13. Hem hiç mümkün olur mu ki bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksat ve gaye…
Onuncu Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Hem hiç mümkün olur mu ki bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksat ve gaye ne olacağını müş’ir tılsım-ı muğlakını hem mevcudatın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın? (10. Söz)
(Tahavvülat: Değişimler / Müş’ir: Haber veren / Tılsım-ı muğlak: Kapalı ve kilitli sır)
Gece gündüzü takip ediyor, gündüz geceyi… Yazdan sonra kış geliyor, kıştan sonra yaz… Her an bir kafile geliyor, bir kafile göçüyor… Şu âlem her daim bir tahavvül içinde çalkalanıyor; her dem değişiyor, başka bir şekle bürünüyor.
— Acaba bunun hikmeti nedir?
— Buradaki tılsım-ı muğlak nedir?
— Niçin gelenler durmuyor, hemen zevale düşüyor?
Hatta bir kısım varlık sadece bir gün yaşıyor. Gözünü şu dünyaya açar açmaz kayboluyor.
— Bu işlerdeki sır nedir?
Yine şu dünyaya gelen her misafir şöyle soruyor:
— Ben kimim?
— Nereden geldim ve nereye gidiyorum?
— Beni bu misafirhaneye kim gönderdi?
— Ben burada neciyim?
Felsefenin cevabından âciz kaldığı bu sorulara cevap verecek, şu âlemdeki tahavvülatın sırrını açıklayacak ve insana vazifesini öğretecek bir zat lazımdır. Yoksa bu tahavvülat -manası bilinmediğinden dolayı- abesiyete inkılap eder ve bu misafirhanenin açılması israfa döner.
İşte bu abesiyetin ve israfın olmaması için, şu âlemin sahibi olan Zat elbette bir elçisini gönderecek ve bunların manasını insanlara ders verecek. Bu, şu göz önündeki tahavvülat kadar katidir ve misafirlerin vücudu kadar kesindir.
Yazar: Sinan Yılmaz