a
Ana SayfaOnuncu Söz20. Dördüncü Hakikat: Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir.

20. Dördüncü Hakikat: Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir.

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT VE DÖRDÜNCÜ SURET

Üstad Hazretleri Dördüncü Hakikatte, âlemde gözüken cömertliği ve cemali ahiretin delili yapıyor. Bizler ilk önce cömertliğin ahireti iktizasını mütalaa edecek, sonra da cemalin iktizasına geçeceğiz. Bu şekilde ayırmamızın sebebi meselenin daha kolay anlaşılması içindir.

Şimdi, ism-i Cevvad’ın ahireti iktizasına geçiyoruz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN CÖMERTLİK

Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki bu âlemde nihayetsiz bir cömertlik eli iş görüyor. Buna delil mi istersin? O hâlde bak:

– Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapıp, o sofra-i nimeti yiyeceklerin her çeşidiyle doldurmak,

– Meyveli ağaçları birer kap yapıp, her mevsimde birçok defalar bu kapları tecdit etmek,

– Kemik gibi kuru ağaçları cennet hurileri tarzında süsleyip, o incecik dallarına gayet nakışlı ve müzeyyen çiçekler takmak,

– Zehirli bir böceğin eliyle balı yedirmek, elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydirmek,

– Koyun, keçi, inek gibi hayvanları birer süt fabrikası yapmak,

– Dünya yüzünü hadsiz sanat eserleriyle donatmak,

– Güneş’i bir lamba ve Ay’ı bir kandil yapmak,

– Her bir mahluku yoktan icat edip, o mahluka son derece kıymetli aza ve cihazları takmak elbette hadsiz bir cömertliği ve nihayetsiz bir ikramı gösterir.

Acaba şu âlemdeki cömertliği anlatmaya gerek var mıdır? İnsan değil âleme, sadece kendine baksa ve kendisine takılan cihazları, azaları ve duyguları tefekkür etse, bu cömertliği tasdik eder; nihayetsiz bir ikram eli işlediğini kabul eder.

İKİNCİ BASAMAK: BU CÖMERTLİĞİN VE ZENGİNLİĞİN SAHİBİ KİMDİR?

Şimdi soruyoruz:

– Kimdir bu cömertliğin ve ikramın sahibi?

– Kim şu yeryüzünü bir sofra ve baharı bu sofraya bir gül destesi yapmış?

– Kim ağaçları çiçeklerle, meyvelerle ve yapraklarla süslemiş?

– Kim zehirli bir böcekten balı çıkarıyor ve elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydiriyor?

– Kim hayvanatı bize birer süt çeşmesi yapmış?

– Kim Güneş’i bir lamba ve Ay’ı kandil yapmış?

– Kim dünya yüzünü böyle antika sanat eserleriyle donatmış?

– Kim şu mahlukatı yoktan icat ederek her türlü aza ve cihazlarla onları teçhiz etmiş?

– Kim, kim, kim?

Allah’tan başka bu “kim”lere verilebilecek bir cevap var mıdır? Allah’tan başka kimin haddi var ki mahlukata böyle cömertçe muamele etsin ve onların her türlü ihtiyacını görüp onlara ikram etsin? Allah’tan başka kimde vardır böyle tükenmez hazineler ve bitmez servetler?

Nasıl ki güneşin ışığı güneşin vücudunu ispat eder ve güneşi gösterir; aynen bunun gibi, şu emsalsiz cömertlik ve hadsiz ikram dahi perde arkasında bir Zatı, “Cevvad” (cömert) ve “Ganiyy” (zengin) isimleriyle bizlere tanıtır ve Onun vücudunu ispat eder.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: CEVVAD İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Böyle nihayetsiz bir cömertlik ve ikram, böyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî hem arzu edilen her şeyin içinde olduğu bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister.

Hem kati ister ki: O ziyafetten mütelezziz olanlar o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar; ta ayrılık ve ölüm ile elem çekmesinler. Çünkü elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali dahi elemdir. Böyle bir cömertlik ise zeval-i lezzetin bu elemine müsaade etmez.

Demek nihayetsiz cömertlik, bitmez ve tükenmez hazineler ebedî bir cenneti ve içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cömertlik nihayetsiz ihsan etmek ve nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise bu ihsana mazhar olacak şahsın devam-ı vücudunu ister. Yoksa ölüm ile acılaşan cüzi bir telezzüz, hem de kısacık bir zamanda, öyle bir cömertliğin muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.

– Madem o nihayetsiz cömertlik, nihayetsiz bir ikram ve ikram edeceği zatların bekasını istiyor.

– Ve madem şu misafirhane-i dünyada görüyoruz ki herkes çabuk gidip kayboluyor; o cömertliğin ve ihsanın ancak az bir parçasını tadıyor; iştihası açılıyor fakat doymadan gidiyor.

O hâlde başka ve baki bir memleket olmalıdır ve o memleketin baki misafirlerine nihayetsiz ikram ve ihsan edilmelidir. Ta ki bu cömertlik hakkıyla tezahür edebilsin.

