a
Ana SayfaOnuncu Söz29. Hatime: Geçen on iki hakikat birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder…

29. Hatime: Geçen on iki hakikat birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder…

HATİME

İlk önce Hatimede geçen meselelerin mütalaasını yapalım, daha sonra Hatimeyi okuyalım.

Üstad Hazretleri eserin Hatime bölümünde, kudret-i İlahiyenin nihayetsizliğinden bahsediyor ve bu hususta deliller sunuyor. İlk önce nuraniyet, şeffafiyet, intizam, imtisal ve muvazene sırlarını nazara veriyor. Bu sırları kısaca mütalaa edelim:

1. Nuraniyet sırrı: Üstad Hazretleri, kudret-i İlahiyenin her şeye aynı anda taalluk etmesine ve bunda hiçbir zahmetin olmamasına nuraniyet sırrını misal veriyor. Şöyle ki:

Ortaya bir lamba koyup etrafını binler aynayla donatsak, lamba bütün aynalarda aynı anda gözükür; bir aynada gözükmesi başka bir aynada gözükmesine mâni olmaz ve bunda hiçbir zahmet bulunmaz.

Aynen bunun gibi, kudret-i ezeliye de lamba gibi latif, nur ve nurların nurudur. Eşyanın hakikati, mahiyeti ve melekûtiyet ciheti ise lamba gibi şeffaf olup, kudret-i İlahiyeye mukabildir. Nuraniyet sırrıyla, kudret-i ezeliye hadsiz eşyada aynı anda tasarrufta bulunabilir; tedbir ve icat edebilir. Bir iş bir işe mâni olmaz ve hiçbir zahmet bulunmaz.

Tabii bu misal ve gelecek diğer misaller, hakikati akla yaklaştırmak için sönük birer dürbün ve kudret-i İlahiyenin nihayetsizliğini anlamak için basit birer misaldir. Yoksa bizler o kudret-i İlahiyenin mahiyetini anlamaktan ve nihayetsizliğini kavramaktan son derece âciziz. Âciz olduğumuz için de hakikate ancak misallerle bakabiliyoruz.

2. Şeffafiyet sırrı: Bu mütalaada şu maddeler üzerinde düşünelim:

1. Güneş Nur isminin zayıf bir aynasıdır. Buna rağmen hadsiz şeffaf eşyada ve semanın yıldızlarında aynı anda tecelli edip tasarrufta bulunabiliyor.

2. Yine ağızdan çıkan nurani bir kelam aynı anda yüz binler kulağa girebiliyor. Bir kulağa girmesi başka bir kulağa girmesine mâni olmuyor.

3. Yine nurani varlıklar olan melekler aynı anda binler yerde temessül edip tasarrufta bulunabiliyor.

4. Hatta bir derece nuraniyet kesbeden evliyaullah aynı anda birçok yerde temessül edip gözükebiliyor. Her bir temessül de aslın vasıflarına sahip oluyor.

5. Kudret-i İlahiye ise en latif ve en has bir nur olup, bütün nurların nurudur. Güneşin nuru bu nur yanında bir hiç hükmündedir.

6. Eşyanın mahiyeti, hakikati ve melekûtiyet ciheti ise şeffaf bir ayna hükmündedir.

7. Bu durumda, güneş nuraniyet ve şeffafiyet sırrıyla, hadsiz âyinelerde aynı anda tecelli edip tasarruf ettiği gibi, kudret-i ezeliye de hadsiz eşyada aynı anda tecelli edip tasarrufta bulunabilir. Güneşe zor gelmeyen, kudret-i İlahiyeye asla zor gelmez.

8. Zor gelmeyince de bütün eşyayı aynı anda icat edip onlarda tasarruf edebilir. O kudrete nispeten, koca âlemi icat etmek, bir sineği icat etmek kadar kolaydır. Baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar; öldükten sonra bütün insanları haşretmek, bir ağacı diriltmek kadar kolaydır.

