18. İkinci Hakikat: Bab-ı kerem ve rahmettir ki Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.
İKİNCİ HAKİKAT VE İKİNCİ SURET
Hakikatlerin mütalaasında üç basamaklı bir usul takip ediyorduk:
Birinci basamak: İlk önce Hakikatte anlatılan mananın genel mütalaasını yapıyoruz. Bu mütalaa, akılları ve kalpleri Hakikatte zikredilen delile yaklaştırmak ve meseleyi kavratmak için.
Hakikatleri de kendi içinde üç başlıkta mütalaa ediyorduk:
1. İlgili ismin kâinattaki tecellisi.
2. Fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan mevsufa geçerek Allah’ın varlığının ispatı.
3. İlgili ismin ahireti gerektirdiği ve o sıfatın ahireti iktiza ettiği.
Bu mütalaadan sonra ikinci basamağa geçiyoruz.
İkinci basamak: Bu basamakta, Hakikat ve Surette geçen kavram ve ibarelerin izahını yapıyoruz. Yani metni okumaya başlamadan önce metinde geçen kavram ve ibarelerin manasını öğreniyoruz.
Üçüncü basamak: Bu basamak, Hakikat ve Suretin teenni ve tefekkür ile okunduğu basamaktır. Bu basamakta izah ve şerh yapmıyor, sadece kelimelerin manasını paragrafın altına yazıyoruz.
Mütalaadaki bu usulümüzü bir daha tekrar etmeyeceğim. Bu usulü iyi kavramalısınız, çünkü mütalaadan istifadeniz bu usulü kavrama şartına bağlıdır.
Üstadımız İkinci Hakikatte, âlemde gözüken rahmeti ve izzeti ahiretin delili yapıyor. Bizler ilk önce rahmet ve keremin ahireti iktizasını mütalaa edecek, sonra da izzetin iktizasına geçeceğiz. Bu şekilde ayırmamızın sebebi meselenin daha kolay anlaşılması içindir.
BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN RAHMET
Üstadımız İkinci Hakikatte, rahmet tecellisi olarak dokuz şeyi nazara veriyor:
1. En âciz, en zayıftan tut, ta en kaviye kadar her canlıya layık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor.
2. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor.
3. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler ve ikramlar olunuyor ki nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.
4. Bahar mevsiminde bütün ağaçlara cennet hurileri tarzında elbiseler giydiriliyor; çiçek ve meyvelerin murassaatıyla (süsleriyle) süslendiriliyor.
5. Ağaçların latif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musanna meyveler bizlere takdim ediliyor.
6. Zehirli bir sineğin eliyle, şifalı ve tatlı bir bal bizlere yediriliyor.
7. Elsiz bir böceğin eliyle, en güzel ve yumuşak bir elbise bizlere giydiriliyor.
8. Rahmetin büyük bir hazinesi olan ağaçlar küçücük bir çekirdek içinde bizim için saklanıyor.
9. Gerek nebatî, gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin şefkatleriyle ve süt gibi latif bir gıda ile âciz ve zayıf yavruları terbiye ediliyor.
Bu maddelere binler madde eklemek mümkündür. Hatta değil âlemi, insan kendini mütalaa etse, rahmetin binler izini ve keremin binler süsünü kendinde görebilir. Bizler bu maddelerin tefekkürünü sizlere havale ediyor ve ikinci basamağa geçiyoruz.
İKİNCİ BASAMAK: BU RAHMETİN VE KEREMİN SAHİBİ KİMDİR?
Şimdi soruyoruz:
— Merhametiyle şu âlemi yoktan kim icat etmiş?
— Her varlığa kendine mahsus elbiseyi kim giydirmiş?
— Her birini farklı şekillerde kim terbiye etmiş?
— Vazifelerini kim öğretmiş?
— Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla kim teçhiz etmiş?
— Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle kim karşılamış?
— Buluttan suyu kim indirmiş, zehirli böcekten balı kim çıkarmış?
— Böceği bir ipek fabrikası, inek ve koyun gibi hayvanları birer süt çeşmesi kim yapmış?
— Kimdir yeryüzünü bir sofra yapıp, baharı bu sofraya bir gül destesi yapan?
— Kimdir bahçeleri kazan gibi kaynatan ve içlerinde her türlü nebatatı pişiren?
— Kimdir ağaçların kuru dallarını rahmetin eli yapan ve her türlü meyveyi o ellerle takdim eden?
— Kim, kim, kim?..
Allah’tan başka bu “kim”lere verilebilecek bir cevap var mıdır? Allah’tan başka kimin haddi var ki mahlukata böyle rahîmâne muamele etsin ve onların her türlü ihtiyacını görüp ikram etsin?
Nasıl ki güneşin ışığı güneşin vücudunu ispat eder ve güneşi gösterir; aynen bunun gibi, şu emsalsiz rahmet dahi perde arkasındaki bir Zatı, “Rahîm” ve “Kerîm” isimleriyle bize tanıtır ve O’nun vücudunu ispat eder.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: RAHİM VE KERİM İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
— Nihayetsiz bir rahmet ve hadsiz bir kerem neyi ister ve neyi iktiza eder?
Elcevab: Kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmeyi iktiza eder.
Hâlbuki şu fâni dünyaya ve bu kısa ömre, bu rahmet ve keremin, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzünden ancak bir cüzü yerleşir ve tecelli eder.
Demek bu dünya, o hadsiz merhamete ve kereme mahal olabilecek bir yer değildir. Bu da ispat eder ki: O merhamete layık ve o kereme şayeste bir saadet diyarı olmalıdır ve vardır.
Bunu inkâr edebilmek için, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, göz ile görünen şu rahmetin ve keremin vücudunu inkâr etmek lazım gelir. Çünkü eğer ahiret gelmezse, şu göz önündeki rahmet ve keremin hiçbir manası kalmaz. Manası kalmadığı gibi zıddına inkılap eder.
Mesela akıl rahmetin bir hediyesidir. Eğer ahiret gelmeyecek olursa akıl hediye değil, insanın başına bir bela olur. Geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını şimdiki zamanda toplar ve sahibini âdeta bir yılan gibi sokar.
Yine insanın kalbindeki merhamet ve şefkat duygusu bir hediyedir. Eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa, bu duygu da hediye olmaktan çıkar ve insanın başına bir bela olur. Her vakit sevdiklerini kaybeden ve onları hiçliğe gömen bir insanı şefkat duygusu nasıl yakar, herhâlde izaha ihtiyaç yoktur.
Bunlar gibi, bütün nimetler -eğer ahiret gelmezse- azaba ve eleme döner.
Demek, bu dünyada gözüken rahmetin ve keremin zıddına inkılap etmemesi için ahiretin gelmesi gerekmektedir. Elbette bu rahmetin sahibi olan Zat-ı Zülcemal, rahmetini ve keremini zıtlarına inkılap ettirmeyecek ve bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay olan cenneti yaratacaktır.
Şimdi şunu hayal edin:
Bir biçare yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış ve tam uçuruma düşecek iken dağın ortasındaki bir ağaca tutunmuş…
Şimdi, biz ona bir ip uzatsak ve onu yukarıya doğru çeksek… Ve tam kurtulacak iken birden ipi bırakarak onu uçuruma düşmeye mahkûm etsek,
— Acaba bu kişiye o ana kadar yaptığımız şefkatli muamelenin bir önemi kalır mı?
— O şefkat istihza ve alaya dönmez mi?
— Hem onu kurtarmaya bizi teşvik eden şefkat hissi, hiç ipi bırakmamıza müsaade eder mi?
İşte bu misal gibi, bizler de Allahu Teâlâ’nın kudret ipine tutunarak yokluktan varlığa çıktık ve yokluk âlemlerine düşmekten kurtulduk. Evet, Allahu Teâlâ bize bu vücudu verdi ve bizi bu âleme çıkardı. Bu âlemde de türlü türlü ihsanına bizleri mazhar etti. Eğer ahiret gelmez ve biz ölüm ile yokluğa gidersek, bu, misaldeki ipin tekrar bırakılması hükmünde olur. Bu durumda da Allah’ın nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete, lezzeti eleme ve rahmeti merhametsizliğe döner.
— İdama mahkûm ettiğimiz bir insanın hücresine her türlü yiyeceklerle dolu bir tepsi göndersek, bu ona bir iyilik ve ikram olur mu?
Elbette olmaz!
— Eğer ahiret gelmezse o mahkûmdan ne farkımız olur?
— Hem Allahu Teâlâ şefkat ve merhametini inkâr ettirecek bu olaya hiç müsaade eder mi?
Hâşâ ve kellâ!
Yine şu misalin dürbünüyle merhametin ahireti iktizasına bakabiliriz:
Denizde boğulmakta olan birini görsek… Herhâlde biraz merhametimiz varsa ve yüzmeyi de biliyorsak hemen denize atlar ve onu kurtarırız.
Şimdi sorumuz şu:
— Acaba bu kişiyi binler zahmet ile kurtardıktan sonra onu darağacında asar mıyız? Ya da ateşe atıp yakar mıyız?
Elbette hayır! Zira merhametimiz buna müsaade etmez. Eğer etseydi zaten onu denizden kurtarmaz ve oracıkta ölüme terk ederdik.
Onu denizden kurtarmamız bizdeki merhameti, bizdeki merhamet de onu asla öldürmeyeceğimizi ispat eder.
Aynen bunu gibi, Cenab-ı Hak da bizi yokluk denizinden kurtararak bu âleme getirdi. Bu âlemde de bizi rahmetiyle bir çocuk gibi besledi.
— Acaba hiç mümkün müdür ki bu rahmetin sahibi olan Allahu Teâlâ insanı diriltmemek üzere öldürsün ve ona rahmetini inkâr ettirsin?
Hâşâ ve kellâ! Zira -hâşâ- eğer diriltmemek üzere bizleri öldürecek kadar merhametsiz olsaydı zaten bizi yokluktan varlığa çıkarmaz ve bize böyle nâzeninâne bir bebek gibi muamele etmezdi.
Şimdi bu delili maddeler hâlinde toplayalım:
1. Şu âlemde nihayetsiz bir rahmet ve kerem gözükmektedir. Bu rahmet ve kerem, sinekten seyyarata kadar her şeyi kuşatmış ve her yeri ihata etmiştir.
2. Fiiller failsiz olamayacağına göre, bu rahmet ve keremin de bir sahibi olmalıdır. Elbette kör kuvvet, şuursuz tabiat, mevhum kanunlar ve hayatsız sebepler bu merhamete ve kereme fail olamazlar. Bu fiillerin faili ancak ve ancak Rahîm ve Kerîm olan Cenab-ı Hak olabilir.
3. Madem Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir merhameti ve keremi vardır, o hâlde ahiret de olmalıdır. Zira nihayetsiz merhamet ve kerem, kendine layık bir tarzda ihsan ve ikram etmek ister. Hâlbuki şu fâni dünyaya bu merhamet ve kerem sığmamakta, bu âlemde hakkıyla tecelli edememektedir. Demek, bu sonsuz rahmetin ve keremin hakkıyla tecelli edebileceği baki diyarlar ve sermedî meskenler lazımdır. Bu baki diyarlar da ancak ahirette ve cennettedir.
4. Ahireti inkâr edebilmek için, önce Rahîm ve Kerîm olan Allahu Teâlâ’yı inkâr etmek gerekir. Allah’ı ve Allah’ın Rahîm ve Kerîm isimlerini inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez. Zira ispat ettiğimiz gibi, rahmet ve kerem ahiretin varlığını iktiza etmektedir.
5. Allah’ı inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemeyeceği gibi; göz önündeki şu rahmeti ve keremi inkâr edemeyen de Allah’ı inkâr edemez. Zira isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz. Göz önündeki şu rahmet ve kerem, Rahîm ve Kerîm olan bir Zatın varlığını ispat etmektedir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf bu sıfatlara sahip olamayacağına göre, bu sıfatların sahibi Allahu Teâlâ’dır ve başkası olamaz.
6. Madem ahireti inkâr etmek, Allah’ı inkâr etmekle mümkün ve madem Allah’ı inkâr etmek de göz önündeki şu rahmeti ve keremi inkâr etmekle mümkün; o hâlde diyebiliriz ki: Ahireti inkâr edebilmek için, göz önündeki şu merhameti ve keremi inkâr etmek gerekir. Bunu ise aklı başında olan ve vicdanı bulunan hiç kimse yapamaz.
7. Eğer ahiret gelmezse, göz önündeki şu rahmet ve kerem zıtlarına -yani merhametsizliğe ve acımasızlığa- inkılap eder ve bütün bu rahmet ve kerem istihza ve alaya döner. Yine nimet nikmete, muhabbet musibete ve lezzet eleme döner. Böyle nihayetsiz bir rahmetin ve keremin sahibi olan Allahu Teâlâ elbette rahmetini merhametsizliğe ve keremini acımasızlığa inkılap ettirmeyecek ve bütün bu tecellilerini alaya ve istihzaya çevirmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir.
Şimdi aynı mantıkla, Allah’ın izzetinin ahireti gerektirmesini mütalaa edelim:
BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN İZZET
Şu kâinata bakıyor ve görüyoruz ki: Zerreden şemse kadar her şey bir itaat üzere hareket ediyor. Mesela:
– Güneş, Ay ve yeryüzünden tutun, ta en küçük mahlukata kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesinde çalışıyor.
– Hiçbir mahluk zerre miktar haddinden tecavüz etmiyor.
– Koca güneşler ve yıldızlar intizamı bozamıyor.
– Hiçbir varlık vazifesinden geri kalmıyor ve itaatsizlik yapmıyor.
– Her şey bir itaat tahtında hareket ediyor ve umumi nizamın muhafazası için hamil olduğu vazifeyi yapıyor.
Aziz ve Celil isimlerinin tecellisini fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Kim bu isimleri derinden tefekkür etmek isterse, yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerdeki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere; Aylara, Güneşlere, yıldızlara nazar etsin!
Ya da Aziz ve Celil isimlerinin başka bir tecellisini görmek isterse, helak olmuş asi kavimlerin kalıntılarına baksın. Ya da bakamıyorsa Kur’an’ın lisanıyla dinlesin! Zira helak olan bütün bu kavimlerde Aziz isminin tecellisi gözükmektedir.
İKİNCİ BASAMAK: BU İZZET VE CELALİN SAHİBİ OLAN AZİZ VE CELİL KİMDİR?
— Bu mahlukatı itaat üzere kim hareket ettiriyor?
— Güneşleri, Ayları ve yıldızları emrine kim musahhar ediyor?
— En büyükten en küçüğe kadar, bütün mahlukatı kemal-i dikkatle vazifesinde kim çalıştırıyor?
— Yıldızların ve galaksilerin dizgini kimin elinde? Onların intizamı bozmasına kim müsaade etmiyor?
— Bütün varlıklara umumi nizamın muhafazası için hamil olduğu vazifeyi kim gördürüyor?
— Asi ve günahkâr kavimleri azabıyla kim yakalamış ve onları kim helak etmiş?
Bütün bu “kim”lerin tek bir cevabı vardır, o da Allah’tır. Saydığımız ve sayamadığımız bütün bu faaliyetler Allah’ın varlığını ispat eder ve Allah’ı bizlere Aziz ve Celil isimleriyle tanıtır.
Evet, perde arkasında Aziz ve Celil olan bir Zat var. Bütün mahlukatı emrine boyun eğdiren Odur. Perçeminden tutularak itaatkâr kılınan her bir varlık buna delil ve şahittir.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: AZİZ VE CELİL İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
— Hiç mümkün müdür ki şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin; izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın?
Hayır, asla olamaz! Zira nihayetsiz celal ve izzet edepsizlerin tedibini ister. Hâlbuki şu dünyada o izzet ve celale yakışır bir ceza yoktur. Ekseriya zalim izzetinde, mazlum ise zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gidiyor. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor ve tehir ediliyor; yoksa bakılmıyor değil.
Hem bazen dünyada dahi ceza verir. Geçmiş asırlardaki asi ve inatçı kavimlerin başına gelen azaplar gibi… İşte bu cezalar gösterir ve ispat eder ki insan başıboş değildir; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
Acaba hiç mümkün müdür ki insanın umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi ve ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun ve daha sonra:
– Cenab-ı Hakk’ın bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırmasına mukabil, insan iman ile Onu tanımasın,
– Hem rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini sevdirmesine mukabil, insan Onu sevmesin ve ibadetle kendini Ona sevdirmesin,
– Hem bu kadar türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini insana göstermesine mukabil, insan şükür ve hamd ile Ona hürmet etmesin ve bu cinayetleri cezasız kalsın, insan başıboş bırakılsın; izzet ve celal sahibi olan Zat-ı Zülcelal bir dâr-ı ceza hazırlamasın? Hâşâ ve kellâ!
Şimdi, bu delili maddeler hâlinde toplayalım:
1. Kâinatta gözüken umumi itaat ve asi kavimlere gelen semavi tokatlar, perde arkasındaki bir zatı “Aziz” ve “Celil” isimleriyle bizlere tanıtır.
2. İzzet ve celal, edepsizleri edeplendirmek ve asilere ceza vermek ister. İzzetin ve celalin haşmeti ancak bu şekilde muhafaza edilir.
3. Şu dünyada ise -her ne kadar bazen zalimlere ve asilere tokatlar gelse de- birçok zaman zalim insanlar ve asi kavimler ceza görmeden bu âlemden göçüp gidiyorlar.
4. İşte bu hâl ispat eder ki başka yerde bir mahkeme-i kübra ve bir dâr-ı ceza olmalıdır. Olmalıdır ki izzet ve celal haşmetini muhafaza edebilsin.
5. Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmekle mümkündür. “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ise gözümüzle gördüğümüz şu âlemdeki umumi itaati ve asi kavimlere gelen cezaları inkâr etmekle mümkündür. Zira umumi itaat ve asi kavimlere gelen cezalar inkâr edilemezse, “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu itaatin hâkimi ve bu semavi tokatların sahibi olan Zatın varlığı kabul edilecektir. O Zatın varlığı kabul edildikten sonra da izzetinin ve celalinin hakkı için ahireti getireceği tasdik edilecektir.
Sözün özü: Göz önündeki şu izzet ve celali inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez. Gözüyle gördüğünü inkâr edecek kadar akıldan istifa edene ise zaten diyecek bir sözümüz yoktur!
İkinci Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, İkinci Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz 6 madde var:
1. “Bab-ı kerem ve rahmet” ifadesi: Bab-ı kerem ve rahmet “cömertlik ve rahmet kapısı” manasındadır. Üstadımız ahiretin ispatı hususunda, “On iki kapı ile girilir. On iki hakikat ile o kapılar açılır.” demişti. İkinci Hakikatte ahiretin ispatına kerem ve rahmet kapısından giriyor; Kerim ve Rahim isimlerini ahirete delil yapıyor.
2. Büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor: Celal ve izzet kavramları üzerinde biraz duralım:
İmam Gazzâlî Hazretlerinin beyanına göre: Celal, Allah’ın isim ve sıfatlarının kemalidir. El-Celil ismi, Allah’ın isim ve sıfatlarının nihayet kemalde olduğu manasına gelir.
Azamet ise Allah’ın hem zatının hem de isim ve sıfatlarının kemalidir. El-Azim ismi, Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının nihayet kemalde olduğu manasındadır.
Bu isimlere benzeyen bir de El-Kebir ismi vardır. El-Kebir ismi ise Allah’ın zatının kemaline işaret eder.
Bir daha tekrar edelim: Kebir ismi Allah’ın zatının kemaline, Celil ismi isim ve sıfatlarının kemaline, Azim ismi ise her ikisinin de kemaline işaret eder.
İzzet ise “emrine itaat ettirmek, mağlup olmayan galip olmak ve kudret sahibi olmak” manasındadır. Allahu Teâlâ azizdir. Bütün mahlukatı emrine itaat ettirmiştir. Mağlup olmayan galiptir ve nihayetsiz kudret sahibidir.
3. Bir daha dönmemek üzere zeval ise şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nikmete ve aklı meş’um bir alete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-i rahmetin intıfası lazım gelir: İnsandaki şefkat, muhabbet, akıl ve insana verilen her bir nimet Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ve ihsanıdır. Bütün bunlar Allah’ın rahmetinin bir tecellisidir.
Eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa, insana verilen şefkat musibete, muhabbet yangına döner. Evladını kabre koyan bir anneyi şefkati nasıl yakar ve muhabbeti nasıl üzer, izaha gerek var mıdır?
Yine insana verilen nimetler istihza ve alaya döner. Akıl ise uğursuz bir alete inkılap eder. Geçmişin hüznünü ve geleceğin korkularını hâlihazırda toplar, insanı yılan gibi sokar.
Bu durumda, rahmetin tecellileri olan şefkat, muhabbet, nimet ve akıl insanın başına bela olur. İnsanın, aklını atası, şefkat ve muhabbetini yok edesi ve nimetleri tekzip edesi gelir. Bütün bunlarla da hakikat-i rahmetin intıfası lazım gelir.
Elbette rahmeti sonsuz olan Allahu Teâlâ, rahmetini inkâr ettirmeyecek ve zevaline müsaade etmeyecek. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir.
4. Hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da: İnsanın şu mevcudat içinde çok önemli vazifeleri vardır. Saltanat-ı İlahiyeyi temaşa ve tasdik etmek, sanat-ı Rabbâniyeyi seyretmek, mahlukatın tesbihatına şehadet etmek, esmâ-i İlahiyeyi keşfetmek ve birbirinin nazarına arz etmek, Allah’ın varlığına ve birliğine ait delilleri tefekkür etmek, nimetlere mukabil külli şükretmek gibi umurlar insana ait vazifelerden birkaçıdır.
Üstad Hazretleri On Birinci Söz’de, “Senin hayatının gayelerinin icmali dokuz emirdir.” diyerek insana ait vazifeleri tadat ediyor. Bu vazifeleri “On Birinci Söz Şerhi” eserinde mütalaa ettik. Dileyenler sitemizden bu eserin PDF’ini indirip bu mütalaaları okuyabilir.
Sözün özü: Allahu Teâlâ insana birçok vazife yüklemiş ve bu vazifeleri eda edebilmesi için ehemmiyetli bir istidadı insana vermiş.
5. Rızk-ı helal, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine: Üstad Hazretleri bizlere, rızkı kolay ele geçirmenin yolunu öğretiyor. Bunun yolu iftikardır. İftikar: Allah’a karşı fakirliğini açığa vurmaktır. Yani kişinin, fakrını derk etmesi ve Allah’a karşı bu fakrı ilan etmesidir.
İnsan Allah’a karşı fakrını ne kadar hissedebilir ve fakr elbisesini ne kadar giyebilirse rızkı ona o kadar kolay gelir. Kendini ne kadar kavi ve güçlü bilirse rızkı ona o kadar zorlaşır. Tabii bu mesele helal rızık içindir. Haram rızık mevzuumuzdan hariçtir.
6. Rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma’kûsen mütenasiptir: Eğer helal rızkın sebebi güç ve zekâ olsaydı aslanlar ve tilkiler her daim tok olur, kurtçuklar ve balıklar ise açlıktan ölürdü. Ama kaziye bunun tam tersine…
Aslanlar ve tilkiler çoğu zaman aç, kurtçuklar ve balıklar ise her daim tok. Bu da ispat eder ki helal rızkın vasıtası kuvvet ve zekâ değildir. Rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma’kûsen (zıt olarak) mütenasiptir. Yani ne kadar güçlüyse rızık ona o kadar zorlaşır; ne kadar zekiyse rızık ondan o kadar kaçar. Ne kadar âcizse rızık ona o kadar kolaylaşır. Bu sırdan dolayı, kurtçuk meyvenin içinde yaşar, balık tuzlu suda rızkını bulur; aslan ve tilki ise günlerce aç dolaşır.
İkinci Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi İkinci Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız İkinci Hakikati kolayca anlayabilirsiniz. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Bizler, kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
İKİNCİ HAKİKAT
Bab-ı kerem ve rahmettir ki Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine layık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın?
(Kerem: Cömertlik / Kerîm: Lütuf ve ihsanı bol olan (Allah) / Âsâr: Eserler / Gayret: Aziz ve mukaddes bir şeye yabancıların el uzattığını ve göz diktiğini görmeye tahammül edememe / Şayeste: Layık / Mücazat: Ceza)
Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki en âciz, en zayıftan tut (Haşiye-1) ta en kaviye kadar her canlıya layık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.
(Kavi: Güçlü / Kerem: Cömertlik / Bedaheten: Apaçık bir şekilde)
Mesela bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar ile giydirip… çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek… onların latif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek… hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek… hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek… hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak… ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.
(Sündüs-misal: İpekten yapılmış gibi / Libas: Elbise / Murassaat: Süsler, işlemeler / Musanna: Sanatla yapılmış / Cemil: Güzel / Kerem: Cömertlik / Bedaheten: Apaçık bir şekilde)
Hem insan ve bazı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve arzdan tut, ta en küçük mahluka kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesine çalışması… zerrece haddinden tecavüz etmemesi… bir azim heybet tahtında umumi bir itaat bulunması… büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.
Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle… (Haşiye-2) ve süt gibi o latif gıda ile… o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.
Bu âlemin mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi… nihayetsiz böyle bir rahmeti… nihayetsiz öyle bir celal ve izzeti vardır… Nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin tedibini ister… Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister… Nihayetsiz rahmet, kendine layık ihsan ister… Hâlbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüzden ancak bir cüzü yerleşir ve tecelli eder.
(Mutasarrıf: Tasarruf eden / Kerem: Cömertlik / Tedib: Edeplendirme)
Demek o kereme layık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lazım gelir. Çünkü bir daha dönmemek üzere zeval ise şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nikmete ve aklı meş’um bir alete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-i rahmetin intıfası lazım gelir.
(Şayeste: Uygun / Dâr-ı saadet: Saadet yeri / Zeval: Yok olma / Hırkat: Ayrılık ateşi, yanma / Nikmet: Azap, ceza / Meş’um: Uğursuz / Kalbettirmek: Değiştirmek / İntifa: Yok olma)
Hem o celal ve izzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır. Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor. Yoksa bakılmıyor değil. Bazen dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden asi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki insan başıboş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
(Dâr-ı mücazat: Ceza yeri (cehennem) / Ekseriya: Çoğunlukla / Kurûn-u sâlife: Geçmiş asırlar / Mütemerrid: İnatçı)
Evet, hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da… insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa… hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese… hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese… cezasız kalsın, başı boş bırakılsın; o izzet, gayret sahibi Zat-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?
(İstidat: Kabiliyet / Masnuat: Sanatla yapılmış eserler)
Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla… ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle… ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle… mukabele eden müminlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin? (10. Söz)
Haşiye-1: Rızk-ı helal, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dıyk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zayıflığıdır. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma’kûsen mütenasiptir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense o derece derd-i maişete müptela olur.
(Rızk-ı helal: Helal rızık / İftikar: Allah’a karşı fakirliğini açığa vurmak / Hüsn-ü maişet: Güzel ve rahat geçim / Dıyk-ı maişet: Geçim darlığı / Zekâvet: Zeki olma / Derd-i maişet: Geçim derdi / Ma’kûsen: Ters olarak)
Haşiye-2: Evet, aç bir aslan, zayıf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi… hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, aslana saldırması… hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine halis süt vermesi… bilbedahe nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefîk bir zatın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet, nebatat ve behimiyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gayet derecede alîm ve hakîm birisi vardır ki onları işlettiriyor. Onlar onun namıyla işliyorlar.
(Bilbedahe: Apaçık bir şekilde / Şefîk: Çok şefkatli / Behimiyat: Hayvanlar / Bizzarure: Zaruri olarak)
Şimdi İkinci Sureti okuyacağız. İkinci Suret, İkinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. İkinci Hakikati anlayan İkinci Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.
İKİNCİ SURET
Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor… Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor… Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır…
(Murassa: Süslü / Müzeyyen: Ziynetli)
Bak, senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi… pek geniş bir merhameti var… Hem pek büyük izzeti… pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır…
Hâlbuki kerem ise in’am etmek ister… Merhamet ise ihsansız olamaz… İzzet ise gayret ister… Haysiyet ve namus ise edepsizlerin te’dibini ister…
Hâlbuki şu memlekette o merhamet, o namusa layık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
Yazar: Sinan Yılmaz