Şimdi, bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

1. Şu âlemde nihayetsiz bir cömertlik ve hadsiz bir ikram gözükmektedir.

2. Bu nihayetsiz cömertlik ve ikram ispat eder ki perde arkasında bir Zat var ve Onun bitmez ve tükenmez hazineleri var.

3. Bitmez ve tükenmez hazineler ve nihayetsiz cömertlik elbette nihayetsiz ikram etmek ister.

4. Nihayetsiz ikram edebilmek için de hem misafirhanenin hem de misafirhanedeki muhtaç misafirlerin devam-ı vücudları gerekir.

5. Dünya ise bahsedilen misafirhane olamaz. Zira hem kendisi fânidir hem de içindeki misafirler fânidir.

6. O hâlde başka bir memleket olmalıdır. O baki ve daimî memlekette baki misafirler olmalı ve göz önündeki şu cömertliğin sahibi olan Zat, o baki misafirlerine cömertliğinin şanına yakışır bir şekilde ikram etmelidir.

7. O hâlde diyebiliriz ki: Ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun cömertliğini inkâr etmekle mümkündür. Allah’ı ve cömertliğini inkâr etmek ise göz önündeki şu kerîmâne muameleye göz kapamakla ve gözün gördüğünü aklın inkâr etmesiyle mümkündür. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir.

Şimdi, ism-i Cemil’in ahireti iktizasına geçiyoruz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN GÜZELLİK

Şu âlemdeki her varlık -zerreden şemse kadar- nihayet derecede güzeldir.

– Rengârenk boyanmış kuşlar güzeldir; tavus kuşu başka bir güzeldir.

– Ağacın çiçek, yaprak ve meyveleri güzeldir; ağaç başka bir güzeldir.

– Denizin dibindeki balıklar güzeldir; mercanlar başka bir güzeldir.

– Yağmur damlaları güzeldir; kar taneleri başka bir güzeldir.

– Güneşin doğuşu güzeldir; batışı başka bir güzeldir.

– Yaz güzeldir; kış başka bir güzeldir.

– Bahar güzeldir; baharda açan çiçekler daha başka bir güzeldir.

Hülasa: Her şey güzeldir. Her varlık vücuduyla güzeldir, suretiyle güzeldir, rengiyle güzeldir, elbisesiyle güzeldir, aza ve cihazlarıyla güzeldir, güzeldir de güzeldir.

Kimin ki gözü var ve aklı ola, elbette bu güzelliği görüp tasdik ede!..

İKİNCİ BASAMAK: BU GÜZELLİĞİN SAHİBİ KİMDİR?

— Acaba bu güzelliğin sahibi kimdir?

— Bu güzellik nereden gelmektedir?

— Varlıkları bu kadar güzel kim yaratmıştır?

Bu güzellik Allahu Teâlâ’nın güzelliğinden gelmektedir ve Onun cemalinin milyonlar perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir. Zira güzellik güzelden gelir, mükemmellik kemalden gelir; ihsan cömertlikten ve servet zenginlikten gelir.

Bu âlem bütün güzelliğiyle Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz cemaline işaret eder. Göz önüne serilmiş olan şu güzel ve süslü mevcudat, ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz manevi bir cemalin güzelliğini bildirir.

Evet, bu âlem bütün güzelliği ile Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine işaret eder ve O’nun misilsiz ve ebedî cemalini ispat eder. Lakin bizler şu kısa aklımızla Allah’ın bu mücerred manevi cemalini idrak edemeyiz, bundan âciziz. Ancak imanla kabul eder ve âlem aynalarında seyirle keyif ederiz. Ve biliriz ki: Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte, daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilan ve izhar eder. Bununla da müştak seyircileri seyre davet eder.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: CEMİL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Bu makamda sorumuz şu:

— Cemal sahibi zat ne ister?

Elcevab: Kendi cemalini görmek ve göstermek ister. Bir güzelin aynaya bakması ve güzelliğini göstermek için süslenmesi bu sırdan ileri gelmektedir.

— Peki, cemal sahibi zat ebedî ve baki ise ne ister?

Elcevab: Ebedî bir şekilde gözükmek ve daimî bir şekilde tezahür etmek ister.

— Peki, ebedî bir şekilde gözükmek için ne gerekir?

Elcevab: İki şey gerekir:

1. Cemalinin gözükeceği memleketin ebedî olması.

2. Müştak seyircilerin baki olması.

Ebedî bir cemal fâni bir tecelliye ve fâni seyircilere razı olmaz. Tecelli etmek için baki bir memleket istediği gibi, cemalini seyredecek baki seyirciler de ister. Zira seyirci olmazsa cemalinin tezahürünün bir manası olmaz.

Şimdi bu dünyaya bakıyoruz: Bu dünya fâni olduğu gibi, içindeki seyirciler de fânidir. Dünya o baki cemalin tezahürüne ne hakkıyla mahal olabilmekte, ne de müştak seyirciler şu kısa ömürde o cemali hakkıyla görebilmektedir. Bu durumda, bu cemalin gözükeceği baki ve daimî bir memleket ve misilsiz cemali seyredecek baki seyirciler lazımdır. Bu da ahireti iktiza eder.

