a
Ana SayfaOnuncu Söz4. Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz. Bahusus öyle bir hane ki harika sanatlarla…

4. Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz. Bahusus öyle bir hane ki harika sanatlarla…

Onuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz. Bahusus öyle bir hane ki harika sanatlarla, acib nakışlarla, garib ziynetlerle tezyin edilmiş. Hatta her bir taşında, bir saray kadar sanat dercedilmiş… Ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez, gayet mahir bir sanatkâr ister. (10. Söz)

Ben bazen Allah’ın varlığı hakkında şüphesi olan birisiyle karşılaşıyorum. Ona diyorum ki:

— Sen Allah’ı görmediğin için inanmakta zorlanıyorsun. Peki, şu binaya bak. Şu binanın ustasını gördün mü? Bu bina yapılırken burada hazır mıydın?

Bana diyor ki: Yok, görmedim.

Ben de ona diyorum ki:

— Madem gözünle görmediğini inkâr ediyorsun, o hâlde bu binanın ustasını da inkâr et. De ki: “Bu bina tesadüfen oldu, kendi kendine vücut buldu.” Bunu diyebilir misin, bu binanın ustasını inkâr edebilir misin?

Diyor ki: Yok, edemem. Usta olmadan bina olmaz.

Ben de diyorum ki:

— Şu basit bina bile ustasız olamıyor. Sen ustasını görmediğin hâlde kabul ediyorsun. Peki, şu kâinat bu binadan daha mı sanatsız daha mı basit? Binanın ustasını -görmediğin hâlde- kabul ediyorsun da kâinatın Sâniini neden kabul edemiyorsun? Göz sanatı görür, akıl sanatkârına intikal eder. Sen aklın yapacağı işi gözden bekliyorsun…

Basit bir hane bile kendi kendine tesadüfen olamaz. Hele şöyle bir saray:

Bahusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakiki menziller teşkil edilip kemal-i intizamla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hatta her bir hakiki perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icad ediliyor. (10. Söz)

(Müteaddid: Çok sayıda, birçok)

Bu öyle bir saray ki her dakika bir taşı düşüyor, yerine başka bir taş koyuluyor. Bir odası harap ediliyor, yerine başka bir oda yapılıyor. Her dakika farklı farklı menziller teşkil edilip kemal-i intizamla idare ediliyor.

Elbette böyle bir sarayın tesadüfen var olması mümkün değildir! Değil sarayın, tek bir taşının bile tesadüfen varlığı muhaldir.

Üstad Hazretleri misali hakikate şöyle bağlıyor:

Öyle de şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sâni ister. (10. Söz)

Bu hakikate şu misalle bakalım:

Bir kâğıda A harfi yazıldığını farz edelim. Bu A harfi birçok isim ve sıfatı kendisinde göstermekte, kâtibinin bu isim ve sıfatlara sahip olduğunu ispat etmektedir.

– Mesela bu A harfi yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Varlığının yokluğuna tercihi ancak irade sahibi bir kâtibin tercihiyle olabilir. İradesi olmayan, A harfinin varlığını yokluğuna tercih edemez. İşte bu durum, kâtibinin irade sahibi olduğunu göstermektedir.

– İrade sahibi olabilmek için ilk önce hayat sahibi olmak gerekir. Hayatı olmayanın iradesi olur mu? Elbette olmaz. İşte A harfi varlığıyla kâtibinin hayat sahibi olduğunu göstermektedir.

– Yine bu A harfi manalı bir harftir, alelade bir çizgi değildir. Demek onu yazan, harfleri tanıyor ve biliyor. Bu da ispat eder ki A harfinin kâtibinin bir ilmi vardır.

– Sadece ilim sahibi olmak da yetmez. Kudret sahibi de olmalıdır. Eğer kâtibinin hayatı olsa, iradesi olsa, ilmi olup A harfini yazmayı da bilse ama kâtibi felçli olsa, elini oynatamasa yani kudreti olmasa A harfini yazamazdı. İşte A harfi varlığıyla kâtibinin kudret sahibi olduğunu göstermektedir.

– Yine A harfi o kadar düzgün yazılmış ki bunu yazanın görmesi gerekir. Eğer kör olsaydı bu kadar düzgün yazamaz; A harfinin bir yeri uzun, diğer yeri kısa olurdu. Ama olmamış, tam bir intizam var. Demek A harfinin kâtibi görme sahibidir.

– A harfi manalı bir harftir, gelişigüzel çizilmiş bir şey değildir. Demek A harfinin kâtibi hikmet sahibidir. Bu harfi bir gayeye matuf yazmış. Bir gayeyi takip etmek ancak hikmet sahibi olmakla mümkündür.

İşte bunlar gibi daha birçok sıfatla A harfi kâtibini gösterir, onu tarif eder ve lisan-ı hâliyle der ki:

— Bu sıfatlara sahip olamayan bana kâtip olamaz.

Şimdi biri çıksa ve: “Bu A harfinin kâtibi yoktur. A harfi kendi kendine oldu.” dese, bu durumda, A harfinde gözüken isim ve sıfatları harfin kendisine vermek zorunda kalır. Çünkü ortada isim ve sıfatlar vardır ve bu isim ve sıfatlara sahip olunmadan A harfine sahip olunamaz. Bu isim ve sıfatlar muhakkak birisine verilmelidir. Eğer A harfinin kendi kendini yazdığı kabul edilirse, bu harfin irade sahibi, hayat sahibi; ilim, kudret ve hikmet sahibi olduğu ve diğer isim ve sıfatları taşıdığı kabul edilmek zorunda kalınır. Yani kâtibinde olan bütün sıfatlar A harfinin kendisine verilir.

