5. Hem nasıl ki bulutsuz, gündüz ortasında, güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde…
Onuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Hem nasıl ki bulutsuz, gündüz ortasında, güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği hâlde güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü o vakit bir tek güneşi inkâr ve kabul etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince, hakiki ve bi’l-asâle güneşçikleri kabul etmek lazım geliyor. (10. Söz)
(Katarat: Damlalar / Bi’l-asâle: Bizzat, kendisi)
Bu misali çok iyi anlamalıyız. Zira sonrasında gelecek hakikat bu misal üzerine oturacak.
Güneş denizlerdeki her bir damlayı ve her bir şeffaf eşyayı ışığıyla aydınlatıyor, sıcaklığıyla ısıtıyor. Bu cihetle, her bir şeffaf eşyada güneşin bir yansıması bulunuyor.
Şimdi birisi, “Güneş yoktur.” dese ve güneşi inkâr etse, ona denilir ki:
— Peki, bu şeffaf eşyada gözüken yansımalar nereden geliyor? Ortada bir yansıma var, ışık var, sıcaklık var. Bunun bir sahibi olmalı. Ya bir yerden gelmeli veya şeffaf eşyanın bizzat kendisine ait olmalı.
Eğer güneş inkâr edilirse, her bir şeffaf şeyin içinde hakiki bir güneşin var olduğu kabul edilmek zorunda kalınır. Çünkü ortada gözün gördüğü yansıma var. Bu yansıma ya güneşindir ya da şeffaf eşyanın kendisinindir. Eğer kendisininse o zaman içinde bir güneş vardır hatta kendisi bir güneştir. Zira böyle yedi renge ve ısıya sahip olabilmek için güneş gibi bir cisim olmak gerekir.
Bir daha vurgulayalım. Yol iki:
– Ya gökteki güneş kabul edilip bütün şeffaf eşyadaki yansımaların ona ait olduğu ve ondan geldiği kabul edilecek.
– Ya da “Her bir şeffaf eşyanın içinde hakiki bir güneş vardır.” denilecek.
Ancak bu iki şekilden biriyle yansımaların varlığı izah edilebilir.
Üstadımız bu misalden şu hakikate çıkıyor:
Her zerrecikte -ki ancak bir zerre sıkışabildiği hâlde- koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lazım geldiği gibi… Aynen öyle de şu sıravari içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelal’i evsaf-ı kemalîyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalalet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira her şeyde hatta her bir zerrede bir uluhiyet-i mutlaka kabul etmek lazımdır. (10. Söz)
(Sıravari: Sıralı hâlde / Evsaf-ı kemalî: Kemalî sıfatlar / Uluhiyet-i mutlaka: Sonsuz ve sınırsız ilahlık)
Nasıl ki güneş inkâr edildiğinde, her bir şeffaf eşyanın içinde hakiki bir güneşin bulunduğu kabul edilmek zorunda kalınıyordu. Aynen bunun gibi, eğer Allah inkâr edilirse, sinekten çiçeğe kadar her bir varlığın, her bir hayat sahibinin, Allah’ın kudreti gibi nihayetsiz bir kudrete; ilmi gibi her şeyi kuşatan bir ilme; iradesi gibi sınırsız bir iradeye sahip olduğu ve diğer uluhiyet sıfatlarına haiz olduğu kabul edilmek zorunda kalınır. Hâlbuki bu sıfatlar vacibu’l-vücud olan Allah’tan başka hiçbir şeyde bulunmaz.
Bu hakikati anlayabilmek için şu kaideyi bilmeliyiz: İsimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Yani bir isim varsa, o ismi taşıyan bir fert olmak zorundadır. Bir sıfat varsa, o sıfatın sahibi olmalıdır. İsimler ve sıfatlar sahipsiz olamaz.
Her bir varlık üzerinde bilhassa hayat sahiplerinde Allah’ın isim ve sıfatları gözükmektedir. Allah inkâr edilse de bu isim ve sıfatlar inkâr edilemez, çünkü bunları göz görmektedir. Allah’ın inkâr edilmesi durumunda bu isim ve sıfatların varlıklara verilmesi gerekir. Çünkü isimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Ortada bir isim ve sıfat var. Bunun sahibi Allah değilse kimdir? Ya varlığın kendisidir ya tabiattır ya da sebeplerdir. İlla bir sahibi olmalı. Meseleyi somutlaştırdığımızda daha iyi anlaşılacaktır:
Sanatla yapılmış bir masa farz edelim. Bu masa birçok isim ve sıfatı kendisinde göstermekte, ustasının bu isim ve sıfatlara sahip olduğunu ispat etmektedir.