Şimdi, bu delilde öğrendiklerimizi maddeleyelim. Bu sayede daha net anlaşılacaktır:

1. Bu âlemde gözümüzle görüyoruz ki nihayetsiz bir güzellik vardır. Her bir eşya âdeta antika bir sanat eseri olup, bu güzelliği kendinde göstermektedir.

2. Güzelliğin güzelden ve mükemmelliğin kemalden gelmesi sırrınca, şu göz önündeki güzellik, perde arkasında bir Cemil-i Bâki’yi gösterir ve Onun vücudunu ispat eder.

3. Her cemal sahibi cemalini göstermek ister. Eğer cemali ebedî ise ebedî görünmek ister. Madem Cenab-ı Hakk’ın cemali ebedîdir, o hâlde ebedî bir şekilde görünmek isteyecektir. Ebedî görünmek için de ebedî ve daimî bir memleket lazımdır. Orası da ahirettir.

4. Ebedî bir cemal elbette bu cemali seyredecek müştak seyircilerin de ebedî ve baki olmasını ister. Zira ebedî bir cemal fâni bir seyirciye razı olamaz. Baki seyircilerin lüzumu da ahireti iktiza eder.

5. Her cemal ve kemal sahibi kendi cemalini ve kemalini göstermek istediği gibi, kendisi de bizzat o cemal ve kemali görmek ister. Bir ressamın kendi resmine bakması, bir âlimin kendi kitabını okuması ve bir sanatkârın kendi sanatını seyretmesi hep bu sırdandır.

İşte bu sırdan dolayı, Allahu Teâlâ da kendi cemal ve kemalini görmek isteyecektir. Madem cemali ve kemali bakidir, o hâlde onları baki bir şekilde görmek isteyecektir. Bunun için de baki bir memleket lazımdır. Orası da ancak ahirettir.

Dördüncü Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Dördüncü Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz sekiz madde var:

1. Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir: Bab-ı cûd ve cemal “cömertlik ve güzellik kapısı” demektir. Üstadımız ahiretin ispatı hususunda, “On iki kapı ile girilir. On iki hakikat ile o kapılar açılır.” demişti. Bu Dördüncü Hakikatte ahiretin ispatına cûd ve cemal kapısından giriyor; Cevvad ve Cemil isimlerinin tecellisiyle ahireti ispat ediyor.

2. Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir: Bu cümleyi anlamak için maziye bakalım: Maziye baktığımızda kalbimize nice ohlar ve ahlar gelir. Geçmişteki bazı hatırat bize oh dedirtip şükür ettirirken, bazısı of dedirtip üzer.

Mesela geçirdiğimiz şiddetli bir hastalığı, maddi sıkıntı içinde olduğumuz bir hâli ve bunlar gibi yaşadığımız bir zorluğu bugün hatırladığımızda, “Elhamdülillah, ya Rabbi sana sonsuz şükürler olsun. O zor zamanlar bitti gitti.” diyoruz. Geçmiş musibetleri düşünmek bugün bize lezzet veriyor. Bunun sebebi, zeval-i elemin lezzet olmasıdır. Yani elemin bitmesi ve sona ermesi bir lezzettir.

Geçmişte geçirdiğimiz güzel günler ve yaşadığımız keyifli anlar ise bugün bizi üzüyor. Ben bu hâli en çok gençliğini şöhretle geçirmiş ehl-i dünyada görüyorum. Onlara bir dokunsanız bin ah işitirsiniz. Bunun sebebi, zeval-i lezzetin elem olmasıdır. Yani lezzetin bitmesi ve sona ermesi bir elemdir.

3. Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilanat-ı Rabbaniyeye dikkat et: Nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilanat-ı Rabbaniye, onların aza ve cihazatıdır. Ağacın ilanatı; meyvesi, çiçeği, yaprağı, dalı, gövdesi ve diğer cihazatıdır. Kuşun ilanatı; kanadı, gözü, ayağı, gagası ve diğer uzuvlarıdır. Ve hakeza…

Her bir mahluk kendine mahsus ilanat ile Allah’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini ilan eder; esmâ-i hüsnasını inşad eder.

4. Mehâsin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver: Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.

Mesela bir kelebeği ele alalım:

– Kelebeğin yaratılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona hayat verilmesi; göz, kanat, ayak gibi azaların takılması rububiyetin tecellisidir.

– Ona uçmanın öğretilmesi, yolunun ilham edilmesi ve yaşam şartlarına uygun terbiye edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Ona bir şekil ve suret verilmesi, vazifesinin öğretilmesi, duygularla teçhiz edilmesi rububiyetin tecellisidir.

– Rızıklandırılması, hâlden hâle sokulup son şeklini alması ve vakti geldiğinde öldürülmesi rububiyetin tecellisidir.

Bunlar gibi, kelebeğin üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok rububiyet tecellisi vardır.