Eğer “A harfini kalemin kendisi yazmış.” denilirse, bu durumda da mezkûr sıfatlar kaleme verilmek zorundadır.

— Gördünüz mü kâtibi kabul etmeyen neyi kabul etmek zorunda kalıyor?

Aynen bunun gibi, şu âlemdeki her bir varlık A harfi gibi bir harf hükmündedir ve kudret kalemiyle yazılmış İlahî bir kelimedir. Üzerinde Allah’ın binbir ismi ve sıfatları yazılmıştır. Eğer Allah inkâr edilirse, bu isim ve sıfatlar varlıklara, tabiata veya sebeplere verilmek zorundadır. Bu durumda da nihayetsiz ilahları kabul etme mecburiyeti ortaya çıkar. Çünkü bu sıfatları taşıyana ilah denir. Kim taşıyorsa ilah odur. Biz, “Allah taşıyor, bizim İlahımız odur.” diyoruz. Birisi “Allah yok.” derse, bu isim ve sıfatları varlıklara vermeli ve varlıkları ilah kabul etmelidir. Bu her varlık için böyledir. İşte bu cihetle, şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sâni ister. Ve ister ki bu Sâni, uluhiyetin bütün isimleriyle müsemma ve sıfatlarıyla mevsuf olsun.

Üstad Hazretleri, kâinatı şöyle tasvir ediyor:

Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki Ay, Güneş lambaları… Yıldızlar mumları… Zaman bir ip, bir şerittir ki o Sâni-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor… O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor. Kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor… Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki her bahar mevsiminde, üç yüz bin enva-ı masnuatıyla tezyin ediyor… Hadd ü hesaba gelmez enva-ı ihsanatıyla dolduruyor… Öyle bir tarzda ki nihayet ihtilat içinde ve karışmış oldukları hâlde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor… Başka cihetleri buna kıyas et. Nasıl, böyle bir sarayın Sâniinden gaflet edilebilir? (10. Söz)

(Tecdid: Yenileme / Enva-ı masnuat: Sanat eseri olan varlık türleri / Tezyin: Süsleme / Hadd ü hesaba gelmez: Sayılamayacak kadar çok / İhtilat: Karışıklık / İmtiyaz: Ayırt edici özellik)

Metin gayet açık ve izahına gerek yok… Sadece “O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor.”  cümlesinde “üç yüz altmış tarzda” ifadesi belki izah isteyebilir.

Bunun manası şudur: “Üç yüz altmış” rakamı senenin günlerini ifade etmektedir. Cenab-ı Hak her bir günde mahlukatın suretlerini yeniliyor. Kimi mahlukat ölüyor, kimisi yeni dünyaya geliyor; kiminin de vücudunda birçok hücre ölüp ertesi gün yenileri yaratılıyor. İşte bu hadise, “üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor.” şeklinde ifade edilmiş.

Diğer cümlelerin manası gayet açık ve izaha gerek yok. Ancak metnin açık olması, okuyup geçelim manasında değildir. Cümleler üzerinde derinlemesine tefekkür edilmeli, konu iyice anlaşılmalı ve ezberden özeti yapılabilmelidir. Cümleleri şu şekilde maddelemek tefekkürünü kolaylaştıracaktır:

– Şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sâni ister.

– Şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki Ay, Güneş lambaları; yıldızlar mumlarıdır.

– Zaman bir ip, bir şerittir ki o Sâni-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor.

– O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor. Kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor.

– Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki her bahar mevsiminde, üç yüz bin enva-ı masnuatıyla tezyin ediyor.

– Hadd ü hesaba gelmez enva-ı ihsanatıyla dolduruyor.

– Nihayet ihtilat içinde ve karışmış oldukları hâlde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor.

– Nasıl, böyle bir sarayın Sâniinden gaflet edilebilir!

Bu cümleler üzerinde derinlemesine tefekkür edilmeli ve konu ezberden anlatılabilmelidir. Ben kendi özetimi ezberden şöylece yazayım, sizlere bir örnek olsun:

Nasıl ki bir hane ustasız olamaz. Bahusus öyle bir hane ki harika sanatlarla, acayip nakışlarla ve garip ziynetlerle tezyin edilmiş; her bir taşına bir saray kadar sanat dercedilmiş… Ve o saray içinde her vakit hakiki menziller teşkil ediliyor, kemal-i intizamla yıkılıp yenisiyle değiştiriliyor; elbette bu sarayın ustasız olması mümkün değildir.

Aynen bunun gibi, şu kâinat sarayının da ustasız olması mümkün değildir. Bu kâinat öyle bir saraydır ki:

– Ay ve güneş lambalarıdır.

– Yıldızlar mumlarıdır.

– Zaman bir ip ve bir şerittir ki o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösterir; kemal-i hikmet ve intizamla değiştirir.

– Yeryüzü bu sarayın bir sofrasıdır ki bahar mevsiminde üç yüz bin envâ-ı masnuatla tezyin edilir; had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsanatla doldurulur.

Bütün bu işler de nihayet karışıklık içinde tam bir imtiyaz ve tefrik ile yapılır.

İşte kâinat böyle muhteşem bir saraydır ve böyle bir sarayın ustasız ve sânisiz olması mümkün değildir. O Sâni ki hem hakîmdir, hem alîmdir, hem kadîrdir, hem de bütün evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ile muttasıftır. Âmennâ ve saddeknâ.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin