22. Altıncı Hakikat: Bab-ı haşmet ve sermediyet olup ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.
ALTINCI HAKİKAT VE ALTINCI SURET
Üstad Hazretleri Altıncı Hakikatte, ism-i Celil ve Bâki’nin ahireti iktizasını beyan ediyor. Aslında ism-i Celil bir derece Birinci Hakikatte ve ism-i Bâki de Dördüncü Hakikatte işlenmişti. Üstadımız burada farklı bir cihetten yine bu isimlerle ahirete bir pencere açıyor.
Delilin özü şu: Böyle haşmetli faaliyetler ve icraatlar ile celalini ve azametini gösteren bir Zat, hiç mümkün değildir ki sadece şu fâniler üzerinde dursun ve haşmet ve celalini hakkıyla göstereceği baki bir memleketi icat etmesin…
Şimdi, bu hakikatte zikredilen delilin genel mütalaasını yapacağız. Ancak şunu hemen ifade edelim ki: Yapacağımız mütalaa, metnin hakiki mütalaası değildir. Eğer bu metni cümle cümle izah etmeye kalksak ortaya kalın bir kitap çıkar. Bizim özet bir mütalaa ile yapmaya çalıştığımız şey, Üstadımızın tarz-ı ifadesine yabancı olanları Üstadımızın tarz-ı ifadesine bir derece yaklaştırmak ve meseleyi daha kolay anlamalarını sağlamaktır.
Şimdi, hakikatin özetine geçelim:
BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN CELAL VE HAŞMET
Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki bu âlemde muhteşem bir saltanat ve rububiyet hükmediyor.
– Mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat,
– Yıldızların ve galaksilerin -tayyare misal- hareketleri gibi azametli harekât,
– Yeryüzünü içindeki mahlukata bir beşik; Ay’ı onlara bir kandil ve Güneş’i bir lamba yapmak gibi dehşetli teshirat,
– Kışın ölmüş ve kurumuş yeryüzünü baharda diriltmek ve süslendirmek gibi geniş tahvilat…
Bütün bunlar ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok haşmetli faaliyet her an gözümüz önünde cereyan etmekte ve seyredenleri hayrete düşürmektedir. Bu faaliyetlerin tefekkürünü sizlere havale edip, şimdi ikinci basamağa geçiyoruz.
İKİNCİ BASAMAK: BU HAŞMETLİ FAALİYETİN FAİLİ OLAN ZAT-I CELİL KİMDİR?
Şimdi soruyoruz:
— Mevsimleri kim değiştiriyor? Yazdan sonra kışı, kıştan sonra yazı kim getiriyor? Bu haşmetli faaliyetin sahibi kimdir?
— Yıldızları ve galaksileri tesbih taneleri gibi kim çeviriyor? Onları emrine kim musahhar ediyor?
— Kim yeryüzünü içindeki mahlukata bir beşik yapmış? Kim Ay’ı onlara bir kandil ve Güneş’i bir lamba yapmış? Bu dehşetli teshiratın sahibi kimdir?
— Kışın ölmüş ve kurumuş yeryüzünü baharda dirilten kim?
— Yeryüzünü böyle antika sanat eserleriyle süsleyen kim?
— Bu geniş tahvilat kimin işidir?
Bütün bu “kim”lerin tek bir cevabı vardır, o da Allah’tır.
Şu âlemdeki haşmetli faaliyet, perde arkasındaki bir Zatın varlığını ispat eder ve O’nu bizlere Celil ismiyle tanıtır.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: CELİL VE BAKİ İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Yukarıda saydığımız ve saymakla bitiremeyeceğimiz bütün haşmetli faaliyetler gösteriyor ki perde arkasında muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Elbette böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine layık bir mahlukat, haşmetine yakışır bir halk ve celaline mazhar bir meşher ister.
Hâlbuki görüyoruz ki o Zatın en kıymetli misafirleri ve en makbul kulları olan insanlar şu misafirhane-i dünyada perişan bir surette, muvakkaten toplanıyorlar. Misafirhane ise her gün doluyor, boşalıyor; her saat tebeddül ediyor.
Hem bütün bu insanlar, celal sahibi o Zatın kıymetli ihsanlarının numunelerini ve harika sanatının antikalarını şu çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret maksadıyla temaşa etmek için, şu dünya teşhirgâhında birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu dünya meşheri ise her dakika değişiyor; gelen gidiyor ve giden gelmiyor.
İşte bu hâl ve şu vaziyet kati gösterir ki şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında o ebedî saltanata mazhar olacak daimi saraylar, sabit meskenler ve şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına ve ameline göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır.
Evet, hiç mümkün değildir ki böyle haşmetli bir saltanat sadece şu fâniler ve ölüme mahkûm zeliller üstünde dursun ve başka bir memleketi olmasın.
Şimdi, bu delili maddeleyerek pekiştirelim:
1. Şu âlemde; mevsimlerin tebeddülü, gece ve gündüzün tahavvülü, yıldızların harekâtı gibi haşmetli bir faaliyet ve dehşetli bir teshirat var.
2. Bu haşmetli faaliyet ve dehşetli teshirat, perde arkasındaki bir Zatın vücudunu ispat eder ve bu Zatı bizlere Celil ism-i şerifiyle tanıtır.
3. Madem o Zat hem celildir hem bakidir; öyleyse kendine layık bir mahlukat, haşmetine yakışır bir halk ve celaline mazhar bir meşher isteyecektir.
4. Madem görüyoruz ki o Zatın en kıymetli misafirleri olan insanlar şu misafirhane-i dünyada perişan bir surette, muvakkaten toplanıyorlar. Misafirhane ise her gün doluyor ve boşalıyor. Bu hâliyle de o Zatın celaline tam âyine ve haşmetine tam mazhar olamıyor.
5. İşte bu hâl kati ispat eder ki şu misafirhane ve meşherlerin arkasında, o ebedî saltanata mazhar olacak daimi saraylar ve sabit meskenler vardır. Haşmet ve celal onlarsız olamaz.
Hiç mümkün değildir ki böyle haşmetli bir saltanat sadece şu fâniler, ölüme mahkûm zeliller ve şu fâni memleket üstünde dursun ve başka bir memleketi olmasın.
Altıncı Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Altıncı Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz 11 madde var:
1. Haşmet-i rububiyet: Rububiyetin manasını daha önce defaatle izah etmiştik. Ancak hakikatler, birkaç defa okumakla kişide meleke hâline gelmez. Bu sebeple, ne kadar çok tekrar edilse yine de azdır. Rububiyet kavramını tekrar hatırlayalım:
Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, suret vermesi, aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması; mahlukunu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.
Biraz daha açalım: Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatları vardır. Bu sıfatlar; tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme) gibi fiille ilgili olan sıfatlardır. Bütün bu sıfatların tecellisine Allah’ın rububiyeti denir.
“Haşmet-i rububiyet” ise bu fiillerin en haşmetli bir şekilde tecelli etmesidir. Mesela tahlik sıfatı üzerine biraz düşünelim:
Saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun; kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler aynı o saniyede yaratılıyor.
— Acaba bir saniyede kaç fert yaratılıyor?
Tahlik fiili nasıl da haşmetli tecelli ediyor değil mi?.. Rububiyetin diğer ef’alini tahlik fiiline kıyas edin ve haşmet-i rububiyeti bir nebze de olsa tefekkür edin!..
2. Ebedî, âlî bir medar-ı rububiyeti icad etmesin: Medar “sebep, vesile, bir şeyin etrafında döneceği nokta, yörünge, dayanak, dönme, dönüş, yardımcı” gibi manalara gelmektedir. Cümlemize en uygun manası “dayanak”tır. Medar-ı rububiyet, “Allah’ın rububiyetinin dayanak noktası” manasındadır.
Mezkûr cümleye şu misal dürbünüyle bakabiliriz:
Bir katlı ev için bir temel kazılsa ve sonra bu temel üzerine on katlı bir bina dikilmek istense, bu durumda denilir ki: “Bu temel medar-ı bina olamaz.” Yani bu zayıf temel, bu binanın dayanak noktası olamaz. Bu bina için daha derin bir temel gerekir. Bu temel bu binayı kaldırmaz…
Aynen bunun gibi, bu âlem-i şehadet de Allah’ın rububiyetine medar olamaz. Allah’ın haşmetli rububiyeti çok daha büyük, baki ve ebedî bir memleketi ister. Ancak o memleket medar-ı rububiyet olabilir.
Şu misal dürbünüyle de meseleye bakabiliriz:
Dünyanın en zengin insanını düşünelim. Mesela bu kişi Katar Şeyhi olsun… Katar Şeyhinin doğudaki bir köyümüzün muhtarı olduğunu farz ediyoruz. Küçücük bir köye muhtar oldu. Bu durumda şöyle düşünürüz:
— Koca Katar Şeyhi… Dünyanın en zengin insanı… Serveti saymakla bitmez, harcamakla tükenmez… Bu koca şeyh bu köyde ne yapacak? Hazinesini nereye harcayacak? Bu köyün büyüklüğü topu topu kaç metre ki bu şeyhin zenginliğine mahal olabilsin? Hadi çeşme yaptı, köprü yaptı, onu yaptı, bunu yaptı; köyün dört bir yanı eserle doldu. İyi de Katar Şeyhi daha servetinin binde birini harcamadı ki… Bu köy küçüklüğü sebebiyle bu servete mahal ve mazhar olamıyor. Bu durumda, servetinin kalan kısmını ne yapacak?
Verdiğimiz misal çok sönük bir misal… Zira Katar Şeyhi de olsa fânidir, zevale mahkûmdur; serveti sonlu ve zenginliği sınırlıdır. Allahu Teâlâ ise bakidir, ebedîdir; bitmez ve tükenmez hazinelerin sahibidir.
Katar Şeyhine nispetle bir köy neyse, Allah’a nispetle de şu kâinat ve dünya odur. Hatta o bile değildir. Böyle zail ve mütebeddil şeyler, Allah’ın ebedî saltanatına medar olamaz. Yani o haşmetli saltanatın tecellisine mahal ve mazhar olamaz. O saltanat bu dünyaya sığmaz.
— Dünyanın büyüklüğü nedir ki Allah’ın servetini içine alsın ve rububiyetinin haşmetine hakiki bir ayna olsun?
İşte bu hâl de ispat eder ki: Allah’ın rububiyetinin haşmetini gösterecek ve bu haşmete mahal olacak sabit mekânlar ve daimî menziller lazımdır. Bu mekân ve menziller de ahiret yurdundadır.
Üstadımız şu ifadeyle de aynı hakikate dikkat çekiyor: Perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine layık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister.
3. Hâlbuki görüyorsun, mahiyetçe en câmi ve mühim raiyeti ve bendeleri: Mühim raiyeti (halkı) ve bendeleri (hizmetkârları) ifadesiyle insan kastedilmiştir. İnsan, Allahu Teâlâ’nın en mühim raiyeti ve bendesidir.
İnsanın “en câmi” olması ise, bütün âlemlerin zübdesini kendinde bulundurması ve âdeta küçük bir kâinat olmasıdır. Daha önce mütalaa ettiğimiz bu konuyu tekrar tahlil edelim:
Kâinatta ne varsa küçük bir numunesi insanda vardır:
– Yeryüzünün dörtte üçü sudur. İnsan vücudunun da dörtte üçü sudur.
– Toprakta demir, bakır, çinko, fosfor gibi elementler var. Bedenimizde de bu elementlerin hepsi mevcut.
– Yeryüzünde dağlar, toprak var. Buna mukabil bizde kemikler ve et var.
– Yeryüzünde nehirler var. Buna mukabil bizde kılcal damarlar var.
– Yeryüzünde ormanlar var. Buna mukabil bizde saç ve kıllar var.
– Âlemde itme ve çekme kuvveti var. Bizde dâfia ve cazibe kuvveti var.
– Yeryüzünde kasırgalar, fırtınalar var. Bizde öfke var.
– Yeryüzünde bahar var, bizde neşe.
– Âlemde şeytan var, bizde nefis ve lümme-i şeytaniye.
– Âlemde melek var, bizde ilhamlar.
– Âlemde levh-i mahfuz var, bizde hafıza kuvveti.
– Âlemde Arş var, bizde kalp.
– Âlemde Kürsî var, bizde akıl.
– Âlemde misal âlemi var, bizde hayal kuvveti…
Bunlar ve daha birçok benzerlikler ispat eder ki insan şu kâinatın küçük bir misalidir. İnsanı büyütsek kâinat olur, kâinatı küçültsek insan olur.
Meseleye şöyle de bakabiliriz:
İnsan; hikmetli bir şekilde, belirli ölçülerle şu kâinattaki âlemlerden sağılmış bir damla veya noktadır. Yani mesela:
– Cenab-ı Hak levh-i mahfuzu sağdı, bir damlasını alıp insana koydu, o damla insanda hafıza oldu.
– Arş’ı sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda kalp oldu.
– Kürsî’yi sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda akıl oldu.
– Âlem-i misali sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda hayal kuvveti oldu.
– Ormanları sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda saç, sakal ve kıllar oldu.
– Dağları, toprakları sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda kemik şeklini aldı.
Bunlarla insan âdeta kâinatın sağılmış bir özü oldu; bir damlası veya noktası oldu. İşte bu cihetten insanın mahiyeti câmiadır, yani çok şeyleri ve âlemleri kendinde cemetmiştir.
4. Hem anlarsın ki şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin. Mesela ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun:
Ehl-i ebed için daimî manzaraların nescedilmesini -nâkıs bir tasvirle- şöyle hayal edelim:
Mesela merak ediyoruz:
— Hazreti Musa (a.s.) denizi nasıl yardı?
— Ashab-ı Kehf 300 küsur sene mağarada nasıl kaldı?
— Bedir Savaşı, Uhud Savaşı nasıl oldu?
— Şu âlem nasıl yaratıldı?
Bunlar gibi, neyi merak ediyorsak, kasetini takıp televizyonda seyredeceğiz. Tabii kaset ve televizyon derken, dünya aklıyla konuşuyoruz. Cennette bu işler nasıl olur, bu görüntüler nasıl seyredilir; Allah bilir. Belki de seyrederken içine gireceğiz; üç boyutlu seyretmekten de öte, olay yaşanırken bizzat hazır olacağız.
Hülasa: Her şeyin kaydı alınıyor, İlahî kameralarla kaydediliyor; ta ehl-i cennet için ebedî filmler oluşsun, bununla da ehl-i cennet telezzüz etsin.
Yine Üstadımız, “Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun.” dedi
Bu gayelerden biri hesaptır. Hesap anında bütün amellerimizin videosu önümüze konulacak, “Hadi seyret bakalım.” denilecek.
Yine başka bir gaye, hikmetini bilmediğimizden dolayı eleştirdiğimiz hadiselerin perde arkasını göstermek ve bununla ism-i Hakîm’in izzetini muhafaza etmektir.
Daha bilmediğimiz nice gayeler için her şeyin kaydı alınmakta ve neticeleri zapt edilmektedir.
5. Kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki: Her bir varlık, kudret kalemiyle yazılmış mücessem bir kelimedir. Şöyle ki:
Cenab-ı Hakk’ın iki farklı kitabı vardır:
Birincisi: Kelam sıfatından gelen Kur’an’dır.
İkincisi: Tekvin sıfatından gelen kâinat olup kudret kalemiyle yazılmıştır.
Kelam sıfatından gelen Kur’an kitabının kelimeleri olduğu gibi, tekvin sıfatından gelen kâinat kitabının da kelimeleri vardır. Her bir mahluk bu kitabın bir kelimesidir. Kuş bir kelimedir, çiçek bir kelimedir, dağ bir kelimedir; deniz, güneş, yıldızlar ve her ne varsa, bu kitabın bir kelimesidir. Bu kâinat kitabı bütün kelimeleriyle, kâtibi olan Zat-ı Zülcelal’i tarif ve ilan etmektedir.
6. Kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki vazifesi olan ifade-i mana bittikten sonra kendisi gider fakat onu gören her şeyin hafızasında zahirî suretini ve her bir tohumunda manevi mahiyetini bırakıp öyle gidiyor:
Çiçek, kudret kalemiyle yazılan mücessem bir kelimedir. Nasıl ki her kelimenin bir manası vardır ve söylendiğinde, manasını onu dinleyenlerin zihinlerinde bırakır, sonra fenaya gider; zahirde fena bulsa da çok zihinlerde baki kalır.
Aynen bunun gibi, kudretin bir kelimesi olan çiçek de manasını ifade ettikten sonra fenaya gider. Zahirde fena bulur, ancak çok cihetlerle baki kalır.
Çiçeğin manası, onda tecelli eden esmâ-i İlahiyedir. Dilerseniz bu makamda, çiçeğin manasını bir parça mütalaa edelim:
– Çiçek yoktan yaratılması cihetiyle, Allah’ın Hâlık, Mübdi, Mükevvin ve Mucid isimlerini gösterir.
– Güzelliğiyle Cemil ve Mücemmil ismini; ziynetiyle Müzeyyin ismini gösterir.
– Rızıklanması ve her ihtiyacının karşılanmasıyla Rahman, Rezzak, Mukît, Mün’im ve Vehhab isimlerini gösterir.
– Rengiyle Mülevvin ismini; suretiyle Musavvir ismini gösterir.
– Kendisine takılan hikmetlerle Hakîm ismini; bütün programının tohumunda yazılmasıyla Hafîz ismini gösterir.
– Hayatıyla Muhyi ismini, ölümüyle Mümit ismini gösterir.
– Sanatıyla Sâni ismini, yavaş yavaş kemal bulmasıyla Mükemmil ismini gösterir.
– Çiçek olup açmasıyla Fettah ismini, şekilden şekle girmesiyle Muhavvil ve Mukallib ismini gösterir.
– Çiçeği yapan elbette bilecek, bununla Alîm ismini; gücü her şeye yetecek, bununla Kadîr ismini; iradesi onu yapmayı isteyecek, bununla Mürid ismini gösterir.
Daha bunlar gibi onlarca ismi gösterir.
İşte çiçeğin vazifesi bu manaları ifade etmektir. Bu manaları ifade ettikten ve vazifesini yaptıktan sonra ölür ve gider. Ancak çok cihetlerle baki kalır. Mesela:
1. Onu gören zîşuurun hafızalarında zahirî suretini bırakır.
2. Tohumunda manevi mahiyetini ve tarihçe-i hayatını bırakır.
3. Ehl-i cennete baki manzaralar teşkil etmek için İlahî kameralarla kaydedilir. Bu cihetle tam bir bekaya mazhar olur.
İşte bu hâl ehl-i vicdana gösterir ki: Eşya fena için değil, beka için yaratılmıştır. Bir cihetten fenaya gitse de çok cihetlerle baki kalır.
7. Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti; zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla, dağdağalı inkılablar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cemiyetli ve yüksek bir mahiyete malik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur, nurani bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır:
Üstad Hazretleri bu cümleyle ruhun bekasını ispata çalışıyor. Şöyle ki:
Bitkinin kanun-u teşekkülatı (programı) ve suretinin görüntüsü, onun bir nevi ruhu hükmündedir. Cenab-ı hak bu ruhu, bitkinin tohumunda ve çekirdeğinde muhafaza ediyor. Bitki öldüğünde ruhu sanki tohumuna ve çekirdeğine geçiyor ve bir nevi bekaya mazhar oluyor.
Bitki gibi en edna tabakadaki bir varlığın, ruhu hükmündeki kanun-u teşekkülatı ve timsal-i sureti böyle muhafaza edilirse; insan gibi en âlâ tabakadaki varlığın ruhu elbette muhafaza edilir.
Üstad Hazretleri ruhu şu vasıflarla tarif etti:
1. Gayet cemiyetli (kapsamlı)
2. Yüksek bir mahiyete malik
3. Haricî bir vücud giydirilmiş
4. Zîşuur (şuur sahibi)
5. Nurani bir kanun-u emrî
Bu maddelerden “haricî bir vücud giydirilmiş” ve “nurani bir kanun-u emrî” maddesi üzerine birkaç kelam edelim. Diğer maddelerin manası zaten açık.
Ruhun mahiyeti hakkında Kur’an’da şöyle buyruluyor:
قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّي “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”
Üstad Hazretleri herhâlde bu ayetten iktibasla, ruhun mahiyetini “kanun-u emrî” olarak beyan ediyor. Bundan şunu anlıyoruz:
Ruh haricî vücud giydirilmiş, şuur sahibi, nurani bir kanun gibidir. Ruhun hayatı çıksa kanun olur, kanuna hayat ve şuur verilse ve haricî vücut giydirilse ruh olur.
Bu mesele çok derin izah edilebilir. Ancak makam bu derinliğe müsaade etmiyor; bu kadarla iktifa ediyoruz.
8. Hem anlarsın ki öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir: Bu cümleyi şu hadis-i şerif üzerinden tefekkür edebilirsiniz:
عَنْ اَبِى هُرَيْرَةَ، قَالَ رَسُولُ اللَّه صلى الله عليه وسلم، قَالَ اللَّهُ تَعَالَى أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، ولاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ، وَاقْرَؤُوا اِنْ شِئْتُمْ، فَلاَ تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا أُخْفِيَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ebû Hüreyre (r.a.) Hazretlerinden nakledilmiştir. Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu: “Allahu Teâlâ buyurdu ki: Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın hatırına ve hayaline gelmeyen nimetler hazırladım.”
Ebû Hüreyre (r.a.): “İsterseniz şu ayeti okuyun.” dedi: “Yapmakta olduklarına bir karşılık olarak onlar için göz aydınlığı olacak (nimetlerden) nelerin saklandığını hiç kimse bilmez.” (Secde 17)
9. Hem baharın her bir günü, her bir haftası, birer taife-i nebatatın birer bayramı hükmünde olduğu için: Baharda bitkilerin uyanması ve çiçeklerin açması farklı vakitlerdedir. Her bir nevin uyanma ve çiçek açma vakti, o nevin bir çeşit bayramıdır. Mesela:
– Nisan ayı çiğdem, manolya, nergis ve sümbüllerin bayramıdır.
– Mayıs ayı altın çanak, mavi kardelen, dağ lalesi ve kiraz çiçeklerinin bayramıdır.
– Haziran ayı güller, lavantalar, adaçayı ve yer minesinin bayramıdır.
Bunlar gibi, her bir taife-i nebatatın baharda bir bayram vakti vardır. O vakit geldiğinde o nev hadsiz efradıyla neşvünema bulur; ziynetleriyle süslenmiş bir şekilde kendini ehl-i şuura arz eder.
10. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır: Üstad Hazretleri bu ifadeyi üçüncü haşiyede izah ediyor. Ona bir ön hazırlık olsun diye meseleyi biraz mütalaa edelim:
Eşyanın varlık sebebi ve hayatlarının neticeleri üç kısımdır.
Birincisi ve en ulvisi Allahu Teâlâ’ya bakan cihettir. “Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ister.” sırrınca, Allahu Teâlâ da kendi cemal ve kemalini görmek istemiş, bu sebeple mahlukatı yaratmış ve onları cemal ve kemaline ayna yapmıştır. Mahlukatın kendisini Allah’ın nazarına arz etmesi, onların yaratılışının birinci ve en ulvi gayesidir.
Eşyanın ikinci varlık sebebi zîşuura bakan cihettir. Bu cihetle her bir varlık, bir mektub-u Rabbânî, bir kaside-i Sübhânî ve bir ayine-i esmâ-i İlahîdir. Bu makamdaki vazifesi, şuur sahibine ibret verici bir mütalaagâh olmak ve Allah’ın esmasını okutmaktır.
Eşyanın üçüncü varlık sebebi kendi nefsine bakan cihettir ki lezzet alma, gezinti yapma, rahatla yaşama gibi neticelerdir.
Üstad Hazretleri bu meseleyi üçüncü haşiyede detaylı bir şekilde izah ediyor. Biz sadece bir ön hazırlık olsun diye birkaç kelam ettik.
11. İşte bahar dahi mahşer-nüma bir meyvedar ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi, ibret-nüma bir şeceredir. Arz dahi mahşer-i acayip bir şecere-i kudrettir. Hatta dünya dahi meyveleri ahiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümadır:
Bu cümlelerden şöyle tefekkürler çıkar:
Bahar dahi mahşer-nüma bir meyvedar ağaçtır: Bahar mevsimi bir ağaç olsa, her bir nev bu ağacın bir dalı olur. O nevin fertleri de bu dalın meyve ve çiçekleri olur. Bu durumda, bahar ağacının üç yüz bin dalı olur. (Bu rakam Üstad Hazretlerinin zamanına aittir. Şu anki rakamlar milyonlarla ifade ediliyor.) Her dalında da hadsiz meyve ve çiçekler var. Yani bir nevin ne kadar ferdi varsa, o dalda o kadar meyve ve çiçek var. Bu ağacın haşmetini tasavvur edebiliyor musunuz?
Her asırdaki insan âlemi, ibret-nüma bir şeceredir: Her asırdaki insan âlemi bir ağaç olsa, her bir ırk bu ağacın bir dalı olur. O ırkın fertleri de bu dalın meyve ve çiçekleri olur. Dünyada beş temel ırk var. Bu ırklar da otuz kadar alt gruba ayrılabiliyor. Bu durumda, her asırdaki insan âlemi ağacının otuz dalı var. Her dalında da hadsiz meyve ve çiçekler var. Yani bir ırkın ne kadar ferdi varsa, o dalda o kadar meyve ve çiçek var. Bu ağacın haşmetini tasavvur edebiliyor musunuz?
Arz dahi mahşer-i acayip bir şecere-i kudrettir: Şimdi de yeryüzüne bir ağaç gözüyle bakalım… Bu ağaç bahar mevsimi ağacından daha haşmetli, çünkü bütün zamanları içine alıyor. Yazda veya kışta, ilkbaharda veya sonbaharda yaratılan her bir nev, bu ağacın bir dalı hükmünde olur. O nevin fertleri de bu dalın meyve ve çiçekleri olur. Bu ağaç tam bir şecere-i kudrettir.
Dünya dahi meyveleri ahiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümadır: Bu ağaç yeryüzü ağacından daha haşmetlidir. Çünkü işin içine denizler, ırmaklar, bulutlar gibi mahlukat da girdi. Yeryüzüne ait olmayan nice varlıklar bu ağacın bir parçası oldu; dalı oldu, meyvesi ve çiçeği oldu. Bu dünya ağacı tam bir şecere-i hayret-nümadır (hayret veren bir ağaçtır).
Böyle cümleler üzerinde farklı şekillerde mütalaa yapılmalı ve Allah’ın kudreti temaşa edilmelidir. Biz bir pencere açtık… Şimdi sizler de mezkûr cümleler üzerinde biraz düşünün; bakalım farklı tefekkür pencereleri açılacak mı?
Altıncı Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Altıncı Hakikati teenni ile okumaya. Aslında bu hakikatte izah edilmesi ve üzerinde tefekkür edilmesi gereken daha çok yer var. Bilhassa Dokuz Esasın her birine bir şerh yazılabilir. Buradaki her bir esas, âdeta bir kitabın özeti hükmündedir. Bizler mütalaayı çok uzatmamak için bu esasların mütalaasına girişmeyip, işi sizlere havale ettik.
Şimdi Altıncı Hakikati okuyacağız. Okurken her cümle üzerinde tefekkür ederek, hakikati kalbe ve ruha işletmeye çalışmalısınız. Biz işin sadece özetini yaptık ve meseleyi bütün üzerinden mütalaa ettik. Sizler her cümle üzerinde tefekkür etmeli ve bir dalgıç gibi her cümlenin derinine dalmalısınız. Hakikat incilerini ancak bu şekilde çıkarabilirsiniz. Esaslara dalmayı da unutmayın. Zira onların her biri bir bahr-i ummandır. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
ALTINCI HAKİKAT
Bab-ı haşmet ve sermediyet olup ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.
(Sermediyet: Sonsuzluk, ebedîlik)
Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcudatı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i rububiyet… şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun… sermedî, baki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medar-ı rububiyeti icad etmesin?
(Emirber: Emir eri / Teshir: Emri altına alma / Muvakkat: Geçici olarak / Sermedî: Daimî)
Evet, şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat… ve seyyaratın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât… ve arzı insana beşik, güneşi halka lamba yapmak gibi dehşetli teshirat… ve ölmüş, kurumuş küre-i arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilat… gösteriyor ki perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine layık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister.
(Teshirat: Emir altına almalar / Tahvilat: Değişimler / Raiyet: Halk / Şayeste: Yaraşır, uygun)
Hâlbuki görüyorsun, mahiyetçe en câmi ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada perişan bir surette muvakkaten toplanmışlar… Misafirhane ise her gün dolar boşanır… Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar… Meydan ise her saat tebeddül eder… Hem bütün o raiyet, Sâni-i Zülcelal’in kıymettar ihsanatının numunelerini ve harika sanat antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temaşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar… Şu meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
(Câmi: Toplayıcı, muhit olan / Bende: Hizmetkâr / Muvakkat: Geçici olarak / Tecrübe-i hizmet: Hizmet sınaması / Tebeddül: Değişme / Sâni-i Zülcelal: Celal sahibi sanatkâr / Çarşı-yı âlem: Âlem çarşısı / Temaşa: Hoşlanarak bakmak / Teşhirgâh: Sergi yeri / Meşher: Teşhir yeri / Tahavvül: Değişme)
İşte bu hâl ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında, o sermedî saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır… Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir… Herkesin istidadına göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır… Evet, öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki şu fâniler ve zail zeliller üstünde dursun.
(Sermedî: Daimî / Medar: Dayanak / Müstemir: Sabit / Muhal: İmkânsız / Zail: Yok olan)
Şu hakikate şu temsil dürbünüyle bak ki: Mesela sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki yol içinde bir han var… Bir büyük zat o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış… O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarf ediyor… Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp doymadan gidiyorlar… Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar… Hem o büyük zatın hizmetkârları da misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar… Hem görüyorsun ki o zat her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrip eder. Yeni gelecek misafirlere yeni tezyinatı icad eder… Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki bu yolda bu hanı yapan zatın daimî pek âlî menzilleri… hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri… hem müstemir, pek büyük bir sehaveti vardır… Şu handa gösterdiği ikram ile misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor.
(Tenezzüh: Gezinti / Tezyinat: Süslemeler / Suret-i muamele: Davranış şekli / Menzil: Konak yeri / Müstemir: Sabit)
Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti sarhoş olmadan dikkat etsen şu dokuz esası anlarsın:
Birinci Esas: Anlarsın ki o han gibi bu dünya dahi kendi için değil… Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir… Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.
(Kafile-i mahlukat: Varlıklar kafilesi)
İkinci Esas: Hem anlarsın ki şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerîm’i, onları Dârü’s-selâm’a davet eder.
(Rabb-i Kerîm: Çok cömert ve ikram sahibi olan Rab / Dârü’s-selâm: Selam yurdu, cennet)
Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil… Çünkü bir zaman lezzet verse firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa ya senin ömrün kısadır. Doymaya kâfi değil… Demek, kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir (Haşiye-1)… şükür içindir… usûl-ü daimîsine teşvik içindir… Başka gayet ulvi gayeler içindir.
(Tezyinat: Süslemeler / Telezzüz: Lezzetlenme / Tenezzüh: Gezinti / Firak: Ayrılık / Usûl-ü daimî: Daimî asıllar)
Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki şu dünyadaki müzeyyenat ise (Haşiye-2) cennette ehl-i iman için, rahmet-i Rahman’la iddihar olunan nimetlerin numuneleri, suretleri hükmündedir.
(Müzeyyenat: Süslenmiş şeyler / İddihar olunan: Biriktirilen, yığılan)
Beşinci Esas: Hem anlarsın ki şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar… Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin… Mesela ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun.
(Masnuat: Sanat eserleri / Matlub: İstenilen)
Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını, belki sureten fena ise de tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle baki kalır.
Mesela kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanır… Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi, o gider fakat binler misallerini kulaklara tevdi eder. Dinleyen akıllar adedince, manalarını akıllarda ibka eder… Çünkü vazifesi olan ifade-i mana bittikten sonra… kendisi gider fakat onu gören her şeyin hafızasında zahirî suretini ve her bir tohumunda manevi mahiyetini bırakıp öyle gidiyor… Güya her hafıza ile her tohum, hıfz-ı ziyneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler.
(Der-akab: Hemen akabinde / İbka: Bakileştirmek / Hıfz-ı ziynet: Süsün korunması ve saklanması)
En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bakiye sahibi olan insan, ne kadar beka ile alâkadar olduğu anlaşılır… Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti; zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla, dağdağalı inkılablar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle… gayet cemiyetli ve yüksek bir mahiyete malik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur, nurani bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.
(Masnu: Sanat eseri / Kanun-u teşekkülat: Meydana geliş kanunu / Timsal-i suret: Suretinin örneği / Merbut: Bağlı)
Altıncı Esas: Hem anlarsın ki insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zapt edilir.
Yedinci Esas: Hem anlarsın ki güz mevsiminde yaz, bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı idam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır. (Haşiye-3)… Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır… Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazat-ı Sübhaniyedir.
(Tefrîgat: Yer açma / İhzarat: Hazırlıklar)
Sekizinci Esas: Hem anlarsın ki şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve baki bir âlemi var ki ibadını oraya sevk ve ona teşvik eder.
(Sermedî: Ebedî / İbad: Kullar)
Dokuzuncu Esas: Hem anlarsın ki öyle bir Rahman… öyle bir âlemde… öyle has ibadına… öyle ikramlar edecek… ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir. Âmennâ… (10. Söz)
(Hutur: Hatıra gelme)
Haşiye-1: Evet, madem her şeyin kıymeti ve dekaik-ı sanatı gayet yüksek ve güzel olduğu hâlde müddeti kısa, ömrü azdır… Demek, o şeyler numunelerdir, başka şeylerin suretleri hükmündedirler… Ve madem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır; öyle ise elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat, bir Rahman-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği ibadına hazırladığı niam-ı cennetin numuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.
(Dekaik-ı sanat: Sanatın incelikleri / Tezyinat: Süslemeler / İbad: Kullar / Niam-ı cennet: Cennet nimetleri)
Haşiye-2: Evet, her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Ta abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:
(Müteaddid: Çeşitli, birçok / Münhasır: Mahsus / Gayat-ı vücudu: Varlığının gayeleri / Netaic-i hayatı: Hayatının neticeleri)
Birincisi ve en ulvisi, Sâniine bakar ki o şeye taktığı harika-i sanat murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resmigeçit tarzında arz etmektir ki o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir… Belki vücuda gelmeden bi’l-kuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir… İşte seriü’z-zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen yani sümbül vermeyen birer harika-i sanat olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha verir. Faydasızlık ve abesiyet onlara gelmez… Demek, her şey hayatıyla, vücuduyla Sâniinin mucizat-ı kudretini ve âsâr-ı sanatını teşhir edip Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arz etmek, birinci gayesidir.
(Sâni: Sanatkâr / Harika-i sanat murassaatı: Sanat harikası olan süslemeler / Ân-ı seyyale: Bir anda akıp giden zaman dilimi / Bi’l-kuvve: Düşünce ve fikir hâlinde, fiil durumunda olmayan / Seriü’z-zeval: Hızla kaybolup giden / Mucizat-ı kudret: Kudretin mucizeleri / Âsâr-ı sanat: Sanat eserleri)
İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat zîşuura bakar… Yani her şey Sâni-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma… birer kaside-i letafet-nüma… birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki… melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arz eder, mütalaaya davet eder. Demek, ona bakan her zîşuura ibret-nüma bir mütalaagâhtır.
(Gaye-i vücud: Varlık sebebi / Zîşuur: Şuur sahibi / Mektub-u hakaik-nüma: Hakikatleri gösteren mektup / Kaside-i letafet-nüma: Güzellik ve incelik gösteren kaside / Kelime-i hikmet-eda: Hikmetli kelime / İbret-nüma: İbret veren)
Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat o şeyin nefsine bakar ki telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir… Mesela azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi, sefine itibarıyla yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait, doksan dokuzu sultana ait olduğu gibi… her şeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise Sâniine ait doksan dokuzdur.
(Telezzüz: Lezzetlenme / Tenezzüh: Gezinti / Sefine: Gemi)
İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki birbirine zıt ve münafi görünen hikmet ve iktisat, cûd u seha ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki:
(Taaddüd-ü gayat: Gayelerin çokluğu / Cûd u seha: Cömertlik ve eli açıklık)
Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar, o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır, nihayetsiz cûdu gösteriyor… Fakat umum gayeler nokta-i nazarında hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir.
(Cûd u seha: Cömertlik ve eli açıklık / Cevvad: Son derece cömert olan / Bigayr-ı hisab: Hesapsız)
Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıt gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Mesela asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudut ve mücahede-i a’da gibi sair vazifeler için bu mevcud ancak kâfi gelir, kemal-i hikmetle muvazenededir. İşte hükümetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O hâlde o askerlikte fazlalık yoktur, denilebilir.
(Mücahede-i a’da: Düşmanla cihat)
Haşiye-3: Evet, rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Ta arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs’atine ve sair ihvanlarının hizmetine set çekilir. Hem kendileri gençlik zevaliyle hem zelil hem perişan olurlar.
(Şecere: Ağaç / Hitama erme: Son bulma / İhvan: Kardeşler / Zeval: Sona erme)
İşte bahar dahi mahşer-nüma bir meyvedar ağaçtır… Her asırdaki insan âlemi, ibret-nüma bir şeceredir… Arz dahi mahşer-i acayip bir şecere-i kudrettir… Hatta dünya dahi meyveleri ahiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümadır.
(Mahşer-nüma: Mahşer gibi, mahşeri andıran / İbret-nüma: İbret veren / Mahşer-i acayip: Hayret verici hadiselerin toplandığı yer / Şecere-i hayret-nüma: Hayret veren ağaç)
Şimdi Altıncı Sureti okuyacağız. Altıncı Suret, Altıncı Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Altıncı Hakikati anlayan Altıncı Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.
ALTINCI SURET
İşte gel, bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, hükmediyor. (Haşiye) Böyle bir saltanat, kendisine layık bir raiyet ister. Hâlbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet, manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsanatının numunelerini ve harika sanatlarının antikalarını sergilerde temaşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
İşte bu hâl, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu numunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var. (10. Söz)
Haşiye: Mesela, nasıl şu zamanda manevra meydanında harp usulünde “Silah al, süngü tak!” emriyle koca bir ordu baştanbaşa dikenli bir meşegâha benzediği gibi… her bir bayram gününde resmigeçit için “Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü… öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultan-ı Ezelî’nin nihayetsiz enva-ı cünudundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi… şuursuz nebatat taifesi dahi hıfz-ı hayat cihadında “Emr-i kün feyekûn” ile “Müdafaa için silahlarınızı ve cihazatınızı takınız!” emr-i İlahîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya, bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.
(Manevra: Tatbikat / Meşegâh: Meşelik / Serâser: Baştan başa / Müzeyyen: Süslü / Misillü: Gibi / Rûy-i zemin: Yeryüzü / Enva-ı cünud: Çeşitli ordular / Hıfz-ı hayat: Hayatı muhafaza / Emr-i kün feyekûn: Allah’ın yaratmayı dilediği şeye ol demesi ve o şeyin yaratılması emri)
Hem baharın her bir günü, her bir haftası, birer taife-i nebatatın birer bayramı hükmünde olduğu için… her bir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için… ona taktığı murassa nişanları birer resmigeçit tarzında o Sultan-ı Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına arz ettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden… bütün nebatat ve eşcar güya “Sanat-ı Rabbaniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız!” emr-i Rabbaniyeyi dinliyorlar ki… rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resmigeçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.
(Murassa: Süslü / Nazar-ı şuhud ve işhad: Görmek ve başkalarına göstermek isteyen bakış / Eşcar: Ağaçlar / Murassaat: Süsler)
İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette nihayetsiz kadîr bir Sultanın, nihayet derecede hakîm bir Hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.
Yazar: Sinan Yılmaz