2. Temsilî hikâyecik ve hakikat karşılıkları
ONUNCU SÖZ
HAŞİR BAHSİ
İhtar: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi hem teshil hem hakaik-i İslamiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. (10. Söz)
(Teshil: Kolaylaştırmak / Hakaik-i İslamiye: İslami hakikatler / Mütenasip: Birbirine uygun / Muhkem: Sağlam / Mütesanid: Birbirine dayanıp kuvvet alan)
İlk önce teşbihin manasını öğrenelim:
Bir kelime kendi manasında kullanılırsa “hakikat” olur. Eğer asıl manasından başka bir manada kullanılır ve kendi manasında kullanılmasına engel bir hâl bulunursa “mecaz” olur.
Mesela “bülbül” kelimesini kuş için kullandığımızda “hakikat” olur; güzel sesli biri hakkında kullandığımızda “mecaz” olur.
Teşbih ise aralarında maddi veya manevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetme sanatıdır.
Avam ülfetlerinde olan ifade ve lafızlardan fikirlerini ayıramadıkları için çıplak hakikatleri tam anlayamaz. O yüksek hakikatler onlara ülfet ettikleri ifadelerle anlatılmalıdır. Teşbih ve temsiller hakikate geçebilmek için birer vesile ve en derin incelikleri görmek için insanların gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bundan dolayıdır ki edipler ve ehl-i belagat ince hakikatleri tasavvur, dağınık manaları tasvir ve ifade için temsil ve teşbihlere müracaat ederler.
Üstad Hazretleri de bu sırdan dolayı Risale-i Nurlarda temsillere çokça başvurmuş ve bu yolla hakikatleri akla yaklaştırmıştır.
Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delalet ederler. Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir. (10. Söz)
(Kinaiyat: Bir şeyi temsille ve dolaylı olarak anlatan sözler)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Onuncu Söz iki makamdan oluşmaktadır. Birinci Makamda, bir temsilî hikâyecik ile birlikte 12 suret var. İkinci Makamda ise bir mukaddime ile birlikte 12 hakikat var. Birinci Makamda geçen suretler, İkinci Makamdaki hakikatlerin temsilleridir. Yani hakikatler önce hikâye tarzında Suretlerde işlenmiş, daha sonra hikâye karşılıkları Hakikatlerde izah edilmiş.
Buna göre, “Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir.” sözü, “Birinci Makamdaki hikâyelerin manaları, İkinci Makamdaki hakikatlerdir.” manasındadır. Birinci Hakikat, Birinci Suretin izahıdır. İkinci Hakikat, İkinci Suretin izahıdır. Üçüncü Hakikat, Üçüncü Suretin izahıdır. Dördüncü Hakikat, Dördüncü Suretin izahıdır. Ve hakeza…
“Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delalet ederler.” sözü, “Hikâyedeki temsiller Hakikatlerde işlenen manaya delalet eder.” manasındadır. Dolayısıyla Hakikatler anlaşıldığında Suretler de anlaşılmış olur.
Bundan da şu çıkıyor: Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir. O hâlde bizler Birinci Makamı ve bu makamdaki hikâyeyi okurken, bir hikâye olarak değil, hakikatlerin birer temsili olarak okumalıyız. Çünkü zikredilen hikâye hayalî bir hikâye değildir. Belki hakikatin temsil ve teşbih ile anlatılmasıdır.
Üstadımızın beyan buyurduğu bu usulü, Suretleri ve Hakikatleri tahlil ederken daha net anlayacağız. Bu sebeple, bu makamda sözü daha fazla uzatmaya gerek duymuyoruz.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحيمِ
فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ
Birader, haşir ve ahireti basit ve avam lisanıyla ve vazıh bir tarzda beyanını istersen öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle… (10. Söz)
(Haşir: Ölülerin diriltilmesi / Avam: Halkın ekseriyeti, havas olmayan / Vazıh: Açık)
Ayet meali: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz O, ölüleri de diriltecektir. O her şeye güç yetirendir.” (Rum 50)
Bir zaman iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete -şu dünyaya işarettir- gidiyorlar. (10. Söz)
Hikâyeyi okurken temsilin hakikat karşılıklarını vere vere ilerleyeceğiz. Buradaki iki adamdan birisi insan-ı mümindir; Cenab-ı Hakk’ı tanır ve O’nu tasdik eder. Diğeri ise insan-ı kâfirdir; Allahu Teâlâ’yı tanımaz ve O’nu tekzip eder.
Bakarlar ki herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahipsiz kalır. (10. Söz)
Ev, hane ve dükkân kapılarının açık bırakılıp malın ve paranın meydanda olması, kişinin bu âlemdeki eşya üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilmesinden kinayedir. Hani bazen bir arazi üzerinde şu tabelayı görürsünüz: Özel mülkiyettir, izinsiz girilmez!
Bu tabelayı gördüğünüz bir araziye girmezsiniz, çünkü orası başkasının mülküdür.
Beşerin parsellediği araziler dışındaki hiçbir mülkün üzerinde “Özel mülkiyettir, izinsiz girilmez!” yazısı bulunmamakta, âdeta her şey sahipsiz gibi gözükmektedir. Yani sanki:
– Özel mülkiyetteki havuzun bir sahibi var; ama denizlerin sahibi yok.
– Özel bir bahçedeki ağaçların sahibi var; ama dağlardaki, ormanlardaki ağaçların sahibi yok.
– Boynunda tasması olan bir köpeğin sahibi var; ama tasması olmayanların sahibi yok, onlar başıboş.
– Bir lambanın sahibi var; ama gökyüzünün lambaları olan yıldızların sahibi yok.
– Bir bardak suyun sahibi var; ama akarsuların, nehirlerin sahibi yok. Ve hakeza…
İşte imtihan sırrı sebebiyle, şu âlemdeki eşyanın tasarrufu insana verildiği ve insan o eşyada dilediği gibi tasarruf edebildiği için, âdeta her şey sahipsiz gibi gözükmekte ve dileyen haddini aşarak hırsızlık ya da gasp yapabilmektedir.
Temsildeki adam da şöyle düşünmektedir: Bu hayvanlar, ağaçlar, denizler, dağlar ve diğer bütün eşya üzerinde “Özel mülkiyettir, izinsiz girilmez!” tabelası yok. Öyleyse dilediğim gibi tasarruf edebilirim.
Aslında tabela var ama o görememektedir. Ona göre, bu varlıklar başıboş olup sahipsizdir ve dilediği gibi tasarruf edebilir.
Diğer kişi ise bunların bir sahibi olduğunu bilmekte, kör olan arkadaşına bunların sahipsiz olmadığını anlatmaya çalışmaktadır.
O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. (10. Söz)
(Tebaiyet edip: Tabi olup / Sefahet: Haramlara dalma / İrtikâp: İşlemek)
Yani kişi bazen hayvanlara zulmediyor, bazen bir ormanı içindekilerle beraber yakıyor ve bazen de bir memleketi harap ediyor; ama zulme maruz kalan hayvanlar ve bitkiler bu zulmü onun yanına bırakıyor ve ondan haklarını almıyor.
Hatta değil hayvanlar ve bitkiler, ekseriyetle mazlum insanlar bile zalimlere ilişemiyor; beşerî kanunlara sığınarak haklarını isteyenler ise -beşerî kanunların eli kısa olduğundan dolayı- haklarını tam olarak alamıyor. Yani zalim izzetinde, mazlum zilletinde yaşıyor ve zahiren ikisi de aynı şekilde bu dünyadan göçüyor. (Hakikatin böyle olmadığı, bunun sadece işin zahirî olduğu ileride izah edilecek. Zaten bu izah aynı zamanda haşrin ispatına dair bir delildir.)
Diğer arkadaşı ona dedi ki: Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin, beni de belaya sokacaksın. (10. Söz)
İyi arkadaşın bu endişesinin sebebi, kötü arkadaşı sebebiyle bir musibetin gelmesi ve kendisinin de o musibetin içinde olmasıdır. Zira şu ayet-i celile, musibetlerin insanların işlemiş oldukları günahlar sebebiyle gönderildiğine bir delildir:
ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Onlara yaptıklarının bazılarını tattıracağız. Umulur ki onlar (bu günahlarından) dönerler.” (Rum 41)
Bu endişeyi taşıyan bizlere de Kur’an şu duayı öğretmektedir:
قُلْ رَبِّ إِمَّا تُرِيَنِّي مَا يُوعَدُونَ رَبِّ فَلَا تَجْعَلْنِي فِي الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
“De ki: Ey Rabbim! Eğer onlara vaat edileni (azabını) bana da göstereceksen; Rabbim, beni o zalimler topluluğunun içinde bulundurma!” (Mü’minun 93-94)
İyi arkadaş nasihate şöyle devam ediyor:
Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. (10. Söz)
(Mîrî: Devlete ait)
“Bu ahali” ifadesiyle kastedilen, hayvanlar ve bitkilerdir. Hakkını alamayan mazlum insanlar da bu ahaliye dâhildir. Mezkûr cümleyi hayvanlar ve bitkiler hakkında düşündüğümüzde manası şöyle olur: Senin zulmettiğin ve haklarına tecavüz ettiğin şu mahlukat, bu yerlerin sultanı olan zatın askeri ve memurudur. Onun emriyle ve onun namına bu işlerde çalışıyorlar. Kendi kendilerine malik olmadıkları için senin zulmüne karşılık vermiyorlar. Çünkü asker, kumandanının; memur da amirinin izni olmadan bir şey yapamaz ve hareket edemez.
İyi arkadaş nasihate devam ediyor:
Fakat intizam şedittir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et, dedi. (10. Söz)
(Dehalet: Aman dileme)
Burada anlatılmak istenen şey şudur: Cenab-ı Hakk’ın iki tane kitabı ve iki farklı şeriatı vardır:
1. Kelam sıfatından gelen Kur’an ve onun hükümlerinden oluşan Şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.).
2. İrade sıfatından gelen kâinat kitabı ve onun hükümlerinden oluşan fıtrat kanunları.
Nasıl ki birinci kitap olan Kur’an’ın kendine has hükümleri ve bu hükümleri çiğneyenlere karşı cezaları var; aynen bunun gibi, ikinci kitap olan kâinat kitabının da kendine has hükümleri ve bu hükümleri çiğneyenlere karşı cezaları var. Âlemdeki her bir kanun, bu ikinci kitap olan kâinat kitabının bir hükmüdür.
Mesela bu ikinci kitabın bir hükmü “temizlik”tir. Her tarafıyla tertemiz olan şu âlem, temizliği emretmektedir. Eğer siz bu emre karşı gelir ve mesela dişlerinizi temiz tutmazsanız, bu emre muhalefetin cezasını dişlerinizin çürümesiyle çekersiniz.
Yine mesela “şefkat” bu ikinci kitabın bir hükmüdür. Eğer siz bu hükme karşı gelerek mahlukata şefkat göstermezseniz, düşüp başınızı kırarak şefkatsizliğinizin cezasını çekersiniz.
Yine mesela “iktisat” bu ikinci kitabın bir hükmüdür. Bu âlemde her şeyde bir iktisat vardır. Eğer siz israf ederek bu hükme karşı gelirseniz, bu sefer de fakirlikle cezalandırılırsınız.
Misalleri çoğaltmak mümkün. “Arife işaret yeter.” sırrınca sözü uzatmıyor ve “İntizam şedittir.” cümlesinin izahına geçiyoruz:
İyi arkadaş bu sözüyle şöyle demek istiyor: İkinci kitap olan kâinat kitabının bir hükmü de intizamdır. Bak, her şey bir intizam tahtında hareket ediyor; kocaman yıldızlar bu intizama muhalefet edemiyor. Öyleyse sen de başıboş olamazsın. Eğer başıboşlar gibi hareket ederek bu intizamın hükmüne muhalefet edersen, diğer kanunlara muhalefet ettiğinde tokat yediğin gibi, yine tokat yersin. Zira bu memleketin intizamperver sahibi, kimsenin intizamdan çıkmasına ve başıbozuk gibi dolaşmasına müsaade etmez. İntizam şedittir yani her yeri kuşatmıştır ve hiçbir şey o intizamdan çıkamamaktadır. Koca güneşler bile bu intizama boyun eğmişken sen mi bu intizamı delip geçeceksin? Haddini bil, aklını başına al.
Fakat o sersem inat edip dedi: “Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi menedecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım.” dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi. (10. Söz)
(Feylesofane: Filozofça, filozof gibi / Safsatiyat: Safsatalar, yalan ve uydurma şeyler)
Mîrî: Devlete ait, devlet arazisine mensup olan demektir.
Vakıf malı: Başka bir şeye tebdil olunmamak şartı ile mülkü Allah yoluna verilen mal demektir.
Burada akla şu soru gelebilir:
— Vakıf malında kişi istediği gibi tasarruf edemez. Hâl böyle iken, Üstadımız niçin “Belki vakıf malıdır, sahipsizdir.” dedi. Bu cümlede, kişinin vakıf malından dilediği gibi tasarruf edebileceği manası var.
Elcevab: Üstadımızın burada kastettiği mana şudur: Vakıf mallarının fıkhen belirli bir sahibi yoktur. Hatta bu sebeple İmam-ı Azam Hazretlerine göre, vakıf mallarından zekât vermek gerekmez. Zira zekât kişiye farzdır. Vakıf mallarının ise sahibi yoktur ve o mal kimsenin mülkü değildir.
İşte her ne kadar vakıf mallarında kişi dilediği gibi tasarruf edemese de bu malların belirli bir maliki olmadığı için sahipsizdir. Misaldeki kişi de bu malın sahipsizliğini kastederek dünyayı bir vakıf malına benzetmiştir. Yani ona göre, dünya özel mülkiyet değil, sahibi olmayan bir maldır.
İkisi arasında ciddi bir münazara başladı. Evvela o sersem dedi:
— Padişah kimdir? Tanımam.
Sonra arkadaşı ona cevaben:
— Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? (10. Söz)
“Bir köyün muhtarsız olmayacağı” cümlesi intizam delilidir. “Bir iğnenin ustasız olamayacağı” ve “Bir harfin kâtipsiz olamayacağı” ise hudus delilidir. Gerçi bu cümlelere başka cihetlerden bakmak da mümkündür. Mesela “Bir köyün muhtarsız olamayacağı” cümlesine, “hâkimiyet” cihetinden, “tedbir” cihetinden veya daha başka bir cihetten bakabiliriz. Bizler mezkûr cümlelere sadece belirttiğimiz cihetlerden bakacak ve bu cihetleri izah edeceğiz. Diğer cihetleri sizlerin fehmine havale ediyoruz.
Bir köy muhtarsız olmaz: Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de intizam hakikatidir. Zira şu kâinatta, sinek kanadından tutun semavatın kandillerine, atomdan tutun denizlerin diplerine kadar öyle bir intizam vardır ki intizamı yaratan zatın varlığını güneş gibi gösterir.
Evet, intizam ancak tek bir elden sudur edebilir. Birçok eller bir işe karışırsa, karıştırır. Bir memlekette iki padişah, bir ilde iki vali ve bir köyde iki muhtar olamaz. Eğer olursa karışıklık olur.
Madem bu âlemde bir karışıklık yoktur ve intizam vardır; o hâlde bu intizamın kurucusu olan Allah da vardır ve birdir. Göz önündeki şu hassas intizam, Allah’ın varlığından başka hiçbir şeyle izah edilemez.
Kur’an-ı Hakîm, bu hakikate şu ayetiyle dikkat çekmiştir:
الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا مَا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِن تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِأً وَهُوَ حَسِيرٌ
“O Allah ki yedi kat gökleri kat kat yaratmıştır. Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir çatlak görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir ve bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir.” (Mülk 3-4)
Şu kâinattaki intizamı anlatmak için ciltler dolusu kitap yazılabilir ve yazılmıştır da. Hatta değil kâinat, bir sineğin vücudundaki intizam için bile bir kitap yazılabilir. Bizler, âlemdeki ve içinde bulunan eşyadaki intizamı ilgili fenlerin kitaplarına havale ederek, sadece eşyanın en küçük yapı taşı olan atomdaki intizamı bir parça inceleyeceğiz:
Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudumuz, oturduğumuz koltuk; en küçüğünden en büyüğüne kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki en güçlü mikroskoplarla dahi görmek mümkün değildir.
Atomun küçüklüğünü bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Bir anahtar düşünelim… Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmemiz mümkün değildir. Görebilmek için, bu anahtarı dünyanın boyutlarına getirdiğimizi farz edelim. Elimizdeki anahtar dünya kadar büyürse, işte ancak o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve biz de onları görebiliriz.
Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp dolaşan elektronlardan oluşur. Çekirdeğin yarıçapı ise atomun yarıçapının on binde biri kadardır.
Şimdi, elimizdeki anahtarı dünya kadar büyüttüğümüzde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım… Bu arayış boşunadır. Çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme imkânımız kesinlikle yoktur. Çekirdeği görebilmemiz için, atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşı atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir.
Şimdi, bu küçük yapıdaki intizamı görelim:
Atomda bulunan elektronlar, sahip oldukları elektrik yükü nedeniyle çekirdeğin etrafında sürekli olarak dönerler. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile yüklüdür. Bütün protonlar da artı (+) yüklüdür. Atomun çekirdeğindeki artı yük, elektronları kendisine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar çekirdeğin etrafından ayrılamazlar.
Atomun merkezinde ne kadar proton varsa, dışında da o kadar elektron olur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir. Ancak protonun hacmi de kütlesi de elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Ama yine de elektrik yükleri birbirinin aynıdır.
— Peki, acaba proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik sebebiyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti.
— Acaba evrendeki atomların her biri birbirini itseydi ne olurdu?
Atomlardaki bu değişikliğin gerçekleştiği anda elleriniz ve kollarınız birden paramparça olurdu. Sadece elleriniz ve kollarınız da değil; gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçardı. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya dağılırdı. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurdu. Ve bir daha da evrende gözle görülür hiçbir cisim var olmazdı.
Üstelik canlılar için böyle bir olayın yaşanması, elektron ve protonların elektrik yükleri arasındaki dengenin sadece ve sadece 100 milyarda bir oranında değişmesiyle gerçekleşir. Evrenin yok olması ise bu dengedeki milyar kere milyarda bir oynama ile meydana gelir. Yani evrenin ve canlıların varlığı, böyle hassas bir intizam ile mümkündür.
Buraya kadar anlattıklarımız tek bir atomun içindeki kusursuz intizamın sadece birkaç küçük detayıydı. Aslında atom, üzerine ciltler dolu kitap yazılabilecek kadar kapsamlı bir yapıya ve intizama sahiptir.
Şimdi, yıldızların intizamlı hareketlerinden varlıkların intizamlı vücutlarına, azaların intizamlı yaratılışından dişlerin intizamlı dizilişine kadar, kâinattaki ve eşyadaki intizamı düşünün. Daha sonra da şu sorunun cevabını verin:
— Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi şoförün varlığına bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da şu kâinattaki intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?
Bir iğne ustasız ve bir harf kâtipsiz olamaz: Şöyle sorsak:
— Bir kalem ile kâğıdı yan yana koysak ve ikisini tam bin sene baş başa bıraksak, acaba tek bir A harfinin kâğıtta vücut bulması mümkün müdür?
— Ya da bir odaya bir parça tahta, biraz çivi ve bir de çekiç koysak ve bunları yine tam bin sene baş başa bıraksak, acaba bu bin senede bir masanın kendi kendine oluşması mümkün müdür?
— Ya da biraz boya ile bir tuvali yan yana koysak ve yine onları bin sene hatta on bin sene baş başa bıraksak, bir resmin kendi kendine oluşması mümkün müdür?
Ya da şöyle sorsak:
— Bir tek A harfinin veya bir masanın ya da bir resmin tesadüfen oluştuğuna sizi inandırabilirler mi?
Yani deseler ki:
— Bu “A” harfi, kalemin kendi kendine tesadüfen hareket etmesiyle oluştu.
— Ve bu sanatlı masa, tahtaların üst üste gelmesi ve çekicin bu tahtalara tek başına çivi çakmasıyla oluştu.
— Ve bu harika resim de rüzgârın esmesi ve boyaların tuvalin üzerine dökülmesiyle oluştu.
Bu fikre sizi ikna edebilirler mi? Elbette hayır! Zira tesadüf, bir esere sanatkâr olamaz ve bir eserin ustası olarak asla gösterilemez. Çünkü sanatla yapılmış bir eser, kendisini sanatla yapan ve varlığını yokluğuna tercih eden bir sanatkârı gerektirir. Sanatkâr olmaksızın bir eserin meydana çıkması mümkün değildir. Evet, bir harf kâtipsiz, bir masa ustasız ve bir resim ressamsız olamaz. İşte bu hakikate “hudus delili” denir.
Hudus: Sonradan yaratılma demektir. Sonradan yaratılana “hâdis” ve sonradan yaratana da “muhdis” denir. Her hâdisin bir muhdisi, yani her sonradan yaratılanın bir yaratıcıyı gerektirmesine de “hudus delili” denir.
Bu delili şu misalle daha iyi kavrayabiliriz:
Elimize bir kalem alıp bir kâğıda “A” harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu “A” harfi hâdisdir yani sonradan olmuştur. Birkaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Madem “A” harfi birkaç dakika önce yoktu ve şimdi var oldu; o hâlde onu yazan bir muhdis olmalıdır. Kâtip olmaksızın “A” harfinin vücut bulması mümkün değildir. Çünkü kaidemiz şuydu: Sonradan yaratılan her sanatlı eser, kendisini yapan ve varlığını yokluğuna tercih eden bir sanatkârın varlığını ispat eder.
Aynen bunun gibi, gözümüz önünde yaratılan varlıklar da bir “A” harfi hükmündedir. Kuştan çiçeğe, kelebekten ağaca, balıktan arıya kadar her bir varlık “A” harfi hükmündedir. Hatta “A” harfi değil, belki bir kitap hükmündedir. Bir tek “A” harfi bile varlık âlemine çıkabilmek için bir kâtibe ihtiyaç duyuyor ve o olmadan var olamıyorsa, elbette şu âlemde yaratılan hadsiz eşyanın da kendi kendine var olması mümkün değildir. Hem nasıl ki tek bir “A” harfi, varlığı ile kâtibinin varlığını ispat ediyor ve onun varlığını haykırıyorsa; aynen bunun gibi, kitap hükmünde olan hadsiz varlıklar da kâtipleri olan Allah’ın varlığını ispat ederler ve lisan-ı hâlleriyle Allah’ın varlığına şehadet ederler.
— Bir harfin kâtipsiz, bir resmin ressamsız ve bir fiilin failsiz var olamayacağını kabul eden insan, nasıl olur da şu kâinat kitabının kâtipsiz ve içindeki hayattar manzaraların sahipsiz ve kâinatta cereyan eden bunca fiilin failsiz olabileceğine hükmeder? Ve bu hükmü verene nasıl insan denilir?
Hudus delilini, kâinatın yoktan var edildiğini göstererek de kullanabiliriz. Zira misalimizdeki “A” harfi gibi, kâinat da bir zamanlar yoktu ve sonradan yaratıldı. Madem sonradan yaratılan her şey, bir yaratıcıya muhtaçtır; o hâlde şu kâinatın da bir yaratıcısı olmalıdır. O yaratıcı ki kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve bu âlemi yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkarmıştır.
Metne devam edelim. İyi arkadaş sözüne şöyle devam ediyor:
Ve bu kadar çok servet ki her saatte bir şimendifer (Hâşiye) gaibden gelir gibi kıymettar, musanna mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor, gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? (10. Söz)
(Hâşiye: Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.)
(Şimendifer: Tren / Musanna: Sanatla yapılmış, sanatlı / Mahzen-i erzak: Erzak mahzeni)
Sene bir tren, bahar ise bu trenin bir vagonudur. Bahar vagonu âdeta bir erzak mahzeni olmuş, çeşit çeşit erzakı zihayata taşımış.
Evet, bahar mevsimi öyle bir vagondur ki bir baharda yaratılan yiyecekleri -gücümüz olsa da- vagonlarda toplayabilseydik, bu vagonların uzunluğu Dünya ile Ay arasındaki mesafenin 130 katı, Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin ise üçte biri kadar olurdu.
— Bu kadar kıymettar ve sanatlı olan mallar nasıl sahipsiz olur?
Ve her yerde görünen ilannameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl maliksiz olabilir? (10. Söz)
Turra: Padişah mührüdür.
Sikke: Madenî paranın üzerine vurulan damgadır. Bu damgayla o paranın devlete ait olduğu ispat edilir.
İlannameler, beyannameler, her mal üstünde görünen turralar, sikkeler, damgalar ve her köşede sallanan bayraklar ile kastedilen mana, Cenab- Hakk’ın varlığına ve birliğine ait delillerdir. Demek her bir delil; bir ilanname, bir beyanname, İlahî bir turra, bir sikke, bir damga ve vahdet bayrağıdır.
Bu ilannamelerden bazılarını şöyle sayabiliriz: İnşa delili, imkân delili, hudus delili, suret verme delili, isimlerin bir müsemmayı gerektirmesi delili, hayat delili, ruh verme delili, intizam delili, sevk-i İlahî delili, yardımlaşma delili, hikmet delili, rızık verme delili, denge delili, terbiye delili, fiillerdeki mükemmellik delili, yaratılıştaki mana delili, tabiatın aczi delili, tedbir delili, vazife görme delili, vicdan delili, nübüvvet delili, Kur’an delili, ehl-i ihtisasın ittifakları delili, mevt delili, ibadet delili, ziynetler delili, mümaselet (birbirine benzeme) delili, tesanüd (birbirine dayanma) delili, inayet delili, rahmet delili, tasarruf delili, tahvil (hâlden hâle girme) delili, zaaf delili, cehl (cehalet) delili, hâkimiyet delili, icatta kolaylık delili, azamet delili, güzellik delili, infial delili ve daha bunlar gibi onlarca delil…
Bu delillerin izahları Katre Risalesi’nde yapılmıştır. Dileyenler başvurabilir.
İyi arkadaş sözüne devam ediyor:
Sen anlaşılıyor ki bir parça Frengî okumuşsun, bu İslam yazılarını okuyamıyorsun hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım. (10. Söz)
(Frengî: Batı dili)
Bu cümle ile kastedilen mana şudur: Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine ait bütün deliller ancak iman sayesinde okunabilir ve görülebilir. Bu delilleri okumak isteyen ilk önce iman gözlüğünü takmalı ve eşyaya bu gözlük ile bakmalıdır. Mahlukat üzerinde yazılan onca delil ancak bu şekilde okunabilir.
Demek, “Firengî okumuşsun!” sözü ile kastedilen mana, kişinin İslam yazıları olan İlahî delilleri okuyamamasından kinayedir ve eşyaya felsefe nazarı ile bakmayı temsil etmektedir.
“En büyük ferman” ile kastedilen şey “Kur’an-ı Kerim” olabilir. Zira Kur’an en büyük fermandır. Ya da “kâinat kitabı” olabilir. Zira kâinat kitabı da İlahî bir ferman olup Kur’an’ın manalarının tecessüm etmiş hâlidir.
O sersem döndü, dedi: Haydi padişah var fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir, hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor. (10. Söz)
Mezkûr ifadeden anlaşılıyor ki: Hikâyedeki kişinin küfrü, küfr-ü mutlaktan küfr-ü meşkûka dönmüştür. Yani temsildeki kişi işin başında mutlak olarak kâfirdi ve Allah’ın varlığını inkâr ediyordu. Daha sonra diğer arkadaşı ona Allah’ın varlığı hakkında izahlar yaptı ve deliller sundu. Bu izahları dinleyen o kişi, küfr-ü mutlakı bırakarak küfr-ü meşkûk olan şüpheli küfre döndü ve Cenab-ı Hakk’ın var olma ihtimalini kabul etti.
İşte bundan sonra her küfr-ü meşkûk sahibinin sorduğu soruyu sordu:
— Benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder?
Bu soru Tabiat Risalesi’nin Hatimesinde daha geniş olarak şöyle geçmektedir:
“Tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve imana gelen zat diyor ki: Elhamdülillah, benim şüphelerim kalmadı. Yalnız merakımı mucip olan birkaç sualim var.
Birinci sual: Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan (namazı terk edenlerden) işitiyoruz, diyorlar ki: Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki Kur’an’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kuranîyeye nasıl yakışıyor ki ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?” (23. Lem’a)
(Tabiat fikr-i küfrîsi: Eşyayı tabiatın yarattığını kabul eden küfür düşüncesi / Târiküssalât: Namazı terk eden / Zecr: Kovmak / İtidal: Ölçülü)
Ana metnin mütalaasından uzaklaşmamak için cevabı burada kaydetmiyoruz. Dileyenler mezkûr sorunun cevabını Yirmi Üçüncü Lem’a’nın Hatimesinde bulabilir.
Arkadaşı ona cevaben dedi: Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek, bu ahali başka ve daimi bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza ya mükâfat görecek, dedi. (10. Söz)
(Sanayi-i garibe-i sultaniye: Sultanın antika sanatları / Meşher: Teşhir yeri, sergi / Muvakkat: Geçici)
Burada zikredilen üç cümle haşrin varlığına dair birer delildir. Şöyle ki:
Şu görünen memleket bir manevra meydanıdır: Manevra: Öğrenmek ve öğretmek maksadıyla ve nazarî bilgilerin tatbikini görmek gayesiyle yapılan muharebe oyunudur. Bu âleme bir manevra meydanı gözüyle bakıldığında haşrin varlığının nasıl ispat edildiği “Altıncı Hakikat”te anlatılmaktadır. O uzun bahsi burada kaydetmiyor ve makamına havale ediyoruz.
Sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir: Bu cümlenin haşre olan delaleti “Dördüncü Hakikat”te anlatılmaktadır. O uzun bahsi de burada kaydetmiyor, yine makamına havale ediyoruz.
Muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir: Bu cümlenin haşre olan delaleti ise “Altıncı Hakikat”in temsilinde anlatılmaktadır. O uzun bahsi de burada kaydetmiyor ve yine makamına havale ediyoruz.
Metne devam edelim:
Yine o hain sersem temerrüd edip: “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin.” dedi.
Bunun üzerine emin arkadaşı dedi: Madem bu derece inat ve temerrüd edersin. Gel, hadd ü hesabı olmayan delail içinde On İki Suret ile sana göstereceğim ki bir mahkeme-i kübra var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi bir gün gelir ki bütün bütün boşanıp harap edilecek. (10. Söz)
(Temerrüd: İnat, dikbaşlılık / Hadd ü hesabı olmayan: Sayılamayacak kadar çok olan / Delail: Deliller / Mahkeme-i kübra: Büyük mahkeme / Dâr-ı mükâfat ve ihsan: Mükâfat ve ihsan yeri / Dâr-ı mücazat ve zindan: Zindan ve ceza yeri)
Temsilî hikâyeciğin şerhini tamamladık. Sonraki dersimizde İkinci Makamın Mukaddimesinin şerhine başlayacağız. Mukaddime bittikten sonra Suret ve Hakikatlerin şerhine girişip, Suretlerin mütalaasını Hakikatler ile birlikte yapacağız. İnayet ve tevfik Allah’tandır.
Yazar: Sinan Yılmaz