Mehâsin-i rububiyet ise rububiyetin bu tecellilerindeki güzelliklerdir. Yani Allah’ın, mahlukatı en güzel şekilde yaratması, en güzel sureti vermesi, en nakışlı elbiseyi giydirmesi, en iyi rızkı yedirmesi, mükemmelen terbiye etmesi; hiçbir şeyi unutmaması, karıştırmaması, hatasız ve eksiksiz muamelede bulunması gibi faaliyetlerdir.

Peygamberler ve evliya mehâsin-i rububiyetin dellâlları olmuş; kâinatı ihata eden bu rububiyetin bütün güzelliklerini insana ders vermiş.

5. Bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu harika sanatlarla onları göstermek ister: Cemal ve kemal arasındaki farka işaret ederek bu cümlenin tahlilini yapacağız:

Cemal-i İlahî, Allah’ın zatının güzelliği demektir. Bizler bu güzelliğin mahiyetini anlamaktan âciziz. Zira Allahu Teâlâ maddeden mücerred ve cisimden münezzehtir. İnsan ise maddeyle kaim ve cisimle mevcuttur. Maddeyle kaim olan insanın, maddeden mücerred olan bir güzelliği -hakkıyla- anlaması mümkün değildir. Zira insan maddeden mücerred düşünemez ve bildiği bütün güzellikler madde üzerinde gözüken güzelliklerdir.

Böyle bir insanın, maddeden ve cisimden münezzeh olan Allah’ın zatî güzelliğini idrak etmesi ve mahiyetini kavraması mümkün değildir. Ancak iman eder ve bilir ki:

Güzellik ancak güzelden gelir. Şu mahlukattaki eşsiz güzellikler Cemil-i Mutlak olan Allahu Teâlâ’nın güzelliğinin bir tecellisi ve binler perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir.

Kemal-i İlahî ise Allah’ın isim ve sıfatlarının kusursuzluğu ve bu isim ve sıfatlarda bir sınırın olmamasıdır. Mesela:

– Allah’ın iradesinin kayıtsız olması ve hiçbir şeyin bu iradeye müdahale edememesi.

– İlim sıfatının her şeyi ihata etmesi ve ona cehlin ârız olamaması.

– Kudretinin her şeyi kuşatması ve aczin ona ilişememesi.

– Her şeyi görmesi ve hiçbir şeyin nazar-ı şuhudundan gizlenememesi…

Bunlar gibi, Allahu Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarının sonsuz ve nihayetsiz oluşu Allah’ın kemalidir. İnsan bu kemali hakkıyla anlamaktan âcizdir. Zira sonlu olan insan sonsuzluğu anlayamaz; Allah’ın isim ve sıfatlarının nihayetsizliğini kavrayamaz. Ancak iman ve tasdik eder.

Demek, “cemal-i İlahî” dediğimizde Allah’ın zatının güzelliğini; “kemal-i İlahî” dediğimizde ise isim ve sıfatlarının kusursuzluğunu ve sonsuzluğunu anlıyoruz.

Cenab-ı Hak bu harika sanatlarla zatî cemalini ve gizli kemalâtını göstermek istemektedir.

6. O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder: “O münezzeh hüsün” ve “o mukaddes cemal” ifadeleriyle Allah’ın zatî güzelliğine dikkat çekilmiş. Bu güzellik bütün kusurlardan münezzeh ve bütün çirkinliklerden mukaddestir.

Allah’ın bu zatî güzelliğinin her bir isimde gizli defineleri vardır. Şöyle ki:

Eserin kemali fiilin kemaline, fiilin kemali ismin kemaline, ismin kemali sıfatın kemaline, sıfatın kemali şuunatın kemaline, şuunatın kemali de zatın kemaline delalet eder. Burada beş basamaklı bir netice vardır. Bu hakikati birkaç misal üzerinde mütalaa edelim:

1. Bir saray tasavvur ediyoruz… Sarayın nakış ve tezyinatındaki mükemmellik sanatkârının ve mühendisinin fiilindeki mükemmeliyete delalet eder. Zira “yapmak” ve “süslemek” fiilleri mükemmel olmasaydı, bu güzel nakışlar ve bu süslü tezyinat ortaya çıkmazdı. Hatta biz böyle bir tezyinatı gördüğümüzde, “Ne güzel süslemişler, ne güzel yapmışlar!” deriz. Bu sözle fiilin mükemmeliyetine dikkat çekeriz. Nakışlamak ve süslemek fiilleri mükemmel olmasaydı, mesela nakışlar gelişigüzel çizilseydi, bu güzel tezyinat olmazdı. Madem olmuş; bu, fiilin mükemmeliyetine delalet eder.

2. Nakışlamak ve süslemek fiillerinin mükemmeliyeti ismin mükemmeliyetine delalet eder. Yani bu fiilin sahibi mükemmel bir nakkaştır ve müzeyyindir. Eğer mükemmel bir nakkaş ve müzeyyin olmasaydı, süslemek ve nakışlamak işini bu kadar güzel yapamaz ve neticede bu ziynetli ve nakışlı eser ortaya çıkmazdı. Madem çıkmış, o hâlde hem fiilleri güzeldir hem de nakkaş ve müzeyyin isimleri güzeldir.