Şeffafiyet ve nuraniyet sırları birbiri içine girmiş iki hakikattir. Mesela lamba ve ayna misalini ele alalım: Eğer bu misale lamba odaklı bakarsak “nuraniyet” sırrına misal olur. Aynadaki akis odaklı bakarsak “şeffafiyet” sırrına misal olur. Üstteki izahlara bu canipten bakılmalı; nuraniyet sırrında şeffafiyet hakikati ve şeffafiyet sırrında nuraniyet hakikati görülmelidir.

3. İntizam sırrı: İntizam sayesinde, çok kuvvet gereken işler kolayca yapılabilir. Bir gemiyi bir çocuğun sevk ve idare etmesi; bir uçağı bir kişinin uçurması; bir trenin bir kişi tarafından kolayca hareket ettirilmesi; bir astronotun roketle uzaya gitmesi buna misaldir.

Hatta bu hakikati ticarette de görüyoruz. Bir firmanın dünyanın bütün ülkelerinde binlerce şubesi oluyor; bütün bu şubeleri tek bir şube gibi idare edebiliyor. İdaredeki bu kolaylık intizam sırrından geliyor. Bazen de bir dükkânda intizam olmuyor; onun idaresi bin dükkân kadar zor oluyor.

Sözün özü: İntizam idareyi kolaylaştıran bir unsurdur ve intizam sayesinde az bir kuvvetle çok işler yapılabilir.

Şu âlemde de bir intizam vardır. Zerrattan seyyarata kadar her şey bu intizama tabidir. İntizam sayesinde atomların sevki ile seyyaratın sevki aynı kolaylıktadır. Bir zerreyi sevk etmek ile yıldızları sevk etmek arasında hiçbir fark yoktur. Allahu Teâlâ bir yıldızı döndürdüğü gibi, aynı kanunla galaksileri de döndürür; hepsini sapan taşı gibi çevirir.

Yine intizam sayesinde bir yaprağı beslemek ile ağacın bütün yapraklarını beslemek aynı kolaylıktadır. Çünkü bütün yapraklar aynı kanunlara ve aynı intizama tabidir.

Yine bir çiçeği yaratmakla bir baharı yaratmak müsavidir. Çünkü intizam vardır. Çiçek hangi kanunla yaratılıyorsa bahar da aynı kanunla yaratılmaktadır.

Biraz evvel beyan ettiğimiz hakikate tekrar dikkat çekelim: İntizam misali sadece hakikati akla yaklaştırmak içindir. Yani “İntizam sırrı olduğu için Allahu Teâlâ eşyayı kolayca idare ediyor; eğer bu intizam olmasaydı böyle kolay idare edemezdi.” gibi bir şey Allah hakkında söylenemez ve düşünülemez. Eğer Allah dileseydi intizamı kaldırır, her bir eşyayı farklı bir kanuna tabi kılar ve eşyayı son derece karışıklık içinde idare ederdi. Bu misaller, Allah’ın kudretine her şeyin kolay geldiğini akla yaklaştırmak için verilen misallerdir. İntizam olsun veya olmasın Allah’a her şey kolaydır. Kudretinde bir nihayet yoktur ki O’na bir şey zor gelsin. Çünkü kudreti zatîdir; bir şey zatî olsa zıddı ona ârız olamaz.

4. Muvazene sırrı: Bir terazinin iki kefesinde iki ceviz olsa, bu cevizler ağırlıkça birbirine müsavi olsa, hangi kefeye ufacık bir şey -mesela bir nohut- ilave edilse o kefe ağır basar. Bu durumda, nohut kadar küçük bir şey bir cevizi kaldırmış olur.

Şimdi aynı muhakemeyi iki güneş üzerine yapalım:

Bir terazinin iki kefesinde iki güneş olsa, bu güneşler ağırlıkça birbirine müsavi olsa, hangi kefeye ufacık bir şey -mesela bir nohut- ilave edilse o kefe ağır basar. Bu durumda, nohut kadar küçük bir şey bir güneşi kaldırmış olur.

Aynen bu misaller gibi, varlık ve yokluk da terazinin iki kefesinde bulunmaktadır. Mesela terazinin bir kefesinde bir kuşun var olması, diğer kefesinde ise yok olması vardır. Kuşun varlığı yokluğuna tercih edilip o kefeye kudret-i İlahiye taalluk ettiğinde kuş yoktan var olmakta; kuşun yokluğu tercih edilip o kefeye kudret-i İlahiye taalluk ettiğinde kuş vardan yok olmaktadır.

Şimdi aynı muhakemeyi kâinat üzerine yapalım:

Kâinatın varlığı ve yokluğu terazinin iki kefesinde bulunmaktadır. Terazinin bir kefesinde kâinatın var olması, diğer kefesinde ise yok olması vardır. Kâinatın varlığı yokluğuna tercih edilip o kefeye kudret-i İlahiye taalluk ettiğinde kâinat bir anda yoktan var olur. Kıyamet günü kâinatın yokluğu tercih edilip o kefeye kudret-i İlahiye taalluk ettiğinde ise bir anda vardan yok olur.

Bu hakikat bütün eşya için geçerlidir. Tabii bu sadece bir misaldir. İcattaki kolaylığı anlayabilmemiz için verilmiş bir misaldir. Yoksa Allahu Teâlâ için icatta zorluk ve kolaylık yoktur. Yani “Muvazene sırrı olduğu için Allahu Teâlâ eşyayı kolayca yaratıyor; eğer bu sır olmasaydı böyle kolay yaratamazdı.” gibi bir şey Allah hakkında söylenemez ve düşünülemez. Bu misaller sadece hakikati akla yaklaştırmak için sönük birer dürbündür. Misallere bu açıdan bakmak gerekir.

5. İmtisal sırrı: Emre itaat eden bir askeri idare etmekle emre itaat eden yüz bin askeri idare etmek aynı şeydir. Hepsi bir “Arş” emriyle hareket ederler, sultanlarına itaat ederler.

Aynen bunun gibi, şu mevcudat da emr-i İlahiyeye karşı muti birer nefer gibidir. Tamamının sevk ve idaresi, bir neferin sevk ve idaresi gibi kolaydır.

Hatimede bahsi geçen beş sırrı kısaca mütalaa ettik. Şimdi ikinci meseleye geçelim:

Üstadımız diyor ki: Bir şeyin kuvvet ve zaafça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Mesela hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. (Hatime)

Bir şeyde mertebenin olabilmesi için, o şeyin bir zıttı olmalı ve zıttı o şeye karşı gelmelidir. Bu kaideyi şu misallerle anlayabiliriz:

– Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesiyledir. Eğer karanlık olmasaydı ışıkta bir mertebe olmazdı.

– Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğuğun müdahalesiyledir. Eğer soğuk olmasaydı sıcaklığın mertebesi olmazdı.

– Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesiyledir. Eğer çirkinlik olmasaydı güzellikte mertebe bulunmazdı.

– Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesiyledir. Eğer açlık olmasaydı toklukta mertebe olmazdı.

– Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesiyledir. Eğer karşı bir kuvvet olmasaydı kuvvette mertebe olmazdı.

Eğer bir şeyin zıttı yoksa ve bir şeye zıddı müdahale etmezse o şeyde mertebe olmaz. Bu kaideden şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. Allah’ın zıttı yoktur.

2. Madem Allah’ın zıttı yoktur, o hâlde Allah’ın fiillerine müdahale eden de yoktur.

3. Madem müdahale yoktur, o hâlde Allah’ın kudretinde bir mertebe olmaz. Kudreti nihayetsiz olur.

4. Kudreti nihayetsiz olunca da bir çiçeği yaratmakla bir baharı yaratmak, bir sineğe hayat vermekle öldükten sonra bütün mahlukatı haşretmek o kudrete müsavidir. Hiçbir şey ona zor değildir.

Şimdi üçüncü meseleye geçelim:

Üstadımız diyor ki: Zatî olan bir şeyde meratib yoktur. Madem Kadîr-i Mutlak’ın kudreti zatîdir, mümkinat gibi ârızî değildir ve kemal-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise muhaldir ki tedahül etsin. (Hatime)

Metnin izahına geçmeden önce şu iki kelimenin manasını öğrenelim. Çünkü bu kelimeleri izah boyunca çok kullanacağız.

Zatî: Kendisi ile var olup sonradan takılmayan, zatına ait demektir.

Ârız: Sonradan takılan, sonradan olan şey demektir.

Şu âlemdeki hiçbir varlığın hiçbir sıfatı zatî değildir. Hepsi Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır ve bir hediyesidir. Zatî sıfatlar sadece Allah’a mahsustur. Zira kâinat sonradan yaratılmış ve içindeki varlıklar da sonradan icat edilmiştir. Yani varlıklar ezelî değildir. Kendisi ezelî olmayanın, sıfatları elbette ezelî ve zatî olamaz. Lakin biz Üstadımızın mezkûr ifadesini anlayabilmek için bazı şeyleri zatî kabul edeceğiz. Her ne kadar bu sıfatlar sonradan yaratılmışsa da yaratıldığı anda o eşyaya takıldığı için bir derece zatî kabul edilebilir.

Mesela güneşin sıcaklığı bir derece zatîdir. Güneş, yaratılmasıyla birlikte bu sıfata sahip olmuştur. Sıcaklığı bir derece zatî olduğundan dolayı sıcaklığın zıttı olan soğukluk güneşe ârız olamıyor, ona yaklaşamıyor ve yanaşamıyor.

— Çünkü kaidemiz neydi?

Bir şey zatî olduğunda onun zıddı ona ârız olamaz.

Sobanın sıcaklığına gelince, onun sıcaklığı zatî değildir. Yani soba “sıcak olma” sıfatına içinde bir maddenin yakılmasıyla sonradan sahip olmuştur. İşte bu sebepten dolayı, sıcaklığın zıttı olan soğukluk sobaya ârız olabiliyor. Odunu biten soba bir müddet sonra soğuyor.

Misaller çoğaldıkça meseleyi daha iyi anlayacağız. İkinci misalimiz:

Güneşin ışığı bir derece zatîdir. Yaratılmasıyla beraber ışığa sahip olmuştur. Işığı bir derece zatî olduğundan dolayı ışığın zıttı olan karanlık ona ârız olamıyor yani karanlık güneşe yaklaşamıyor. Çünkü bir şey zatî olduğunda onun zıddı ona ârız olamaz.

Fakat lambanın ışığı zatî olmayıp ârızî olduğundan -yani o cam parçasına sonradan takıldığından- ışığın zıttı olan karanlık lambaya ârız olabiliyor. Düğmeyi kapattığınızda lamba sönüyor ve karanlık oluyor. Hâlbuki güneşe karanlık ârız olamıyordu.

Üçüncü misalimiz:

Altın ve elmas gibi maddelerin parlaklığı bir derece zatî olduğundan dolayı solma onlara ârız olamıyor. Zira bir şey zatî olduğunda onun zıddı ona ârız olamaz.

Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise ârızî olduğundan -yani parlaklık o eşyaya sonradan takıldığından- parlaklığın zıttı olan matlık o eşyaya ârız oluyor ve onu solduruyor. Demek ki bir sıfat sonradan kazanılmışsa zıttı olan sıfat o eşyaya ârız olabiliyor. Ama bir sıfat zatî ise zıttı olan sıfat ona ârız olamıyor.

Son bir misal daha verelim:

Dünyamızın hareket etmesi ve kendi etrafında dönmesi bir derece zatî olduğundan hareketin zıttı olan sükûnet ve yerinde durmak dünyaya ârız olamıyor. Dünya devamlı dönüyor.

Fakat bir topacın hareketi ârızî olduğundan -yani dönme sıfatı onun zatî bir sıfatı olmadığından- hareketsizlik topaca ârız olabiliyor. Dönen topaç bir müddet sonra duruyor.

Şu kaideyi dört misalle anlamaya çalıştık: Bir sıfat zatî olursa zıttı olan sıfat o şeye ârız olamaz. Çünkü iki zıt aynı anda bir arada bulunamaz.

Şimdi, bu kaidenin Allah’ın kudretine bakan cihetini tahlil edelim:

Allah’ın kudret ve kuvveti zatîdir, kendindendir yani varlığı ile kaimdir. Başkasından alınmış veya sonradan kazanılmış değildir. Allah ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir. Bu durumun neticelerini şöyle maddeleyebiliriz:

1. Madem kudret sıfatı Allah’ın zatî bir sıfatıdır, o hâlde zıttı olan âcizlik Allah’a ârız olamaz. Çünkü bir sıfat zatî olduğunda zıttı ona ârız olamıyordu.

2. Madem âcizlik Allah’a ârız olamaz, o hâlde Allah’ın kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz.

3. Madem kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz, o hâlde eğer hikmeti müsaade ederse her an binlerce kâinatı yaratabilir. Güneşin ışık verme fiilinde bir damla ile deryanın veya bir çiçek ile yıldızların farkı olmadığı gibi, Allah’ın kudretine nispeten de az-çok, büyük-küçük hepsi birdir. İcat ve tasarrufta yıldızlar atomlara eşittir. Bir sineğe hayat vermekle bütün ölüleri diriltmek aynıdır. Bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkla baharı yaratır. Cenneti dahi aynı kolaylıkla icat eder. Çünkü kudretinde mertebe yoktur. Mertebe olmadığı için de her şey O’na müsavidir.

Bu kaideden şu neticeleri de çıkarabiliriz:

1. Hayat Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten, bu sıfatın zıttı olan ölüm Allah’a ârız olamaz ve Allah ebedî olur.

2. Görmek Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten, bu sıfatın zıttı olan görmemek Allah’a ârız olamaz ve Allah her şeyi aynı anda müşahede eder; hiçbir şey nazarından saklanamaz.

3. İşitmek Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten, bu sıfatın zıttı olan işitmemek Allah’a ârız olamaz ve Allah bütün sesleri hatta kalpten geçenleri dahi aynı anda işitir.

4. Güzellik Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten, güzelliğin zıttı olan çirkinlik Allah’a ârız olamaz.

5. İlim Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten, bu sıfatın zıttı olan cehalet yani bilmemek Allah’a ârız olamaz. Ârız olamayınca da şu gibi neticeler çıkar:

– Allah denizin dibindeki bir balığın yüzmesini bilir.

– Gecenin karanlığında saklanmış bir karıncayı bilir.

– Hiçbir yaprak O’nun bilgisi olmadan düşemez.

– Allah bütün kalplerden geçenleri bilir…

Bütün bunlar ilim sıfatının Allah’ın zatî bir sıfatı olmasının neticesidir. Zira bunlardan birini bilmemek cahilliktir. İlim sıfatı zatî olduğundan dolayı zıttı olan cehalet Allah’a ârız olamıyor. Olamayınca da Allah her şeyi biliyor. Cenab-ı Hakk’ın diğer sıfatlarına bu kaideyle bakabilirsiniz.

Hatimenin mütalaasını tamamladık. Şimdi Hatimeyi teenni ile ve tefekkür ede ede okuyalım:

HATİME

Geçen on iki hakikat birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihat ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var, şu demir gibi belki elmas gibi on iki muhkem surları delip geçebilsin, ta hısn-ı hasînde olan haşr-i imanîyi sarssın?

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ  ayet-i kerimesi ifade ediyor ki bütün insanların halk olunması ve haşredilmesi, kudret-i İlahiyeye nisbeten bir tek insanın halkı ve haşri gibi âsandır. Evet, öyledir. “Nokta” namında bir risalede haşir bahsinde şu ayetin ifade ettiği hakikati tafsilen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsilatıyla hülasasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o “Nokta”ya müracaat et.

Mesela  وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى  -temsilde kusur yok- nasıl ki “nuraniyet” sırrıyla, güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da bir zerreye suhuletle verdiği cilveyi, aynı suhuletle hadsiz şeffafata da verir.

Hem “şeffafiyet” sırrıyla, bir zerre-i şeffafenin küçük göz bebeği güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.

Hem “intizam” sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir dritnotu da çevirir.

Hem “imtisal” sırrıyla, bir kumandan bir tek neferi bir “Arş!” emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

Hem “muvazene” sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi ki öyle hakiki hassas ve o derece büyük farz edelim ki iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semavata, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.

Madem şu âdi, nakıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve şeffafiyet ve intizam ve imtisal ve muvazene sırlarıyla, en büyük şey en küçük şeye müsavi olur. Hadsiz hesapsız şeyler, bir tek şeye müsavi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak’ın zatî ve nihayetsiz ve gayet kemalde olan kudretinin nurani tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizamatı ve eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisali ve mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki muvazenesi sırlarıyla; az çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları bir tek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.

Hem bir şeyin kuvvet ve zaafça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Mesela hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat bir şey zatî olsa, ârızî olmazsa onun zıddı ona müdahale edemez. Çünkü cem-i zıddeyn lazım gelir. Bu ise muhaldir. Demek asıl, zatî olan bir şeyde meratib yoktur. Madem Kadîr-i Mutlak’ın kudreti zatîdir, mümkinat gibi ârızî değildir ve kemal-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise muhaldir ki tedahül etsin.

Demek, bir baharı halk etmek, Zat-ı Zülcelal’ine bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihya edip haşretmek, bir nefsin ihyası gibi kolaydır.

Mesele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlerine dair olan beyanatımız, Kur’an-ı Hakîm’in feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’an’ındır. Zira söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ ۞ فَانْظُرْ اِلى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ ۞ قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَميمٌ ۞ قُلْ يُحْييهَا الَّذى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَليمٌ ۞ يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظيمٌ ۞ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَديدٌ ۞ اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَديثًا ۞ اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفى نَعيمٍ ۞ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفى جَحيمٍ ۞ اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا ۞ وَاَخْرَجَتِ الْاَرْضُ اَثْقَالَهَا ۞ وَ قَالَ الْاِنْسَانُ مَالَهَا ۞ يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا ۞ بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا ۞ يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ ۞ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ۞ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ۞ اَلْقَارِعَةُ ۞ مَا الْقَارِعَةُ ۞ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُ ۞ يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ ۞ وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ ۞ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازينُهُ ۞ فَهُوَ فى عيشَةٍ رَاضِيَةٍ ۞ وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازينُهُ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ ۞ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْ ۞ نَارٌ حَامِيَةٌ ۞ وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

Daha bunlar gibi âyât-ı beyyinat-ı Kur’aniyeyi dinleyip “Âmennâ ve saddaknâ” diyelim.

اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَمَلٰئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِه وَشَرِّه مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَاَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَاَنَّ مُنْكَرًا وَنَكيرًا حَقٌّ وَاَنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى اَلْطَفِ وَاَشْرَفِ وَاَكْمَلِ وَاَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَاءِ رَحْمَتِكَ الَّذى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ وَ وَسيلَةً لِوُصُولِنَا اِلٰى اَزْيَنِ وَاَحْسَنِ وَاَجْلٰى وَاَعْلٰى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَاءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلٰى دَارِ الْاٰخِرَةِ اَىِ الْجَنَّةِ اَللّٰهُمَّ اَجِرْنَا وَاَجِرْ وَالِدَيْنَا مِنَ النَّارِ وَاَدْخِلْنَا وَاَدْخِلْ وَالِدَيْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ اٰمينَ

Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş!

Deme, niçin bu Onuncu Söz’ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünkü İbni Sina gibi bir dâhî-yi hikmet,  اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلٰى مَقَاييسَ عَقْلِيَّةٍ  demiş. “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez.” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulema-i İslam “Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir, akıl ile ona gidilmez.” diye müttefikan hükmettikleri hâlde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol, birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez.

Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.

Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i a’zam, ism-i a’zamın tecellisiyle olduğundan Cenab-ı Hakk’ın ism-i a’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur. (Hatime)

Onuncu Söz’ün mütalaası burada tamamlandı. Rabbimize sonsuz hamdüsena olsun, bizlere böyle kıymetli bir eseri mütalaa ettirdi, yaralarımıza merhem sürdü. Cenab-ı Hak, bu risalede bahsi geçen hakikatlere bizleri vasıl eylesin. Bizi kendine kul, Habibine ümmet etsin. Âmin.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin