i rububiyet, cemal-i rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve batıl misallerin en acibidir:
İnkılab-ı hakaik, hakikatlerin zıtlarına dönmesi demektir. Mezkûr cümlede üç farklı muhalden bahsediliyor:
1. İnkılab-ı hakaikin muhal olması: Mesela bir aslanın, aslanlık vasıflarını kaybederek kaplana dönüşmesi inkılab-ı hakaiktir. Yine bir yunus balığının, kendi vasıflarını kaybederek köpek balığına dönüşmesi inkılab-ı hakaiktir.
İnkılab-ı hakaik muhaldir ve imkânsızdır. Bir varlık kendi zatını bırakarak başka bir varlığa dönüşemez.
2. İnkılab-ı hakaik içinde muhal-ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılâbıdır: Bu muhalin önceki muhalden farkı şudur: Öncekinde kendi benzerine inkılap ediyordu. Bunda ise zıddına inkılap ediyor. Mesela bir ceylanın, ceylanlık vasıflarını bırakarak aslana dönmesi ya da bir balığın, balıklık vasıflarını kaybederek kuşa dönmesi buna misaldir.
Bu muhalde, bir varlığın hem zatı hem de sıfatları zıddına inkılap etmektedir. Ceylan son derece korkak ve ürkektir. Aslana döndüğünde zatı aslana benzemekle birlikte, sıfatları da aslanın sıfatlarına dönüşecektir. Yani son derece korkak iken cesur olacak, şanı kaçmak iken kovalamaya başlayacak…
Bu, inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender muhal (muhal içinde muhal) olan bir inkılaptır.
3. Bu inkılab-ı ezdad içinde bi’l-bedahe bin derece muhal şudur ki zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun: Bu da üçüncü muhaldir. Bu muhal şudur: Mesela ceylan, ceylan olarak kalacak ve kendi mahiyetini muhafaza edecek; bununla birlikte, aynı zamanda aslana dönecek. Yani hem ceylan hem aslan olacak. Ya da bir balık, balık olarak kalacak ve kendi mahiyetini muhafaza edecek; bununla birlikte, aynı zamanda kuşa inkılap edecek. Yani hem balık hem kuş olacak; iki zıddı kendinde cemedecek.
Bu muhal, diğer iki muhale kıyasla bin derece daha muhaldir.
Üstadımız bu muhalleri şu neticeye bağlıyor: Mesela nihayetsiz bir cemal hakiki cemal iken, hakiki çirkinlik olsun. İşte şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemal-i rububiyet, cemal-i rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve batıl misallerin en acibidir.
Eğer ahiret gelmezse, âlemde meşhud olan (göz ile görünen) ve varlığı kati olan güzellik çirkinliğe, hikmet israfa, inayet istihzaya, adalet zulme, rahmet ve şefkat de merhametsizliğe inkılap eder. Göz önündeki şu cemal-i rububiyet, kendi güzelliğini muhafaza ederken aynı zamanda tam bir çirkinliğe dönüşür. Kendi güzelliğini muhafaza eder; çünkü göz önündeki ef’aliyle güzelliğini ispat ediyor. Aynı zamanda tam bir çirkinliğe dönüşür; çünkü ahireti getirmemek tam bir çirkinliktir.
İş sadece bununla da kalmaz. Aynı zamanda, bu fiillerin delaletiyle nihayetsiz hakîm olan, muîn olan, adil olan, rahim ve rauf olan Allahû Teâlâ’nın -hâşâ yüz bin defa hâşâ- müsrif, zalim, gaddar ve sefih olduğuna zehap edilir.
Demek ahireti inkâr etmek, mezkûr muhalleri kabul etmekle ve Allah hakkında böyle iftiralar atarak müthiş cinayetler işlemekle mümkündür.
Beşinci Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Beşinci Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız Beşinci Hakikati kolayca anlayabilirsiniz. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
BEŞİNCİ HAKİKAT
Bab-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediyedir (a.s.m.). İsm-i Mucîb ve Rahîm’in cilvesidir.
(Mucîb: Dualara icabet eden)
Hiç mümkün müdür ki: En edna bir haceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden… ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden… lisan-ı hâl ve kâl ile istenilen her şeye icabet eden… nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab… en büyük bir abdinden (Haşiye-1), en sevgili bir mahlukundan en büyük hacetini görüp bitirmesin, is’af etmesin; en yüksek duayı işitip kabul etmesin?
(Edna: Basit, küçük / İs’af: Yardım isteğini yerine getirme)
Evet, mesela hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütuf ve suhuleti… gösteriyor ki şu kâinatın maliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder… Rububiyetinde bu derece rahîmane bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlukatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin?.. Bu hakikati On Dokuzuncu Söz’de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim:
(Suhulet: Kolaylık / Efdal: En faziletli / Mükerreren: Tekrarla)
Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: “Bir adada bir içtima var, bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor.” Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip fikren asr-ı saadete ve hayalen Ceziretü’l-Arab’a gidiyoruz… Ta ki Resul-i Ekrem (a.s.m.)’ı vazife başında ve ubudiyet içinde görüp ziyaret ederiz. Bak! O zat nasıl ki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür… Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve cennetin vesile-i icadıdır.
(İçtima: Toplanma / Yaver-i ekrem: Yüksek rütbeli ve çok değerli memur / Tecerrüd: Uzaklaşma / Ceziretü’l-Arab: Arap yarımadası / Sebeb-i husul: Meydana gelme sebebi / Vesile-i vusul: Ulaşmanın vesilesi / Sebeb-i vücudu: Varlığının sebebi / Vesile-i icadı: İcadının vesilesi)
İşte bak! O zat öyle bir salât-ı kübrada, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki… güya bu cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder… Çünkü ubudiyeti ise ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi… muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder.
(Salât-ı kübra: En büyük namaz / İbadet-i ulyâ: Pek yüce ibadet / Cezire: Yarımada / Tazammun: İçine alma)
Hem o salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-i uzmada kılar, niyaz ediyor ki güya benî Âdem’in Hazreti Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nurani ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmin derler. (Haşiye-2)
(Salât-ı kübra: En büyük namaz / Cemaat-i uzma: Büyük cemaat / Tebaiyet: Tabi olmak / İktida: Uyma)
Bak, hem öyle beka gibi bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki… değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile “Oh, evet. Ya Rabbena, ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.” diyorlar… Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bakiye istiyor ki bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor.
(Hâcet-i âmme: Umumi ihtiyaç / Hazînane: Hüzünlü bir şekilde / Mahbubane: Sevimli bir şekilde / Müştakane: Şevkle, çok isteyerek / Tazarrukârane: Yakarışla / Saadet-i bakiye: Baki ve daimi saadet)
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki… insanı ve bütün mahlukatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten… a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor.
(Esfel-i safilîn: Aşağıların en aşağısı / Fena-yı mutlak: Yokluk / Sukut: Düşme / A’lâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi)
Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ile istiyor… ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki… güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor. (Haşiye-3)
(Fîzar-ı istimdadkârane: Yardım istercesine bir feryat / Niyaz-ı istirhamkârane: Rahmet dilercesine bir dua / Vech: Aşk)
Bak, hem öyle semî ve kerîm bir Kadîr’den, öyle basîr ve rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki… bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafi bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisan-ı hâl ile de olsa icabet eder… Öyle suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki… şüphe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hastır.
(Bilmüşahede: Görüldüğü gibi, gözlerimizle görüyoruz ki / Zîhayat: Hayat sahibi / Hafi: Gizli / Suret-i hakîmane, basîrane, rahîmane: Şefkat ederek, görerek ve hikmetli bir surette)
Acaba bütün benî Âdem’i arkasına alıp… şu arz üstünde durup… Arş-ı A’zama müteveccihen el kaldırıp… nev-i beşerin hülasa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden… şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat (a.s.m.) ne istiyor, dinleyelim… Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, cennet istiyor… Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun.
(Hülasa-i ubudiyet: İbadetin özü / Câmi: İçine alan / Ferîd-i kevn ü zaman: Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan)
Eğer ahiretin hesapsız esbab-ı mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti. (Haşiye-4)
(Esbab-ı mûcibe: Gerektirici sebepler / Delâil-i vücud: Varlığının delilleri)
Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir numunelerini icad eden Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
(Kadîr-i Mutlak: Sonsuz kudret sahibi)
Demek, nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
(Mana: Eğer sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.)
Acaba hiç mümkün müdür ki bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem… ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat… misilsiz cemal-i rububiyet… o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?.. Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz. (Haşiye-5)
(Hüsn-ü sanat: Güzel sanat / Misilsiz: Benzersiz /
Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubudiyetiyle de ahiretin kapısını açar. (10. Söz)
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمٰنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَدَارِ الْجِنَانِ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذٰلِكَ الْحَبيبِ الَّذى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلٰى اٰلِه وَ صَحْبِه اَجْمَعينَ وَ عَلٰى اِخْوَانِه مِنَ النَّبِيّينَ وَ الْمُرْسَلينَ اٰمينَ
(Mana: Rahman’ın salavatı, dünya ve cennetler dolusu onun üzerine olsun. Ey Allah’ımız! Kulun ve resulün olan, iki cihanın efendisi ve iki âlemin medar-ı iftiharı ve iki dünyanın hayatı ve iki cihan saadetinin vesilesi ve zülcenâheyn ve cin ve insin peygamberi olan şu Habibine, bütün âl ve ashabına ve nebî ve resul kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin.)
Haşiye-1: Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren… ve saltanatı devam eden… ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyade raiyeti bulunan… ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden… ve onun kemalâtına şehadet eden… ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden… ve arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zatın sıbgı ile sıbgalansa yani manevi rengiyle renklense… ve o zat onların mahbub-u kulûbü… ve mürebbi-i ervahı olsa… elbette o zat, şu kâinatta tasarruf eden Rabbin en büyük abdidir.
(Raiyet: Halk / Tecdid-i biat: Bağlılık sözünü yenileme / Evamir: Emirler / Nısf: Yarı / Hums: Beşte bir / Sıbg: Boya / Mahbub-u kulûb: Kalplerin sevgilisi / Mürebbi-i ervah: Ruhların terbiye edicisi)
Hem ekser enva-ı kâinat, o zatın birer meyve-i mucizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa… elbette o zat, şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlukudur.
Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir haceti ki… o hacet ise insanı esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor… Elbette o hacet, en büyük bir hacettir… ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kâdıyü’l-Hâcat’tan isteyecek.
(Hâlık: Yaratıcı / İstidat: Kabiliyet / Esfel-i safilîn: Aşağıların en aşağısı / A’lâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi / Kâdıyü’l-Hâcat: İhtiyaçları gideren Allah)
Haşiye-2: Evet, münacat-ı Ahmediye (a.s.m.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salavatları onun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirak-i umumidir… Hatta ona getirilen her bir salavat dahi onun duasına birer âmindir… ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumi bir âmindir…
İşte bütün beşerin, fıtrat-ı insaniyet lisan-ı hâliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyeyi… o nev-i beşer namına Zat-ı Ahmediye (a.s.m.) istiyor… ve beşerin nurani kısmı, onun arkasında âmin diyorlar… Acaba hiç mümkün müdür ki şu dua kabule karin olmasın?
(Fıtrat-ı insaniyet lisan-ı hâliyle: İnsanlığın yaratılışının ve tabiatının hâl lisanıyla / Karin: Yakın)
Haşiye-3: Evet, şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurâne, alîmane, hakîmane olduğu hâlde… hiçbir cihetle mümkün değildir ki o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.
(Mutasarrıf: Tasarruf eden, idare eden / Bilmüşahede: Görüldüğü gibi / Şuurâne: Şuurlu bir şekilde / Alîmane: Bilerek / Hakîmane: Hikmetli bir şekilde / Masnuat: Sanatla yapılmış eserler / Mümtaz: Seçkin / Ittıla: Bilgi)
Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavatına (dualarına) ıttılaı bulunduğu hâlde ona karşı lakayt kalsın, ehemmiyet vermesin.
(Mutasarrıf-ı Alîm: Alîm olan mutasarrıf / Ferd-i mümtaz: Seçkin fert / Ittıla: Bilgi)
Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm, onun dualarına lakayt kalmadığı hâlde, o duaları kabul etmesin.
(Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm: Son derece merhametli ve kudretli olan mutasarrıf)
Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti… İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti… ve göründü ki şu kâinatın mevcudatı; esma-i İlahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye… birer muvazzaf memur… ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar… Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faydasız, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.
(Mahiyet-i hakikiye: Bir şeyin içyüzü, aslı ve esası / Mektubat-ı Samedaniye: Samed olan Allah’ın mektupları / Fena-yı mutlak: Yokluk / Zulmet-i evham: Kuruntuların karanlığı)
İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) duasına âmin dedikleri gibi… arş ve ferş ve seradan Süreyya’ya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar… Zaten ubudiyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) ruhu duadır… Belki kâinatın harekâtı ve hidematı bir nevi duadır. Mesela bir çekirdeğin hareketi, Hâlıkından bir ağaç olmasına bir nevi duadır.
(Süreyya: Ülker takımyıldızı / Ferş: Yeryüzü / Sera: Yer)
Haşiye-4: Evet, ahirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde hadd ü hesaba gelmeyen harika sanat numunelerini… ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek… ve üç yüz bin kitap hükmünde olan muntazam enva-ı masnuatı, o tek sahifede kemal-i intizam ile yazıp dercetmek… elbette geniş olan âlem-i ahirette latif ve muntazam cennetin binasından ve icadından daha müşküldür… Evet, cennet bahardan ne kadar yüksek ise o derece bahar bahçelerinin hilkati, o cennetten daha müşküldür ve hayret-fezadır, denilebilir.
(Rûy-i zemin: Yeryüzü / Hayret-feza: Hayret verici)
Haşiye-5: Evet, inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir. Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender muhal, bir zıt kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılab-ı ezdad içinde bi’l-bedahe bin derece muhal şudur ki zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Mesela nihayetsiz bir cemal hakiki cemal iken, hakiki çirkinlik olsun. İşte şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemal-i rububiyet, cemal-i rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve batıl misallerin en acibidir.
(İnkılab-ı hakaik: Hakikatlerin zıtlarına inkılabı / İnkılab-ı ezdad: Zıtların inkılabı / Bi’l-bedahe: Apaçık bir şekilde / Meşhud: Gözle görülen / Kat’iyyü’l-vücud: Varlığı kati olan)
Şimdi Beşinci Sureti okuyacağız. Beşinci Suret, Beşinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Beşinci Hakikati anlayan Beşinci Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.
BEŞİNCİ SURET
Bak, bu işler içinde görünüyor ki o misilsiz zatın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor, her suale ve matluba cevap veriyor. Hatta bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse ya merhem ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: “Evet, evet biz de istiyoruz.” diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Hâlbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakiki hazinelerini, kemalâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki akılları hayrette bırakacak. Demek, bu meydan-ı imtihanda olanlar başı boş değiller, saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.
Yazar: Sinan Yılmaz