3. İsmin mükemmeliyeti sıfatın mükemmeliyetine delalet eder. Yani bu isimlerin sahibi, nakkaşlık ve tezyin için lazım olan sıfatlara sahiptir ve bu sıfatlar onda mükemmel bir derecede bulunur. Zira bu sıfatlara sahip olmasaydı, müzeyyin ve nakkaş olamazdı. Müzeyyin ve nakkaş olamayınca da süslemek ve nakışlamak işlerini güzel yapamazdı. Bunları güzel yapamayınca da bu ziynetli ve nakışlı eser ortaya çıkmazdı. Madem çıkmış, o hâlde hem fiilleri güzeldir, hem nakkaş ve müzeyyin isimleri güzeldir, hem de bu isimlere bakan sıfatları güzeldir.

4. Sıfatın mükemmeliyeti şuunatın mükemmeliyetine delalet eder. (Şuunatın en yakın karşılığı kabiliyettir. Cenab-ı Hak hakkında, “Kabiliyet sahibidir.” ya da “Kabiliyeti vardır.” gibi bir söz söylenemez. Allah hakkında kabiliyet kavramını kullanamadığımız için şuunat kavramını kullanıyoruz.)

Sıfatın mükemmeliyeti şuunatın mükemmeliyetine delalet eder. Zira şuunatı mükemmel olmasaydı, nakışlamaya ve süslemeye ait sıfatları mükemmel olmazdı. Sıfatları mükemmel olmayınca müzeyyin ve nakkaş isimleriyle müsemma olamazdı. Müzeyyin ve nakkaş olamayınca da süslemek ve nakışlamak fiillerini güzel yapamazdı. Bunları güzel yapamayınca da bu mükemmel eser ortaya çıkmazdı. Madem çıkmış, o hâlde hem fiilleri güzel, hem nakkaş ve müzeyyin isimleri güzel, hem bu isimlere bakan sıfatları güzel, hem de bu sıfatların membaı olan kabiliyeti güzel.

5. Kabiliyetin güzelliği de zatın güzelliğine delalet eder. Zira güzellik ancak güzelden sudur eder. Eğer o zat çirkin olsaydı, kabiliyeti de kötü olurdu. Kabiliyeti kötü olunca sıfatları da kötü olurdu. Sıfatları kötü olunca isimleri de kötü olurdu. İsimleri kötü olunca fiilleri de kötü olurdu. Ve fiilleri kötü olunca eser de kötü olurdu. Bu ziynetli ve nakışlı eser yerine çok çirkin bir şey yapardı. Madem eser çirkin değil; gayet nakışlı ve süslü bir eser yapmış, o hâlde hem fiilleri güzel, hem isimleri güzel, hem sıfatları güzel, hem şuunatı güzel, hem de zatı güzeldir.

Dilerseniz, aynı mantığı kitap üzerinde düşünelim:

1. Mükemmel bir kitap, kâtibinin “yazmak” fiilindeki güzelliğe delalet eder.

2. Yazmak fiilinin güzelliği failinin “kâtip” isminin güzelliğine delalet eder.

3. Kâtip isminin güzelliği ilim, hikmet, irade gibi sıfatlarının güzelliğine delalet eder.

4. Bu sıfatların güzelliği kâtibin kabiliyetinin güzelliğine delalet eder.

5. Kabiliyetin güzelliği de zatın güzelliğine delalet eder. Eğer Üstad Hazretleri gibi güzel bir zatsa ondan Risale-i Nur Külliyatı ortaya çıkar, Darwin gibi çirkin bir zatsa darwinizm ile ilgili kitaplar ortaya çıkar.

Son bir örnek üzerinde kaideyi iyice pekiştirelim:

1. Mükemmel bir elbise, terzisinin “dikmek” fiilindeki güzelliğe delalet eder.

2. Dikmek fiilinin güzelliği failinin “terzi” isminin güzelliğine delalet eder.

3. Terzi isminin güzelliği terzilik sıfatlarının güzelliğine delalet eder.

4. Sıfatların güzelliği terzinin kabiliyetinin güzelliğine delalet eder.

5. Kabiliyetin güzelliği de zatın güzelliğine delalet eder. Güzel bir zatsa ondan İslam’ın ruhuna uygun elbiseler çıkar. Yok, güzel değilse, şeriatın yasak ettiği elbiseler çıkar.

Şimdi meseleyi Allah’ın cemali üzerinden mütalaa edelim:

1. Mesela bir kelebeğe baktığımızda onun nakış nakış süslendiğini ve tezyin edildiğini görüyoruz. Âdeta antika bir sanat eseri olmuş.

Eserin kemali fiilin kemalinden gelir. Demek kelebeğin yaratıcısı olan Zatın yaratmak, süslemek, nakışlamak, suret vermek, terbiye etmek gibi fiilleri mükemmeldir. Eğer bu fiilleri mükemmel olmasaydı, bu güzel kelebek vücud bulamazdı.