– Mesela bu masa yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Varlığının yokluğuna tercihi ancak irade sahibi bir ustanın tercihiyle olabilir. İradesi olmayan, masanın varlığını yokluğuna tercih edemez. İşte bu durum, ustasının irade sahibi olduğunu göstermektedir.
– İrade sahibi olabilmek için ilk önce hayat sahibi olmak gerekir. Hayatı olmayanın iradesi olmaz. İşte masa, varlığı ile ustasının hayat sahibi olduğunu göstermektedir.
– Yine bu masa sanatlı bir eserdir, alelade bir odun parçası değildir. Demek onu yapan, usta bir marangozdur ve masanın nasıl yapılacağını iyi bilmektedir. Bu da ispat eder ki masanın ustasının bir ilmi vardır.
– Sadece ilim sahibi olmak da yetmez. Kudret sahibi de olmalıdır. Eğer ustanın hayatı olsa, iradesi olsa, ilmi olup masayı yapmayı da bilse ama felçli olsa, elini oynatamasa yani kudreti olmasa masayı yapamazdı. İşte masa, varlığı ile ustasının kudret sahibi olduğunu göstermektedir.
– Yine masa o kadar düzgün yapılmış ki bunu yapanın görmesi gerekir. Eğer kör olsaydı bu kadar düzgün yapamaz; masanın bir ayağı uzun, diğer ayağı kısa olurdu. Ama olmamış, tam bir intizam var. Demek masanın ustası görme sahibidir.
İşte bunlar gibi daha birçok sıfatla masa ustasını gösterir, onu tarif eder ve lisan-ı hâliyle der ki:
— Bu sıfatlara sahip olamayan bana usta olamaz.
Şimdi biri çıksa ve: “Bu masanın ustası yoktur. Masa kendi kendine oldu.” dese, bu durumda, masada gözüken isim ve sıfatları masanın kendisine vermek zorundadır. Çünkü ortada isim ve sıfatlar vardır ve bu isim ve sıfatlara sahip olunmadan masaya sahip olunamaz. Bu isim ve sıfatlar muhakkak birisine verilmelidir. Eğer masanın kendi kendini yaptığı kabul edilirse, masanın irade sahibi, hayat sahibi; ilim, kudret ve hikmet sahibi olduğu ve diğer isim ve sıfatları taşıdığı kabul edilmek zorunda kalınır. Yani ustasında olan bütün isim ve sıfatlar masanın kendisine verilir.
Eğer “Masayı çekiç ve çivi yapmış.” denilirse, bu durumda da mezkûr sıfatlar çekice ve çiviye verilmek zorundadır.
— Gördünüz mü ustayı kabul etmeyen neyi kabul etmek zorunda kalıyor?
Aynen bunun gibi, şu âlemdeki her bir varlık üzerinde Allah’ın binbir ismi ve sıfatları gözükmektedir. Eğer Allah inkâr edilirse, bu isim ve sıfatlar varlıklara, tabiata veya sebeplere verilmek zorundadır. Bu durumda da nihayetsiz ilahları kabul etme mecburiyeti ortaya çıkar. Çünkü bu sıfatları taşıyana ilah denir. Kim taşıyorsa ilah odur. Biz, “Allah taşıyor, bizim İlahımız odur.” diyoruz. Birisi “Allah yok.” derse, bu isim ve sıfatları varlıklara vermeli ve varlıkları ilah kabul etmelidir.
Çünkü mesela, havanın her bir zerresi; her bir çiçek ile her bir meyveye, her bir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilatını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lazımdır, ta içinde işleyebilsin. Demek muhit bir ilim ve kudrete malik olmalı ki böyle yapsın. (10. Söz)
(Masnu: Sanatla yapılmış eser / Muhit: Kuşatan)
Eğer kişi Allahu Teâlâ’yı kabul etmezse iki muhalden birini kabul etmek zorundadır. Bu muhallerden birisi şudur:
Havanın her bir zerresinde nihayetsiz bir ilim ve sonsuz bir kudret olmalı. İlmiyle bütün ağaçların yapraklarını, çiçeklerini, meyvelerini ve bütün özelliklerini bilmeli; kudretiyle de bunları icat etmeli.
Meseleyi biraz daha açalım:
Topraktan çıkan nebatat; çiçeğiyle, meyvesiyle ve yaprağıyla bir kalıptan çıkmış gibi gayet mizanlı ve dengeli yaratılıyor. Bir kalıptan çıkmış gibi düzgün olabilmek için şu iki şeyden biri gerekir:
– Ya maddi bir kalıp olmalı ve eşya o maddi kalıbın içinde şekil almalı.
– Ya da manevi bir kalıp olmalı. Kudret sahibi bir zat atomları kudretiyle hareket ettirmeli ve manevi kalıbın içine sokmalı.
Eşyanın icadını izah edebileceğimiz başka bir yol yok.
Bu durumda, eğer nebatatı hava zerreleri icat etmişse; her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi olmalı. Bu ilimleriyle her bir nebat için manevi bir kalıp belirlemeli. Ayrıca sonsuz bir kudreti de olmalı ki atomları bu ilmî ve manevi kalıpların içine girmeye zorlayabilsin.
Ya bu muhali kabul edecekler ya da şunu:
Mesela toprakta her bir zerresi kabildir ki muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa lazım geliyor ki otlar ve ağaçlar adedince manevi cihazat ve makineleri tazammun etsin. (10. Söz)
Mesela toprağa bir elma ağacı diktiniz. Ağaç büyüdü, çiçek ve meyve verdi. Ağacın ne yaprakları birbirinin tamamen aynı, ne çiçekleri aynı, ne de meyveleri aynı. Eğer bu ağacı toprak yaratmışsa; bu durumda, bir saksı kadar toprak içinde ağacın dal, yaprak, çiçek ve meyveleri adedince maddi kalıplar lazım. Hatta toprağın her bir zerresi içinde bu maddi kalıpların var olması lazım.
— Niçin maddi kalıplar lazım?
Sebebi şu: Mesela bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ona bir kalıp yapmak zorundasınız. Kalıp olmadan pinpon topunu üretemezsiniz. Bu, bütün eşya için geçerlidir. Bir şeyi üretecekseniz, ilk önce onun kalıbını yapmalısınız.
Eğer elma ağacını ve üzerindeki yaprağı, çiçeği ve meyveyi toprak yaratmışsa; bu durumda, toprağın her bir cüzünde elma ağacının dalları, yaprakları, çiçek ve meyveleri adedince maddi kalıplar olması lazım.
İş bununla da bitmiyor. Biz o saksının içine başka bir şey diksek diktiğimiz şey bitiyor. Bu durumda, o saksının içinde hatta toprağın her bir zerresinde, onda biten nebatat adedince; o nebatatın dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve diğer cüzleri adedince maddi kalıpların olduğunu kabul etmek lazım gelir. Ancak bu durumda toprak o nebatatı bitirebilir. Eğer küçücük saksının ve zerrenin içinde, dünya kadar maddi kalıpların olduğunu kabul eden varsa Allah’ı inkâr etsin ve “Nebatatı toprak yapıyor.” desin.
Ya da hava zerresi için üstte yaptığımız mütalaayı toprak zerresi için de yapsın ve şunu kabul etsin:
Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir sanat ve kudret vermek lazım gelir. (10. Söz)
Yani toprakta ya nebatat adedince maddi kalıplar olmalı ya da toprağın her bir zerresinin nihayetsiz bir ilmi olmalı ve ilminde manevi kalıplar bulunmalı; kudretiyle de zerreleri bu kalıplara girmeye mecbur etmeli.
Şimdi sorumuz şu:
— Toprağın ve havanın zerreleri içinde eşya adedince maddi kalıplar yoksa, nihayetsiz ilimleri olmadığı için manevi kalıpları da yoksa, kudretleri olmadığı için atomları sevk ve idare de edemiyorlarsa; bu ağaçlar, çiçekler ve meyveler nasıl yaratılıyor? Nebatat nasıl icat ediliyor?
İş “Allah yok.” demekle bitmiyor. Bize eşyanın nasıl yaratıldığını izah etmek zorundalar. Hadi etsinler de görelim. Ya diyecekler ki:
— Bir saksı kadar toprağın içinde yüz milyonlar maddi kalıp var.
Ya da diyecekler ki:
— Bu toprak ve havanın her bir zerresinde nihayetsiz bir ilim var. İlimlerinde nihayetsiz manevi kalıplar var. Sonsuz kudretleriyle atomları bu kalıplara girmeye mecbur ediyorlar.
Bu iki şıktan birini kabul edemeyen, Allah’ı kabul etmek zorundadır.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Daha sair mevcudatı da kıyas et. Ta anlayacaksın ki her şeyde aşikâre, vahdaniyetin çok delilleri var. Evet, bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin hâlıkına has bir iştir. (10. Söz)
“Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak” hakikatini biraz mütalaa edelim:
Bir şeyden çok şeyleri yapmaya şunları misal gösterebiliriz.
– İnsanın mebdei bir damla sudur. Allahu Teâlâ bir damla sudan insanı yaratmış ve insana yüzlerce aza ve cihaz takmış; o su damlası yüzlerce azaya menşe olmuş. Yani bir şeyden çok şeyler icat edilmiş.
– Bir yumurtadan tavus kuşu çıkarılmış. Tek bir yumurta pek çok uzuv ve azalara menşe olmuş. Menşe olduğu uzuv ve azalar da seyredenleri hayrete düşürmüş.
– Bunun gibi, bütün hayvanlar yumurtalardan veya nutfe denilen su damlacıklarından yaratılmış. Tek bir şeyden sanatlı, hikmetli, şekilli yüzlerce aza ve cihaz icat edilmiş.
– Yine kocaman incir ağacı tek bir çekirdekten çıkarılmış. O küçücük çekirdek ağacın bütün yapraklarına, çiçeklerine, meyvelerine, kök ve dallarına menşe olmuş.
– Bunun gibi, bütün ağaçlar yine tek bir çekirdekten yaratılmış.
– Yine gül gibi güzel bir çiçek basit bir tohumdan yaratılmış. Gülün dalı, yaprağı, dikeni ve her şeyi tohumdan çıkarılmış. Tek bir tohum onlarca cihaza menşe olmuş.
– Bunun gibi, bütün çiçekler ve nebatat çekirdek ve tohumlardan icat edilmiş.
İşte tek bir şeyden onlarca hatta yüzlerce şeyi çıkarmak ve tek bir şeyi yüzlerce aza ve cihazata menşe yapmak öyle bir sikke-i i’cazdır ki taklidi mümkün değildir.
İkinci sikke-i i’caz, çok şeylerden tek bir şey yapmaktır. Mesela:
– İnsan onlarca farklı şey yer ama bütün yedikleri tek bir şeye inkılap eder, insan ortaya çıkar. Yediği her şey insanın vücudunda bir parça olur ve insanın varlığını devam ettirmesinde bir vazife görür.
– İnsanın vücudunda 60′a yakın element vardır. 60 element bir araya gelmiş ve tek bir insan ortaya çıkmış.
– Yine mesela ağaç birçok maddeyi topraktan süzer alır. Vücuduna onlarca madde girer, o maddeler tek bir şeye döner, ağaç olur. Ağacın vücudunda 15 element vardır. 15 element bir araya gelmiş tek bir varlık olarak ağaç ortaya çıkmış; çok şey tek bir şeye inkılap etmiş.
Bir şeyden çok şeylerin icat edilmesi ve çok şeylerin tek bir şeye inkılâp etmesi çiçekler için, hayvanlar için, bitkiler için ve bütün hayat sahipleri için geçerlidir.
Üstadımız bu mütalaa üzerine şöyle diyor:
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ferman-ı zîşanına dikkat et. Demek, Vâhid-i Ehad’i kabul etmemek ile mevcudat adedince ilahları kabul etmek lazım gelir. (10. Söz)
(Ayetin manası: Hiçbir şey yoktur ki (Allah’ı) hamdiyle tesbih etmesin.)
Cümlenin mütalaası üstte yapıldığından dolayı izahına gerek duymuyoruz.
Yazar: Sinan Yılmaz