23. Yedinci Hakikat: Bab-ı hıfz ve hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîb’in cilvesidir.
YEDİNCİ HAKİKAT VE YEDİNCİ SURET
Üstad Hazretleri bu Yedinci Hakikatte, âlemde gözüken hafîziyeti ahiretin delili yapıyor. Bizler yine meseleyi üç basamakta mütalaa edeceğiz. Mütalaa ederken de cümle cümle ilerlemeyip bütün üzerinde bir mütalaa yapacağız.
BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HAFÎZİYET
Şu âleme dikkat ile bakıldığında görülüyor ki: Küçük-büyük, kıymetli-kıymetsiz her şeyin amelleri muhafaza edilip hıfzediliyor.
Mesela çiçeklerin bütün programları ve tarihçe-i hayatları küçücük tohumlarında saklanıyor. O tohum âdeta o çiçeğe bir sandıkça oluyor. Bir sonraki baharda o tohum yarılıyor ve o tohumdan çiçeğinin bütün amelleri neşrediliyor.
Bütün ağaçların program ve amelleri ise küçücük çekirdeklerinde muhafaza ediliyor. O küçücük çekirdek, ağacının bütün amelini ve programını saklıyor. Ne zaman toprağa atılsa, ağacının amel defterini neşrediyor.
Bir kısım hayvanatın programı ve tarihçe-i hayatları ise yumurtalarında muhafaza ediliyor. Âdeta o küçücük yumurtalar o hayvan için bir amel defteri oluyor ve o hayvanın bütün özellikleri o yumurtada saklanıyor.
İnsanların ve bir kısım hayvanatın plan ve programları ise bir damla suda muhafaza ediliyor. Nutfe denilen o suda insanın ve hayvanın bütün planı ve programı saklanıyor; bütün özellikleri bir damla suda kaydediliyor.
Ya insanın DNA’larına ne demeli? Bir tek hücrede bulunan DNA molekülleri, her biri 20.000 sayfayı ihtiva eden 46 ciltlik dev bir ansiklopediye benziyor ve bu kadar bilgiyi ihtiva ediyor. İnsanda ise 60 bin milyar hücre vardır!
Bir de insanın hafızasına bakın! Nohut kadar bir yerde, insanın başından geçen her şey, bütün tarihçe-i hayatı ve öğrendiği her bilgi saklanıyor ve muhafaza ediliyor.
Şu âlemdeki hafîziyet tecellisini öyle uzun uzadıya anlatmaya herhâlde gerek yoktur. Zira şu âciz insan bile o hafîziyet kanunundan istifade ederek her şeyi kayıt altına almaktadır. Kameralar, bilgisayarlar, ses kayıt cihazları, flash bellekler, hard diskler ve diğer bütün kayıt cihazları âlemdeki bu hafîziyet kanunundan istifade edilerek yapılmış cihazlardır.
İKİNCİ BASAMAK: BU HAFÎZİYETİN SAHİBİ OLAN HAFÎZ KİMDİR?
Şimdi soruyoruz:
— Acaba çiçeklerin bütün plan ve programlarını, amellerini ve tarihçe-i hayatlarını küçücük tohumlarda muhafaza eden kimdir?
— Kim en basit bir çiçeğin amellerini dahi muhafaza ediyor ve sonraki baharda o amelleri neşrediyor?
— Allah’tan başka kimin haddi var ki hadsiz çiçeklerin plan ve programlarını küçücük tohumlarda saklasın ve bahar mevsimi geldiğinde -birbirine karıştırmaksızın- o tohumlardan o çiçekleri çıkartsın?
— Kimdir koca incir ağacını küçücük çekirdeğinde saklayan ve o çekirdeği o ağaca bir sandıkça yapan?
— Kimdir bütün ağaçların plan ve programlarını küçücük çekirdeklerine yerleştiren ve o ağaçların amel defterlerini çekirdeklerinin ellerine veren?
— Kimdir bütün yumurtaları hayvanlara birer amel defteri yapan ve o hayvanın bütün programını o yumurtalarda saklayan?
— Kimdir bir damla suyu bir kütüphane hükmüne getiren ve o suda insanı yazan?
— Kimdir her bir DNA’yı dev bir ansiklopedi yapan ve içinde bir milyon sayfalık bilgiyi muhafaza eden?
Bütün bu hikmetli fiillere Allah’tan başka bir fail gösterebilir miyiz?
Hayır, gösteremeyiz. Zira O’ndan başka hiçbir şeyin gücü buna yetmez. Çünkü muhafaza etmek, nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, sonsuz bir hikmeti, kayıtsız bir iradeyi ve diğer uluhiyet sıfatlarını iktiza etmektedir. Bu sıfatları olmayanın bu fiillere fail olması mümkün değildir. Bu nihayetsiz sıfatlar da sadece Allahu Teâlâ’ya mahsustur.
Demek, şu göz önündeki hafîziyet -yani her mahlukun planının, programının, tarihçe-i hayatının ve amellerinin son derece dikkat ve ihtimamla muhafaza edilmesi ve kayıt altına alınması- perde arkasındaki bir Zatı, “Hafîz” ismiyle bizlere tanıtır ve bildirir.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: HAFÎZ İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Hiç mümkün müdür ki gökte, yerde, karada ve denizde; yaş-kuru, küçük-büyük, adi-âli her şeyi kemal-i intizam ve mizanla muhafaza eden ve bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi, büyük bir fıtratta yaratılan, yeryüzünün halifeliği gibi bir rütbede bulunan ve emanet-i kübra gibi büyük bir vazifesi olan beşerin amellerini ve fiillerini muhafaza etmesin, muhasebe eleğinden geçirmesin, adalet terazisinde tartmasın, ona layık bir ceza ve mükâfat vermesin? Hâşâ ve kellâ.
Bu âlemin sahibi olan Zat son derece hafîzdir ve mülkünde cereyan eden her şeyi muhafaza ediyor.
— Acaba geçici, adi, bekasız ve ehemmiyetsiz şeylerde muhafaza böyle olursa; hiç mümkün müdür ki şu âlemin en kıymetli misafiri, Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve emanetinin taşıyıcısı olan insanın amelleri hıfz edilmesin ve bu hıfza göre bir muhasebe görmesin?
Âlemdeki şu hafîziyet tecellisinden anlaşılıyor ki:
– Şu mevcudatın sahibi olan Zat, mülkünde cereyan eden her şeyin kaydına büyük bir ihtimam gösteriyor.
– Hem hâkimiyetine nihayet derecede dikkat ediyor.
– Hem saltanatının rububiyetine gayet ihtimam gösteriyor.
– O derece ki en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazıyor, yazdırıyor; mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddit şeylerde hıfzediyor.
İşte şu hafîziyet işaret eder ki ehemmiyetli bir muhasebe-i amel defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref mahluk olan insanın amelleri mühim bir hesap ve mizana girecek, amel sahifeleri neşredilecek.
— Acaba bir ağacın ruha benzeyen programını, bir nokta gibi en küçük çekirdeğinde dercedip muhafaza eden Zat-ı Hafîz için, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza edecek?” denilir mi ve bundan şüphe edilir mi?
— Acaba hiç mümkün müdür ki insan şu dünyada hilafet ve emanetle mükerrem olsun da sonra kabre girip rahatla yatsın ve uyandırılmasın; küçük büyük her amelinden sual edilmesin; mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin; yokluğa kaçsın ve toprağa girip saklansın? Hâşâ ve kellâ.
Şimdi, bu delili şöylece maddeleyerek pekiştirelim:
1. Bu âlemdeki her şeyin plan ve suretlerinin -yani bir cihette amellerinin- tohumlarda, çekirdeklerde, nutfe denilen su damlacıklarında, hafızalarda, DNA’larda vs. muhafaza edilip saklanması ispat eder ki perde arkasında bir Zat var ve mülkünde cereyan eden her şeyi muhafaza ediyor.
2. Çiçek gibi, ağaç gibi en basit ve kıymetsiz şeylerin plan ve programlarının hıfzedilmesi ispat eder ki insanın amelleri de hıfzediliyor. Zira insan bu âlemde hilafet makamının mazharı, emanet-i kübranın taşıyıcısı ve Allahu Teâlâ’nın has muhatabıdır. Cenab-ı Hakk’ın en basit eşyanın amellerini muhafaza edip, rububiyetin saltanatına dokunan insanın amellerini muhafaza etmemesi mümkün değildir.
3. Madem insanın amelleri muhafaza ediliyor, elbette bu muhafaza bir muhasebe ve hesap içindir. Hâlbuki bu dünyada insan hiçbir hesap görmemekte ve suale çekilmemektedir. İşte bu hâl ispat eder ki başka bir âlem olmalıdır. Orada bir mahkeme-i kübra olmalı ve insan amellerinin hesabını orada vermelidir. İşte orası da ahirettir.
4. O hâlde diyebiliriz ki: Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Hafîz” ismini inkâr edebilmek gerekir. Zira “Hafîz” ismini inkâr edemeyen, insanın amellerinin muhafaza edildiğini kabul etmek zorunda kalır. Bu muhafaza da elbette bir muhasebe için olacağından ve bu muhasebe bu dünyada olmadığından ahiretin varlığı mecburen kabul edilir.
5. Demek, ahireti inkâr edebilmek için, Allah’ın “Hafîz” ismini inkâr edebilmek gerekiyor. “Hafîz” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatı inkâr edip akıldan istifa etmek gerekiyor. Zira tohumlardan çekirdeklere, hafıza kuvvetinden yumurtalara, DNA’lardan hücreye kadar, her şeyde bir hafîziyet vardır. “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu hafîziyetin de bir faili olmak zorundadır. Göz önündeki bu hafîziyeti inkâr edemeyen, faili olan Hafîz-i Zülcelâl’i de inkâr edemez. Hafîziyeti inkâr etmek ise ancak akıldan ve insanlıktan istifayla mümkündür. İnsanlığını bırakıp akıldan vazgeçenlere ise zaten söyleyecek bir sözümüz yoktur!
Yedinci Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Yedinci Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz 13 madde var:
1. Bab-ı hıfz ve hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîb’in cilvesidir: Cümlede geçen “hıfz”, “hafîziyet”, “Hafîz” ve “Rakîb” kelimeleri Arapça kökenli kelimelerdir. Bu kelimelerin manası şöyledir:
“Hıfz” kelimesi حَفِظَ kelimesinin mastarıdır. “Korumak, saklamak, kaydetmek, zapt etmek” gibi manalara gelir.
“Hafîz” kelimesi حَفِظَ kelimesinden türemiş mübaalaga-i ism-i faildir. Mübaalaga-i ism-i fail: Bir varlıkta bir özelliğin çok fazla bulunduğunu ve bir kimsenin bir şeyi çok fazla yaptığını gösteren isimlerdir. Bu itibarla Hafîz ismi “her şeyi saklayan, çok kaydeden…” manasındadır.
“Hafîziyet” kelimesi حَفِيظٌ kelimesinden türemiş masdar-ı ca’lîdir. Masdar-ı ca’lî: Sıfat manası ifade eden mastarlardır. Hafîziyet kelimesi “hıfz edicilik, koruyuculuk, koruma vasfına sahip olma” manalarına gelir.
“Rakîb” kelimesi رَقَبَ kelimesinden türemiş mübaalaga-i ism-i faildir. “Çok koruyan, çok gözeten” manasındadır. Bu ism-i şerife Kur’an’dan bir örnek verelim:
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
“Şüphesiz Allah üzerinize rakîbtir.” (Nisa 1)
2. Hilafet-i kübra gibi bir rütbede: İnsanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olması Kur’an’da şöyle geçmektedir:
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً
“Bir vakit Rabbin meleklere dedi ki: Şüphesiz ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 30)
Başka bir ayette de şöyle geçiyor:
هُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ فِي الْأَرْضِ
“O Allah ki sizi yeryüzünde halifeler yaptı.” (Fatır 39)
Bir kısım âlime göre, insanın halife olması, insanlar arasında Allah adına hükmetmesi sebebiyledir.
İbni Mesud’un görüşüne göre, Hazreti Âdem ve insan yeryüzüne hükmettiği için Allah’ın halifesi olmuştur. Şu ayet-i kerime bu manayı kuvvetlendirmektedir:
يَا دَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ فَاحْكُم بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O hâlde insanlar arasında adaletle hükmet” (Sâd 26)
İmam Gazzâlî Hazretleri, insanın Allah tarafından üflenen bir ruh taşıması ve Allah’ın Hazreti Âdem’i kendi suretinde yaratması hasebiyle Allah ile insan arasında manevi mahiyette özel bir münasebetin bulunduğunu söyler ve insanın Allah’ın halifesi olmasını bu münasebete bağlar. Yine İmam Gazzâlî, Allah’ın Hazreti Âdem’e isimlerini öğretmiş olması sebebiyle, Hazreti Âdem’in Allah’ın halifesi olmaya hak kazandığını belirtir.
3. Emanet-i kübra gibi büyük vazifesi olan beşerin: İnsanın emanet-i kübranın taşıyıcısı olması şu ayet-i kerimede zikredilir:
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Gerçekten o, pek zalim ve çok cahildir.” (Ahzab 72)
Üstad Hazretlerinin beyanına göre, bu emanet insandaki “ene”dir. Allahu Teâlâ insana “ene” namıyla bir benlik vermiştir. “Ene”nin vazifesi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Yani “ene” bir vâhid-i kıyasîdir. Şöyle ki:
İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Mesela balığa sormuşlar:
— Sen denizi hiç gördün mü?
Balık cevap vermiş:
— Yıllardır onu ararım ama hâlâ bulamadım.
Evet, balık denizdedir ama ondan gafildir. Buna “şiddet-i zuhur” denir. Denizin, balığın üzerindeki şiddeti zuhurundan dolayı balık denizi bilmez ve mahiyetini kavrayamaz.
Yine mesela güneşi sema kadar büyütsek ve gökyüzüne baktığımızda güneşten başka bir şey görmesek, bu durumda, güneşin varlığını bilemeyiz. Zira sınırsız ve sonsuz olan bir şeyin varlığı bilinemez.
Aynı şey Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Uluhiyet sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Şöyle ki:
Mesela bir ev yapan kimse der ki:
— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.
Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki uluhiyet sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder.
Evi yapan ilk önce şöyle düşünmeye başlar:
– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi yaratmıştır.
– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.
– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.
– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var; Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi icat edemez ve böyle intizamla idare edemezdi.
Sizler uluhiyetin diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…
İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın isim ve sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:
— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür.
“Ene” hakkında daha detaylı bilgiyi, Otuzuncu Söz’ün “ene bahsine” havale ediyoruz.
4. Rububiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri: Rububiyet, Allahu Teâlâ’nın fiilî sıfatlarıyla âlemde tecelli etmesidir. Bu sıfatlardan bir kısmı şunlardır:
Tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme)…
“Rububiyet-i âmme” ise bu sıfatların bütün âlemde gözükmesi ve umum eşyayı ihata etmesidir.
Elbette insan, âlemi ihata eden bu rububiyetin haricinde kalamaz. İnsanın amelleri ve fiilleri, bu rububiyet-i âmmeye temas etmektedir. Mesela:
– Allahu Teâlâ terbib sıfatıyla bütün eşyayı terbiye ettiği gibi, şeriat-ı İslamiye ile beşeri de terbiye etmiştir.
– Tanzim sıfatıyla bütün âlemi nizama koyduğu gibi, insanı da Kur’an’ın ahkâmıyla nizama koymuştur.
– Tekmil sıfatıyla her bir eşyaya kemal verdiği gibi, insana da sünnet-i seniyyenin düsturlarıyla bir kemal vermiştir.
– Tezyin sıfatıyla bütün eşyayı süslediği gibi, insanı da madden ve manen süslemiştir.
– Tavzif sıfatıyla her mahluka bir vazife verdiği gibi, insana da hilafet vazifesini vermiştir. Ve hakeza…
İnsan-ı kâfir ise rububiyete temas eden bu fiillerde haddi aşmış ve Allah’a isyan etmiştir. Mesela:
– Allah’ın terbib sıfatıyla tecellisine mukabil, şeriat-ı İslamiyeyi terk ederek terbiyesizliği seçmiş.
– Tanzim sıfatıyla tecellisine mukabil, nizamı çiğnemiş.
– Tekmil sıfatıyla tecellisine mukabil, sünnet-i seniyyeden yüz çevirerek kemali terk etmiş.
– Tezyin sıfatıyla tecellisine mukabil, Allah’ın kendisine taktığı bütün süsleri -küfür vasıtasıyla- zıtlarına tebdil etmiş.
– Tavzif sıfatıyla tecellisine mukabil, vazifesini terk etmiş hatta inkâr etmiş.
– İn’am sıfatıyla tecellisine mukabil, kendine verilen nimetleri esbaba taksim etmiş…
Ve bunlarla da büyük bir cinayet işlemiş; bütün eşyanın itaat ettiği rububiyetin kanunlarını hiçe saymış.
Yine Cenab-ı Hak:
– Terzik sıfatıyla tecellisine mukabil şükür isterken, insan nankörlükle mukabele etmiş.
– Tezyin sıfatıyla âlemde tecellisine mukabil methüsena isterken, insan istikrah ile mukabele etmiş.
– Tahlik sıfatıyla tecellisine mukabil kendisine iman isterken, insan küfürle mukabele etmiş.
– Gufran sıfatıyla tecellisine mukabil günahlardan tövbe isterken, insan günahın kendisini inkâr etmiş…
Bunlarla da rububiyetin hukukuna tecavüz etmiş.
Elbette insanın rububiyet-i âmmeye temas eden ve rububiyetin hukukunu çiğneyen amelleri muhafaza edilecek, muhasebe eleğinden geçirilecek, adalet terazisinde tartılacak, şayeste bir ceza ve mükâfat verilecek.
5. Evet, şu kâinatı idare eden Zat, her şeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür: Şöyle bir misalden yola çıkalım:
Faraza Türkçe kayboluyor; siz de Türkçedeki bütün kelimeleri muhafaza etmek için bir sözlük hazırlayacaksınız. Şimdi, bu sözlüğü hazırlayabilmeniz için hangi sıfatlara sahip olmanız gerektiğini düşünelim:
1. İradeniz olmalı. İradeniz olmalı ki sözlüğün varlığını yokluğuna tercih edebilesiniz. İradeniz olmazsa, sözlüğü yazmaya meyledemez ve neticede sözlüğü yazamazsınız.
2. İlminiz olmalı. Yani yazmayı bilmeli ve kelimeleri tanımalısınız. Okuma-yazma bilmiyorsanız bu sözlüğü hazırlayamazsınız.
3. Kudretiniz olmalı. Eğer felçli olur ve kalemi tutamazsanız ya da bilgisayarın tuşlarına basamazsanız bu sözlüğü hazırlayamazsınız.
4. Hikmetiniz olmalı. Yani sözlüğü hazırlarken bir faydayı takip etmeli ve insanların istifade edeceği bir usulle hazırlamalısınız. Hikmetiniz olmazsa sözlüğü hazırlayamaz; faraza hazırlasanız da kimseye faydası olmaz.
O hâlde diyebiliriz ki: Hazırlanmış bir sözlük, onu hazırlayan zatın iradesini, ilmini, kudretini ve hikmetini ispat eder.
Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da kelime hükmünde olan varlıkları yumurtalarında, nutfelerinde, tohum ve çekirdeklerinde nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Böyle bir muhafaza; iradenin, ilmin, kudretin ve hikmetin bir tezahürüdür.
Dolayısıyla diyebiliriz ki: İradesi olmayan, ilmi bulunmayan, kudreti ve hikmeti yok olan esbab, eşyayı böyle nizam ve mizan içinde muhafaza edemez. Böyle bir muhafaza ancak ve ancak iradesi mutlak, ilmi nihayetsiz, kudreti sonsuz ve hikmeti sınırsız olan Allah’ın faaliyeti ve O’nun esmasının tezahürü olabilir.
6. Zahir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor: Cenab-ı Hak mülkünde cereyan eden her şeyi zahir ve bâtın aynalarda muhafaza ediyor.
Zahir aynalar: Çekirdek, tohum, nutfe ve yumurta gibi aynalardır. Ağaçların plan ve programları çekirdeklerinde, çiçeklerin plan ve programları tohumlarında, hayvanatın plan ve programları ise nutfe ve yumurtalarda muhafaza edilmektedir.
Hafîziyetin tecellisine mazhar olan bu aynaları göz gördüğü için, Üstadımız bunlara “zahir aynalar” demiş.
Bâtın aynalar: Beşerin hafızası, levh-i mahfuz ve insanın amellerinin yazıldığı amel defterleri gibi aynalardır. Bunları göz görmediği için, Üstadımız bunlara bâtın aynalar demiş.
Gerek zahir aynalar gerekse bâtın aynalar, her şeyin muhafaza edildiğini ve kanun-u hafîziyetin azamet-i ihatasını göstermektedir.
7. Rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle: Rububiyeti üçüncü maddede izah etmiştik. Bilgileri ne kadar çok tekrar etsek o kadar iyidir. Bu sebeple manasını tekrar kaydediyoruz:
Rububiyet, Allahu Teâlâ’nın fiilî sıfatlarıyla âlemde tecelli etmesidir. Bu sıfatlardan bazıları şunlardır:
Tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme)…
Rububiyetin külliyat-ı şuunu ise mezkûr fiillerin her şeyi kuşatması ve zerreden şemse kadar her yerde tecelli etmesidir.
“Kesret dairelerinde” ifadesiyle “geniş daire” ve “büyük mahlukat” kastedilmiştir. Bunun zıddı “cüz’iyat dairesi”dir. Cüz’iyat dairesi ifadesiyle “dar daire” ve “küçük mahlukat” kastedilir. Mesela:
– “Deniz” kesrete, “balık” cüz’iyata dâhildir.
– “Dağ” kesrete, “ağaç” cüz’iyata dâhildir.
– “Yeryüzü” kesrete, “çiçek” cüz’iyata dâhildir.
Bunlar gibi, büyük varlıklar kesrete, küçük varlıklar cüz’iyata dâhildir. Hem kesrette hem cüz’iyatta, hem nevde hem fertte, hem zerrede hem şemste, çiçekten galaksilere kadar her şeyde Allah’ın vahdaniyeti tecelli eder.
İnsanın bu makamdaki vazifesi, ilk önce Allahu Teâlâ’nın rububiyetinin kesret dairelerindeki icraatına şahit olmak, daha sonra da Allah’ın birliğini ilan etmektir.
8. Ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın: Kur’an-ı Hakîm’de bütün mevcudatın Allah’ı tesbih ettiği bildirilir; bu cihetle her bir mahlukun bir zâkir ve müsebbih olduğuna dikkat çekilir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra 44)
Başka bir ayette şöyle buyrulur:
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلاَتَهُ وَتَسْبِيحَهُ
“Göklerde ve yerde bulunanların ve saf saf olmuş kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Her biri duasını ve tesbihini bilmiştir.” (Nur 41)
Bir başka ayet de şöyledir:
إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ
“Şüphesiz biz dağları (Davud’a) boyun eğdirdik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine verdik. Hepsi onunla zikir ve tesbih ederdi.” (Sâd 18-19)
Bu makamda insanın vazifesi, mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine nazır olmak, şahit olmak ve onların ibadetini “Ettehiyyâtü lillâh” diyerek Allah’a takdim etmektir.
Üstadımız, “Mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip…” dedi. Buradaki “müdahale” ifadesi “girmek, dâhil olmak” manasındadır. Yoksa “karşı gelmek” manasında değildir. İnsan, mahlukatın tesbihatını ve ibadetini keşfetmeli, o da onlara dâhil olup onlarla beraber saf tutmalı ve o safın serzâkiri olmalıdır.
9. Hem bütün gelecek zamanda olan mümkinata kadir olduğuna, bütün geçmiş zamandaki mucizat-ı kudreti olan vukuatı şehadet eden: Cenab-ı Hakk’ın geçmişte yaptığı icraat, ahireti getirmeye muktedir olduğuna delildir. Bu delili Kur’an da birçok ayetiyle işler. Mesela der:
أَأَنْتُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمِ السَّمَاءَ بَنَاهَا
“Sizi yaratmak mı daha zor yoksa göğü yaratmak mı? Allah onu bina etti.” (Naziat 27)
Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimede, semayı bina etmesini, insanı öldükten sonra yaratacağına delil yapmıştır. Yani buyurmuş ki: Semayı bina etmeye muktedir olan bir kudrete, insanı öldükten sonra yaratmak çok kolaydır.
Yine Kur’an der:
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنْشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ
“Yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi ve ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek.’” (Yasin 78-79)
Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimede, insanın ilk yaratılışını ikinci yaratılışına delil yapmıştır.
Yine Kur’an der:
يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذَلِكَ تُخْرَجُونَ
“Allah ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.” (Rum 19)
Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimede; ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarmasını ve yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesini, insanı öldükten sonra dirilteceğine delil yapmıştır.
Daha Kur’an’da böyle çok ayet-i kerime var. Herhâlde Üstadımız, “Hem bütün gelecek zamanda olan mümkinata kadir olduğuna, bütün geçmiş zamandaki mucizat-ı kudreti olan vukuatı şehadet eden…” ifadesini, Kur’an’ın bu tarz-ı beyanından istifade ederek söylemiş.
Bu da aynı zamanda Risale-i Nurlarda Kur’anî bir yolun takip edildiğine delildir.
10. Zaman-ı hazırdan ta iptida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mazi, umumen vukuattır. Vücuda gelmiş her bir günü, her bir senesi, her bir asrı birer satırdır, birer sahifedir, birer kitaptır ki kalem-i kader ile tersim edilmiştir. Dest-i kudret, mucizat-ı âyâtını onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır: Böyle uzun metinleri anlamanın en iyi yolu metni bölerek okumak ve sonra özetini çıkarmaktır. Şimdi metni, bölünmesi gereken yerlerden üç noktayla bölelim. Metni okurken yapmamız gereken şey, önce üç noktaya kadar olan kısmı iyice anlamak, metne sonra devam etmektir. Şimdi metni bu usulle okuyalım:
Zaman-ı hazırdan… ta iptida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mazi… umumen vukuattır… Vücuda gelmiş her bir günü… her bir senesi… her bir asrı birer satırdır… birer sahifedir… birer kitaptır ki… kalem-i kader ile tersim edilmiştir… Dest-i kudret, mucizat-ı âyâtını… onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır.
(İptida-i hilkat-i âlem: Kâinatın yaratılışının başlangıcı / Tersim: Resimlemek / Dest-i kudret: Allah’ın kudret eli / Mucizat-ı âyât: Mucizevî ayetler)
Şimdi de metni maddeleyerek özetini çıkaralım:
1. Zaman-ı mazi: Hazır zamandan iptida-i hilkat-i âleme (kâinatın yaratılışının başlangıcına) kadar olan zamandır.
2. Bu zaman dilimi umumen vukuattır. Yani bu zaman diliminde, “olacak” şeylerden değil, “olmuş” şeylerden bahsedilir. Mazideki hadisat olmuş ve bitmiştir.
3. Zaman-ı mazinin her bir günü, her bir senesi ve her bir asrı birer satırdır, birer sahifedir ve birer kitaptır. Gün bir satır, sene bir sayfa ve asır bir kitaptır. Bu satırlar, sahifeler ve kitaplar yazılmış; mürekkebi kurumuş ve kalem kaldırılmıştır.
4. Mezkûr satırlar, sahifeler ve kitaplar kader kalemiyle tersim edilmiş yani hadisatın vukua geliş şekilleri kader ile tayin edilmiştir.
5. Dest-i kudret (Allah’ın kudret eli) ise kaderin tersim ettiği bu satır, sayfa ve kitaplarda, mucizat-ı âyâtını (mucizevî ayetlerini) kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır. Yani kader yazmış, kudret ise icat etmiştir. Yazılar kalem-i kadere, icat ise dest-i kudrete aittir.
Gördünüz mü başta anlaşılması zor gibi görünen cümle doğru usulle okunduğunda nasıl da açıldı. Peki, iş bitti mi?
Hayır, bitmedi. Bundan sonra yapılması gereken şey, metnin üzerinde tefekkür etmektir.
Kardeşlerim, makam münasebetiyle şunu ifade edeyim: Bu fakir kardeşiniz otuz yılı aşkın bir zamandır Risale-i Nurları mütalaa ediyor. İnanın bir defa bile Risaleleri kalemsiz okumadı. Hep yazarak-çizerek çalıştı. Okuma değil, mütalaa yaptı.
Hatta inanın, yazacak kâğıdım olmadığı zaman cetvel ve kalemle okur, birbiriyle alakadar kelimeleri çizgiyle birbirine bağlar, çizginin de düzgün olması için cetvel kullanırdım. Bir sayfaya çalıştığımda o sayfanın özetini ezberden yapacak derecede metni hazmetmedikçe diğer sayfaya geçmezdim.
Elhamdülillah, bu usulün çok faydasını gördüm; sizlere de tavsiye ediyorum.
11. Nasıl ki bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir: Bu hakikati biraz tefekkür edelim:
Herhangi bir sebep, bir elmaya malikiyet iddiasında bulunup “Seni ben yaptım, sen benimsin.” dese, elma ona der ki:
— Bana sahip olabilmek için nevime ve bütün kardeşlerime sahip olman lazım. Çünkü bizler, bütün elmalar, birbirimize benziyoruz. Aramızda bir misliyet var. Eğer senin beni yapmaya gücün varsa kardeşlerim olan diğer elmaları yapmaya da gücün vardır. Yok, onları yapmaya gücün yoksa beni yapmaya da gücün yoktur. Öyleyse eğer bana sahiplik iddiasında bulunacaksan önce nevime sahip olduğunu ispat et. Çünkü ancak nevimi yaratan, beni yaratabilir.
Eğer elmaya sahiplik iddiasında bulunan sebep, ferdi bırakıp neve gitse ve neve: “Ben sizin sahibinizim.” dese, bu sefer de nev ona diyecek ki:
— Beni yaratan, yeryüzünü yaratandır. Çünkü ben yeryüzü tarlasında yaratılmışım. Yeryüzünün toprağına, havasına, suyuna sahip olamayan, bana sahip olamaz. Çünkü varlığım için bunlara muhtacım. İhtiyacımı karşılayamayan, bana nasıl sahip olabilir? Sen önce yeryüzüne sahip olduğunu ispat et, sonra gel, bana sahiplik iddiasında bulun.
Eğer neve sahiplik iddiasında bulunan sebep, nevi bırakıp yeryüzüne gitse ve “Senin sahibin benim, seni ben yaptım.” dese, yeryüzü ona diyecek ki:
— Benim ile sema arasında bir alışveriş var. Mesela benden semaya buhar çıkıyor; semadan bana yağmur, dolu ve kar gönderiliyor. Yine üzerimdeki nebatatı güneş pişiriyor, ahalimi aydınlatıyor ve ısıtıyor. Benim ile sema arasında bir tesanüd ve bir yardımlaşma var. Sema benden ilgisini bir kesse, üzerimde hayat olmaz. O zaman bana sahip olabilmek için önce semaya sahip olman lazım. Kâinatı yaratabilecek; Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara sahip olabilecek; bulutlarda tasarruf edip suyu bana gönderebilecek bir kudretin varsa göster; sonra bana sahiplik iddiasında bulun.
İşte yeryüzü kendisine sahiplik iddia edene böyle der.
Netice: Bir elmaya sahip olabilmek için kâinata sahip olmak gerekir. Kâinatı yed-i tasarrufunda tutamayan, bir elmaya malikiyet iddiasında bulunamaz.
Üstadımız bu delili daha geniş bir surette, Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfında izah ediyor. Bu bölümü mutlaka okumalısınız. Bu ders tam bir tevhid dersidir.
12. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır: Meyve, ağacın misal-i musaggarıdır (küçültülmüş bir misalidir). Ağaçta ne varsa meyvede o vardır; ağaçta hangi maddeler bulunuyorsa meyvede o maddeler bulunur. Ağacı küçültsek meyve olur; meyveyi büyütsek ağaç olur.
Bu durumda, yaratılış bakımından ikisi için de aynı kudret lazımdır. Bu da ispat eder ki: Cüze sahip olabilmek için küll’e hâlık olmak gerekir. Küll’e hâlık olmayan, cüze sahip olamaz.
Aynı şey elma ile bahçe ve elma ile kâinat arasında da geçerlidir. İş şuraya bağlanır: Elmaya sahip olabilmek için kâinata sahip olmak gerekir. Kâinatı halk edemeyen, bir elmayı icat edemez.
Üstadımız aynı hakikate metnin devamında şu cümleyle işaret ediyor: “Her şeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve bir tek şeyi halk eden, her şeyi yapabilir.”
13. Hem eşyanın icadı bir tek zata verilse bütün eşya bir tek şey gibi kolay olur ve suhulet peyda eder. Eğer müteaddid esbaba verilse ve kesrete isnad edilse bir tek şeyin icadı, bütün eşyanın icadı kadar müşkülatlı olur ve imtina derecesinde suubet peyda eder:
Üstad Hazretleri bu hakikati Mesnevî’de şöyle beyan ediyor: “Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lazım olan cihazat ve âlât ve edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lazımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir.”
Metin üzerine biraz mütalaa yapalım:
Bir ağaç yapılacak diyelim… Bu ağacın yapılabilmesi için toprak lazım, hava lazım, su lazım, güneş lazım. Meyveleri üzerinde bir terbiye lazım. Yani boyanacak, tat verilecek, vazifesi öğretilecek ve hakeza… Bunlar bir ağacın yapılması için lazım olan şeyler.
Şimdi de bir meyvenin yapılması için lazım olan şeyleri sayalım: Yine toprak lazım, hava lazım, su lazım, güneş lazım. Üzerinde bir terbiye lazım. Yani boyanacak, tat verilecek, vazifesi öğretilecek ve hakeza…
Bakın, ağaca ne lazımsa tek bir meyveye de o lazım. O zaman diyebiliriz ki: Eğer ağaç tek bir merkezden yapılırsa, bir ağaç bir meyve kadar kolay olur. Eğer merkezler farklı olursa, ağacın icadında, meyveleri adedince zahmetler ve meşakkatler olur.
Yine bir askerin teçhizatı üzerine düşünelim:
Askere elbise lazım, bot lazım, silah lazım, karavana lazım, eğitilmesi lazım ve bunlar gibi pek çok şeyler lazım. Tek bir askere bunları temin etmek için; elbisenin dokunduğu bir fabrika lazım, botun üretileceği bir tezgâh lazım, karavana için mutfak lazım, silah için bir fabrika lazım, askeri eğitecek komutanlar lazım ve hakeza…
Bir asker için bunları yaptınız mı bin askeri de aynı şekilde tedbir ve terbiye edebilirsiniz. Bu durumda, bin askerin idaresi bir asker kadar kolay olur.
Eğer böyle yapmayıp, her bir askeri farklı merkezlere havale ederseniz, bu durumda, her bir asker için, orduya lazım olan fabrikalar ve tezgâhlar lazımdır. Bu durumda da bir askerin idaresi bir ordunun idaresi kadar zor olur. İşte tevhiddeki kolaylık ve kesretteki zorluk!..
Şimdi de meseleyi kitap örneği üzerinden mütalaa edelim:
Bir kitabı basmak için birçok alet ve edevat lazımdır. Bunları temin ettikten sonra bin kitabı bir kitap kolaylığında basabilirsiniz. Böyle yapmayıp her bir kitabı farklı bir merkeze havale ederseniz, bir kitap bin kitap kadar zor olur.
Üstad Hazretleri bu meseleyi, Mesnevi-i Nuriye’deki Lem’alar Risalesi’nin Onuncu Lem’asında izah etmiş. Dileyenler orada yaptığımız mütalaayı mezkûr cümlenin şerhi makamında okuyabilir.
Yedinci Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Yedinci Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız Yedinci Hakikati kolayca anlayabilirsiniz. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
YEDİNCİ HAKİKAT
Bab-ı hıfz ve hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîb’in cilvesidir.
(Hıfz: Saklama, muhafaza etme / Hafîziyet: Cenab-ı Hakk’ın her şeyi muhafaza etmesi / Hafîz: Çokça muhafaza eden / Rakîb: Gözetleyen)
Hiç mümkün müdür ki gökte, yerde, karada, denizde… yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî… her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet… insan gibi büyük bir fıtratta, hilafet-i kübra gibi bir rütbede, emanet-i kübra gibi büyük vazifesi olan beşerin… rububiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, asla!
(Kemal-i intizam: Tam ve mükemmel düzen / Mizan: Ölçü, denge / Hilafet-i kübra: En büyük hilafet / Şayeste: Layık)
Evet, şu kâinatı idare eden Zat, her şeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor… Nizam ve mizan ise ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür… Çünkü görüyoruz her masnu vücudunda, gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor… Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi birer intizamlı olduğu hâlde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır.
(Masnu: Sanatlı yapılmış eser / Mevzun: Ölçülü / Heyet-i mecmua: Bir şeyin bütününün gösterdiği hâl ve manzara)
Zira görüyoruz ki vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden her şeyin Hafîz-i Zülcelal, birçok suretlerini elvah-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip… ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor… Zahir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor… Mesela beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor.
(Elvah-ı mahfuza: Her türlü değişiklik ve bozulmalardan muhafaza edilmiş levhalar)
Görmüyor musun ki koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı… ve bunların kendilerine göre bütün sahaif-i a’mali… ve teşkilatının kanunları… ve suretlerinin timsalleri… mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak muhafaza ediliyor… İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip, kemal-i intizam ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle, hafîziyetin ne derece kuvvetli ihata ile cereyan ettiğini gösteriyor.
(Sahaif-i a’mal: Amel sayfaları / Timsal: Tasvir, resim / Mahdud: Sınırlı / İhata: Kuşatma)
Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse… âlem-i gaybda, âlem-i ahirette, âlem-i ervahta, rububiyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri, hıfz içinde gözetilmek suretiyle ehemmiyetle zapt edilmemesi kabil midir? Hayır ve asla!
(Semere: Meyve)
Evet, şu hafîziyetin bu surette tecellisinden anlaşılıyor ki şu mevcudatın maliki, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var… Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder… Hem rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir… O derece ki en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddid şeylerde hıfzeder.
(İnzibat: Asayiş, düzen / Müteaddid: Çeşitli)
Şu hafîziyet işaret eder ki ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mal defteri açılacak… ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.
(Muhasebe-i a’mal: Amellerin muhasebesi)
Acaba hiç kabil midir ki insan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun… rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle… ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da… sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hayır ve asla!
(Külliyat-ı şuun: Allah’ın her şeyi kuşatan işleri ve icraatları / Kesret: Çokluk / Vahdaniyet-i İlahiye: Allah’ın birliği / Dellâl: İlan edici)
Hem bütün gelecek zamanda olan (Haşiye) mümkinata kadir olduğuna, bütün geçmiş zamandaki mucizat-ı kudreti olan vukuatı şehadet eden… ve kıyamet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşahede icad eden… bir Kadîr-i Zülcelal’den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir?
(Mümkinat: Mümkün olan, olabilir veya kabul edilebilir şeyler / Mucizat-ı kudret: Allah’ın kudretinin mucizeleri / Bilmüşahede: Görüldüğü gibi / Adem: Yokluk)
Madem bu dünyada ona layık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor. Elbette bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzmaya gidecektir. (10. Söz)
(Saadet-i uzma: En büyük saadet)
Haşiye: Evet, zaman-ı hazırdan ta iptida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mazi, umumen vukuattır… Vücuda gelmiş her bir günü, her bir senesi, her bir asrı birer satırdır, birer sahifedir, birer kitaptır ki kalem-i kader ile tersim edilmiştir… Dest-i kudret, mucizat-ı âyâtını onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır.
(İptida-i hilkat-i âlem: Kâinatın yaratılışının başlangıcı / Vukuat: Meydana gelmiş olaylar / Dest-i kudret: Kudret eli / Mucizat-ı âyât / Ayetlerin mucizeleri)
Şu zamandan ta kıyamete, ta cennete, ta ebede kadar olan zaman-ı istikbal umumen imkânattır… Yani mazi vukuattır, istikbal imkânattır… İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse… nasıl ki dünkü günü halk eden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden zat, yarınki günü mevcudatıyla halk etmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez… Öyle de şüphe yoktur ki şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve harikaları, bir Kadîr-i Zülcelal’in mucizatıdır… Kat’î şehadet ederler ki o Kadîr, bütün istikbalin bütün mümkinatın icadına, bütün acayibinin izharına muktedirdir.
(İmkânat: Mümkün olan, olabilir veya kabul edilebilir şeyler / Mukabele: İki şeyi karşı karşıya koyma)
Evet, nasıl ki bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir… Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma o tezgâhta dokunuyor… Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir… Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır… Hem sanat itibarıyla koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibarıyla öyle bir harika-i sanattır ki onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz.
(Halk: Yaratma / Misal-i musaggar: Küçültülmüş misal)
Öyle de bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebilir… ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir zat olabilir… Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren, elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.
Kaç Sözlerde bilhassa Yirmi İkinci Söz’de gayet kat’î ispat etmişiz ki her şeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve bir tek şeyi halk eden, her şeyi yapabilir… Hem eşyanın icadı bir tek zata verilse bütün eşya bir tek şey gibi kolay olur ve suhulet peyda eder… Eğer müteaddid esbaba verilse ve kesrete isnad edilse bir tek şeyin icadı, bütün eşyanın icadı kadar müşkülatlı olur ve imtina derecesinde suubet peyda eder. (10. Söz)
(Esbab: Sebepler / Kesret: Çokluk / İmtina: İmkânsızlık / Suubet: Zorluk, güçlük)
Şimdi Yedinci Sureti okuyacağız. Yedinci Suret, Yedinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Yedinci Hakikati anlayan Yedinci Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.
YEDİNCİ SURET
Gel, bir parça gezelim, şu medeni ahali içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak her yerde, her köşede, müteaddid fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zapt ediyorlar. Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki (Haşiye) bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zat emretmiş ki mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zapt edilsin. Demek oluyor ki o zat-ı muazzam bütün hadisatı kaydettirir, suretini alır. İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza elbette bir muhasebe içindir.
Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin? Hâlbuki o zatın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor. Burada cezaya çarpmıyor. Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
Haşiye: Şu suretin işaret ettiği manaların bir kısmı Yedinci Hakikatte beyan edilmiş. Yalnız burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikati “levh-i mahfuz” demektir. Levh-i mahfuzun tahakkuk-u vücudu Yirmi Altıncı Söz’de şöyle ispat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senetler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmam eder; aynen öyle de küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük levh-i mahfuz manasında, hem büyük levh-i mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hafıza-i kübrayı, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfuz-u a’zamı ihsas eder, iş’ar eder ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir.
Yazar: Sinan Yılmaz