2. Fiilin kemali ismin kemaline delalet eder. Yaratmak, süslemek, nakışlamak, suret vermek, terbiye etmek gibi fiillerin kemali Hâlık, Müzeyyin, Nakkaş, Musavvir, Rab gibi isimlerin kemaline delalet eder.

3. Bu isimlerin kemali sıfatların kemaline delalet eder. Demek bu zatın ilim, irade, kudret, görme ve işitme gibi sıfatları nihayetsiz kemaldedir. Nihayetsiz kemaldedir ki ondan mükemmel isimler, mükemmel isimlerden mükemmel fiiller ve mükemmel fiillerden de mükemmel eserler çıkmış.

4. Sıfatların kemali şuunatın kemaline delalet eder. Şuunatı mükemmel olmasaydı, sıfatları mükemmel olmazdı.

5. Şuunatın kemali Allah’ın zatının kemaline delalet eder.

Demek her bir varlık, nihayetsiz kemaliyle Allah’ın fiillerinin kemaline, isimlerinin kemaline; sıfatlarının, şuunatının ve zatının kemaline delalet ve şehadet eder.

Üstadımızın bu makamdaki ifadesiyle: O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.

7. İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise kendi mehasinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için görünmek de ister: Âlî, nazirsiz ve gizli bir cemal üç şey istiyor:

1. Her cemal sahibi kendi güzelliğini görmek ister sırrınca, kendi güzelliklerini bir mir’atta (aynada) görmek istiyor.

2. Güzelliğinin derecelerini şuur sahibi bir aynada müşahede etmek istiyor. Bu, önceki maddeye benziyor. Aradaki fark şudur: Şuur sahibi olmayan bir ayna, (mesela taş, kaya, dağ vs.) şuur sahibi bir ayna gibi o güzelliğin derecelerini gösteremez. İnsanın mazhar olduğu esmâ-i İlahî ile bir taşın mazhar olduğu esmâ-i İlahî arasında dağlar kadar fark vardır. Şuur sahibi mahlukat, Allah’ın hüsün ve cemaline daha parlak bir aynadır.

Bu sebeple, Allahu Teâlâ kendi cemalini bir aynada görmek istiyor; ama şuur sahibi aynada görmeyi daha fazla murad ediyor.

3. Her cemal sahibi kendi güzelliğini göstermek ister sırrınca, Allahu Teâlâ, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için görünmek istiyor. “Başkalarının nazarıyla sevgili cemaline bakmak” ifadesini yanlış anlamayalım. Buradaki mana, başkasının vücuduna hulul ederek onun gözüyle bakmak değildir; Allah bundan münezzehtir. Buradaki mana, başkasına göstermektir.

Mesela bir ressam yaptığı bir tabloyu birisine gösterip, “Resmime bak ve ne hissettiğini söyle. Resme senin gözünle bakmak istiyorum.” dese, bundan muradı, seyredenin ne hissettiğini anlamak istemesidir. Yoksa o kişinin içine girip onun gözüyle bakmak istemesi değildir.

Aynen bunun gibi, “başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak” ifadesi de başkalarına cemalini göstermek ve o cemal karşısında onları hayrete ve muhabbete sevk etmektir.

8. Âyine-misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin cilvesinin bulunması gösterir ki cemal onların değil; belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin âyâtı ve emaratıdır: Mesela şeffaf bir şişe düşünelim. Bu şişe ışık saçıyor olsun, üzerinde ziya ve parıltı olsun…

Şişenin ışığı kendinden midir yoksa güneşten midir bunu anlamanın çok basit bir yolu var. Şişeyi alıp karanlık bir odaya koyarsınız. Şişedeki ışık devam ediyorsa ziya kendisine aittir. Yok, ışık kaybolup şişe karanlığa düşmüşse; ziya onun zatî malı olmayıp güneşindir. Bu durumda, şişe kendisindeki bu ışık ve ziyayla güneşin varlığını ispat eder ve onun esmasını gösterir.

Hiç kafayı kaldırıp güneş var mı yok mu diye semaya bakmaya gerek yok! Şişeye bak; onda bir ziya ve ışık varsa gökte güneş vardır. Zira ortada bir ışık var. Bu ışık ya güneşindir ya da şişenindir; sahipsiz olamaz. Eğer güneş kabul edilmezse, ışık ve ziya şişenin kendisine verilmek zorundadır.

İyi de bu durumda, karanlık bir odaya konulduğunda, üzerindeki ışığın kaybolmasını neyle izah edeceğiz? Hiçbir şeyle izah edemeyiz. Bunun izahının tek yolu, ışık ve ziyanın şişenin malı olmayıp güneşin malı olduğunu kabul etmektir.

Misalimizdeki şişe gibi, bütün şeffaf eşya, nehir ve denizlerdeki kabarcıklardan tutun, yeryüzündeki diğer bütün şeffaf eşyaya kadar, her birisi, üzerindeki ziya ve parlaklık cihetiyle güneşin varlığına ve esmasına şehadet ederler.

Her bir şeffaf eşya, kendisinde gözüken ışık ve ziya cihetiyle güneşin varlığına ve esmasına şehadet ettiği gibi; ölümleriyle birlikte, yeni gelenlerin aynı ziya ve timsalleri göstermesi cihetiyle de güneşin devamına ve bekasına şehadet eder. Bütün bu parıltılar, cilveler, timsaller hepsi tek bir güneşin eseri olduğunu ilan eder. Çünkü güneş baki olmasaydı, yeni dünyaya gelenlerde, öncekilerde bulunan aynı ziya ve timsaller gözükmezdi.

Demek şeffaf eşya, varlığıyla güneşin varlığına; ölümleriyle de güneşin devam ve bekasına delalet ediyor.

Misaldeki güneşin, şeffaf eşyanın ve şeffaf eşyada gözüken ışığın hakikatteki karşılıkları şunlardır:

Güneş, Şems-i Ezel ve Ebed olan Allah’ı temsil ediyor. Şeffaf eşya, bütün varlıkları temsil ediyor. Sinekten tutun galaksilere kadar her bir varlık böyle şeffaf bir eşyadır. Şeffaf eşyada gözüken ziya ve timsaller de Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellisini temsil ediyor.

Mesela bir kelebeği düşünelim: Muhyi isminden Müzeyyin ismine, Musavvir isminden Mülevvin ismine, Latif isminden Hakîm ismine kadar onlarca esmâ-i hüsnâ kelebeğin vücudunda tecelli etmektedir. Kelebek kendisinde tecelli eden bu isimlerle, isimlerin müsemması olan Allahu Teâlâ’nın her şeyden münezzeh olan hüsnüne ve bütün kusurlardan mukaddes olan cemaline şehadet eder.

Şimdi, bu kelebek öldü, yerine başka bir kelebek geldi. Peki, biraz evvel saydığımız isimler bu yeni kelebekte tecelli ediyor mu? Evet, ediyor. İşte yeni gelen kelebeğin, ölen kelebekte tecelli eden isim ve sıfatlara mazhar olması ispat eder ki bu isimlerin müsemması ve bu sıfatların mevsufu olan zat bakidir, ebedîdir, sermedîdir, ölümsüzdür. Ve yine kelebekte gözüken cemal ve hüsün kelebeğin zatî malı değil, Allah’ın cemalinin ve hüsnünün bir tecellisidir.

Hülasa: Her bir varlık, üzerinde tecelli eden esmâ-i İlahî cihetiyle Allah’ın cemaline delalet eder. Öldükten sonra yerine gelen varlıkta aynı isim ve sıfatların gözükmesi cihetiyle de cemalin onların değil; belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin âyâtı ve emaratı olduğuna şehadet eder.

Dördüncü Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Dördüncü Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız Dördüncü Hakikati kolayca anlayabilirsiniz. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir.

(Cûd: Cömertlik / Cemal: Güzellik / Cevvad: Sınırsız cömertlik sahibi (Allah) / Cemil: Sonsuz güzel olan ve bütün güzelliklerin sahibi bulunan Allah)

Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler… misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal… bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?

(Cûd u sehavet: Cömertlik ve eli açıklık / Misilsiz: Benzersiz / Sermedî: Ebedî, daimî / Cemal: Güzellik / Şâkir: Şükreden / Müştak: Arzulu, çok istekli / Mütehayyir: Hayrette kalan, şaşıran)

Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek… Ay ile Güneş’i lamba yapmak… yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat’umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak… meyveli ağaçları birer kap yapmak… her mevsimde birçok defalar tecdid etmek… hadsiz bir cûd u sehaveti gösterir.

(Müzeyyen: Süslü, ziynetli / Masnuat: Sanatla yapılmış eserler / Mat’umat: Yenecek şeyler, yiyecekler / Tecdid: Yenileme)

Böyle nihayetsiz bir cûd u sehavet… öyle tükenmez hazineler ve rahmet… hem daimî hem arzu edilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister… Hem kat’î ister ki o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar; ta zeval ve firakla elem çekmesinler… Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehavet, elem çektirmek istemez.

(Cûd u sehavet: Cömertlik ve eli açıklık / Dâr-ı ziyafet: Ziyafet yurdu / Mahall-i saadet: Saadet yeri / Telezzüz eden: Lezzetlenen, zevk alan / Zeval: Yok olma / Firak: Ayrılık / Zeval-i elem: Elemin sona ermesi / Zeval-i lezzet: Lezzetin sona ermesi / Sehavet: Cömertlik)

Demek, ebedî bir cenneti hem içinde ebedî muhtaçları ister… Çünkü nihayetsiz cûd u seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister… Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister… Bu ise ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Ta daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin… Yoksa zeval ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.

(Cûd u seha: Cömertlik / Devam-ı vücudu: Varlığının devamı / Tena’um: Nimetlenme / İn’am: Nimet verme / Telezzüz: Lezzetlenme / Muktezasıyla: Gerektirdiği şeylerle / Kabil-i tevfik: Bir araya gelebilme)

Hem dahi meşher-i sanat-ı İlahiye olan aktar-ı âlem sergilerine bak… Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilanat-ı Rabbaniyeye dikkat et (Haşiye-1)… mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver… Nasıl müttefikan Sâni-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, harika sanatlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.

(Meşher-i sanat-ı İlahiye: Allahu Teâlâ’nın sanat eserlerinin sergilendiği yer / Aktar-ı âlem: Âlemin dört bir tarafı / Mehasin-i rububiyet: Allah’ın rububiyetinin güzellikleri / Dellâl: İlan edici)

Demek, bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu harika sanatlarla onları göstermek ister… Çünkü gizli, kusursuz kemalât ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister… Daimî kemalât ise daimî tezahür ister… O ise takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister… Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder. (Haşiye-2)

(İstihsan: Güzel bulma, beğenme / Devam-ı vücudu: Varlığının devamı)

Hem dahi kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve sanatlı ve parlak ve süslü şu mevcudat, ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz manevi bir cemalin mehasinini bildirir…. ve nazirsiz, hafi bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor. (Haşiye-3) O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.

(Misilsiz: Benzersiz / Mehasin: Güzellikler / Nazirsiz: Benzersiz, eşsiz / Hafi: Gizli / Hüsün: Güzellik / Letaif: İncelikler, güzellikler / İş’ar: Bildirme)

İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise kendi mehasinini bir mir’atta görmek… ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi… başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için görünmek de ister.

(Nazirsiz: Benzersiz, eşsiz / Mehasin: Güzellikler / Mir’at: Ayna)

Demek iki vecihle kendi cemaline bakmak; biri her biri başka başka renkte olan âyinelerde bizzat müşahede etmek… diğeri müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesi ile müşahede etmek ister.

(Müştak: Çok arzulu / Mütehayyir: Hayrette kalmış, şaşırmış / İstihsancı: Beğenici)

Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister… Görmek görünmek ise müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister… Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.

(Hüsün: Güzellik / Cemal: Güzellik / Müştak: Çok arzulu / Mütehayyir: Hayrette kalmış, şaşırmış / Sermedî: Ebedî, sürekli / Devam-ı vücudları: Varlıklarının devamını)

Çünkü daimî bir cemal ise zail bir müştaka razı olamaz… Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner… hayreti istihfafa… hürmeti tahkire meyleder… Çünkü hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır… Hâlbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye layık olan bir cemale karşı, zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder… İşte kâfir Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

(Zail: Yok olan / İstihfaf: Küçümsemek / Hodgâm: Kendi keyfini düşünen, bencil)

Madem o nihayetsiz sehavet-i cûd… o misilsiz cemal-i hüsün… o kusursuz kemalât… ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler… Hâlbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar, iştihası açılır fakat yemez gider… O cemal, o kemalin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp doymadan gider. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

(Sehavet-i cûd: Sınırsız cömertlik ve ikramseverlik / Müteşekkir: Teşekkür eden / Müstahsin: Beğenen / Seyrangâh-ı daimî: Daimî gezinti yeri)

Elhasıl: Nasıl ki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni-i Zülcelal’ine kat’î delalet eder… Sâni-i Zülcelal’in de sıfat ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı ahirete delalet eder ve gösterir ve ister. (10. Söz)

Haşiye-1: Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek… ve gayet musanna ve murassa bir meyve… elbette gayet sanatperver, mucizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehasin-i sanatını zîşuura okutturan bir ilannamedir. İşte nebatata hayvanatı dahi kıyas et.

(Münakkaş: Nakışlı, işlemeli / Müzeyyen: Ziynetli / Musanna: Sanatlı / Murassa: Süslü / Sanatperver: Sanatsever / Hikmettar: Hikmetli / Sâni: Sanatkâr / Mehasin-i sanat: Sanatın güzellikleri / Zîşuur: Şuur sahibi)

Haşiye-2: Evet, durub-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, “Tüh, ne kadar çirkindir!” der. O güzelin güzelliğini nefyeder… Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir.” der, gümler gider.

(Durub-u emsal: Misal olarak söylenen meşhur sözler / Tard: Kovma / Nefyetme: İnkâr etme)

Haşiye-3: Âyine-misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin cilvesinin bulunması gösterir ki cemal onların değil; belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin âyâtı ve emaratıdır.

(Âyine-misal: Aynaya benzeyen, ayna gibi / Âyât: Ayetler)

Şimdi Dördüncü Sureti okuyacağız. Dördüncü Suret, Dördüncü Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Dördüncü Hakikati anlayan Dördüncü Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.

DÖRDÜNCÜ SURET

Bak, hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız dolu hazineleri vardır. Hâlbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler; ta zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir.

Bu sergilere bak ve şu ilanlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki muciznüma bir padişahın antika sanatlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemalâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevisini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar. Demek, onun pek mühim, hayret verici kemalât ve cemal-i manevisi vardır.

Gizli, kusursuz kemal ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise görünmek ve görmek ister. Yani kendi cemalini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek. Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister. Hem görmek hem görünmek hem daimî müşahede hem ebedî işhad ister.

Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücudlarını ister. Çünkü daimî bir cemal, zail müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Hâlbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin