24. Sekizinci Hakikat: Bab-ı vaad ve vaîddir. İsm-i Cemil ve Celil’in cilvesidir.
SEKİZİNCİ HAKİKAT – SEKİZİNCİ VE DOKUZUNCU SURET
Bu başlıkta; Sekizinci Suret, Dokuzuncu Suret ve bu suretlerin hakikat karşılığı olan Sekizinci Hakikatin mütalaasını yapacağız.
Üstadımız bu Sekizinci Hakikatte, Cenab-ı Hakk’ın vaadinden dönmeyeceğini ahiretin delili yapıyor. Bizler metni mütalaa ederken cümle cümle ilerlemeyip bütün üzerinde bir mütalaa yapacağız. Mütalaaya başlıyoruz:
— Hiç mümkün müdür ki nihayetsiz bir ilmin ve hadsiz bir kudretin sahibi olan şu âlemin Rabbi, emirlerine itaat eden kullarına cenneti vadetsin, isyan edenleri ise cehennemle korkutsun ve bu vaat ve korkutmayı da bütün peygamberleri ve bütün kitaplarıyla yapsın da daha sonra o vadettiği şeyleri yerine getirmeyip -hâşâ- cehlini ve aczini göstersin? Bu hiç mümkün müdür?
Hâlbuki vadettiği şeyler Onun kudretine hiç ağır gelmez. Bilakis Ona pek hafif ve pek kolaydır. Geçmiş baharın hadsiz mevcudatını gelecek baharda icat edip iade etmek kadar kolaydır. Bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır. Bir sineğin ihyası kadar kolaydır.
Hem vadettiği şeyler öyle şeylerdir ki bütün peygamberler tevatürle onları haber vermiş ve bütün evliya icma ile onların vukuuna şehadet etmiştir.
Hem Allah’ın vaadini yerine getirmemesi ve sözünden dönmesi kudretinin izzetine zıttır ve zatına yakışmaz!
— Acaba hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak tekraren vadettiği ve kendisiyle korkuttuğu şeyleri getirmeyerek -hâşâ- hem kendi cehlini ve aczini göstersin hem de peygamberlerini ve evliyasını yalancı çıkartsın?
Hayır, asla olamaz!
Şimdi, şu sorunun cevabını bulmaya çalışalım:
— Acaba vadedilen veya kendisiyle korkutulan bir şeyin yerine getirilmemesinin -yani sözden dönülmesinin- sebepleri nelerdir?
Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Cehalet: Bir şeyi vadeden eğer vadettiği şeyi nasıl yapacağını bilmiyorsa -yani söz verdiği şey hususunda cahilse- vadettiği şey vukua gelmez. Demek cehalet, vadedilen şeyin vukuuna mâni olan bir sebeptir.
2. Âcizlik: Eğer vadeden kimse vadettiği şeyi yapma hususunda âciz veya fakirse, gücü ve zenginliği yetmiyorsa, vadettiği şey yine vukua gelmez. Demek âcizlik de vadedilen şeyin ifa edilememesine bir sebeptir.
3. Yalancılık: Eğer vadeden kişi yalancıysa ve sözünden kolayca dönebiliyorsa, vadedilen şey yine yerine gelmez. Demek yalancılık da vadedilen şeyin yerine getirilmemesine bir sebeptir.
O hâlde şöyle bir misal versek:
Birisi bize dese ki:
— Senin için muhteşem bir çiftlik kurup, hiç görmediğin ziyafetler hazırlayacağım.
Bizim bu sözden şüphe edebilmemiz için şunlardan birisinin olması gerekir:
1. Eğer bu vaadi yapan kişi cahilse -yani bir çiftliğin nasıl kurulacağından habersizse- o kişinin bu vaadine şüphe ile bakılabilir.
Yok, eğer o kişi bu hususta son derece mahir ve bilgili ise vaadinden hemen şüphe edilmez. Bu durumda, ikinci şıkka bakılır.
2. Eğer o kişi âciz ve fakirse -yani bir çiftliği kurabilecek güce ve maddi imkâna sahip değilse- yine o kişinin vaadine şüphe ile bakılabilir.
Yok, eğer o kişi son derece kuvvetli ve zengin ise hatta vadettiği çiftlikler gibi yüzlercesi göz önünde ise artık bu cihetten şüphe edilemez. Bu cihet de geçildiğinde üçüncü şıkka bakılır.
3. Bu kişi sözünde sadık mıdır, yalan söyler mi, sözünden cayar mı?
Eğer hiçbir yalanı duyulmamış ve yalana asla tenezzül etmeyecek birisi ise o zaman bu kişinin sözünden şüphe edilmez.
Bir daha ifade edecek olursak: Bize çiftliği ve içindeki ziyafeti vadeden kişi,
– Eğer işinde son derece âlim,
– Kudret ve zenginlikte son derece yüksek,
– Doğru söylemede son derece titiz olsa,
– Bir de bize kıymet verse ve kıymet verdiğini de hissettirse artık onun sözünden şüphe edilmez ve onun vaadine şüphe ile bakılmaz.
Artık bundan sonra onun sözünden şüphe etmek onu ya cehaletle, ya âcizlik ve fakirlikle, ya da sözünde durmamak ve yalancılıkla ithamdır.
Aynen bu misal gibi, Cenab-ı Hak da müminlere cenneti ve kâfirlere cehennemi vadetmiştir. Bu vaadi gerçekleştirmemek Allahu Teâlâ hakkında düşünülemez. Zira ifade ettiğimiz gibi, sözünü yerine getirmemek ya cehaletten, ya âcizlikten, ya da yalan söylemektendir. Hâlbuki bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın kudretinin izzetine zıt, ilminin ihatasına münafi ve zatının sıdkına muhaliftir.
Şimdi ey kâfir! Küfür ve inkârınla ne kadar ahmakça bir cinayet işlediğinin farkında mısın? Kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını ve aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir cihetle yalan söylemek ve sözden dönmek kendisine yakışmayan bir Zatı tekzip ediyorsun. Hâlbuki şu âlemdeki her şey Onun sıdkına şehadet ediyor ve Onun nihayetsiz ilim ve kudretini ispat ediyor.
İşte cehennemin hadsiz derecede dehşetli olmasının bir sebebi de insanın işlediği bu büyük cinayetlerdir. Zira insan nihayetsiz küçüklüğü içinde nihayetsiz büyük cinayetler işler. Ahireti inkâr ederek, Allahu Teâlâ’yı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham eder. Bu cinayeti sebebiyle de ebedî cezaya elbette müstahak olur.
Şimdi, bu çok önemli ve son derece kuvvetli olan delili maddeleyerek pekiştirelim:
1. Cenab-ı Hak müminlere cenneti ve kâfirlere cehennemi vadetmiştir.
2. Cenab-ı Hak bu vaadini bizlere peygamberleri ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir.
3. Ahireti getirmemek, bütün peygamberleri yalancı çıkarmak ve bütün kitapları tekzip etmek demektir. Elbette Allahu Teâlâ o en sadık kullarını yalancı çıkarmaktan ve kendi kitaplarını tekzip etmekten son derece münezzeh ve mukaddestir.
4. Sözünden caymak ve vaadinden dönmek ya cehalet, ya âcizlik, ya da yalancılık sebebiyledir. Madem Allahu Teâlâ hakkında cehalet, âcizlik ve yalan düşünülemez, öyleyse ahiretin varlığı da inkâr edilemez.
5. Demek ahiretin varlığını inkâr edenler, Cenab-ı Hakk’ı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham etmektedirler ki bu azim cinayetin cezası da elbette ebedî cehennem olacaktır.
Sekizinci Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Sekizinci Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz dört madde var:
1. “Vaad” ve “vaîd” arasındaki fark: Üstadımız Sekizinci Hakikatin girişinde “Bab-ı vaad ve vaîddir.” diyor. Vaad ile vaîdin manası şudur:
Vaad: Allahu Teâlâ’nın müminlere cenneti ve saadet-i ebediyeyi söz vermesidir.
Vaîd ise: Kâfirlere cehennemi söz vermesi ve onları azapla tehdit etmesidir.
Kelamcılar arasında “vaad” ile “vaîd”in ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiş ve bu konuda çok sözler söylenmiştir. Üstadımızın Sekizinci Hakikatteki beyanına baktığımızda, “vaad” ile “vaîd” ifadeleri üstte belirttiğimiz manalara uygun düşüyor.
Makam, “vaad” ve “vaîd” hususunda kelamcıların ihtilafını tahlil etmek olmadığından bu kapıyı açmıyor, bu kadarla yetiniyoruz.
2. “Mutlak” lafzının manası: Üstadımız Allahu Teâlâ hakkında “Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak” diyor. “Mutlak” lafzı üzerine biraz konuşalım:
Mutlak: Sınırlandırılmamış, ıtlak olunmuş, kayıtsız ve sınırsız demektir. Bir şey mutlak olmaktan çıkarsa “mukayyed”e döner.
Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları mutlaktır. Mahlukatın isim ve sıfatları ise mukayyeddir.
Buna göre, “Alîm-i Mutlak” demek, “İlmi kayıtsız ve sınırsız olan, her şeyi bilen, cehaletin kendisine asla ârız olamayacağı alîm” demektir. Bununla da Allahu Teâlâ kastedilir.
Yine “Kadîr-i Mutlak” demek, “Gücü her şeye yeten, sınırsız kudret sahibi olan, güç ve kuvvetinde bir kayıt olmayan kadîr” demektir. Böyle bir kudret de sadece Allah’a mahsus olup mahlukatın böyle bir kudreti yoktur.
Demek, Allah’ın isim ve sıfatlarının peşinde zikredilen “mutlak” lafzıyla o ismin ve sıfatın nihayetsizliği ve kayıtsızlığı kastedilmiştir.
3. Îfa-yı vaad ise hem bize hem her şeye hem kendisine hem saltanat-ı rububiyetine pek çok lazımdır: “Îfa-yı vaad” Allah’ın sözünü yerine getirmesi yani söz verdiği ahiret âlemini yaratmasıdır.
Ahiretin icadının “hem bize hem her şeye hem kendisine hem de saltanat-ı rububiyetine lazım olması” meselesini Beşinci Hakikatte uzunca mütalaa etmiştik. Dileyenler bu cümlenin şerhi olarak Beşinci Hakikatin mütalaasını tekrar okuyabilir.
4. Madem şu mevcudat, hak söyleyen sadık kelimeleri; şu hâdisat-ı kâinat, doğru söyleyen nâtık ayetleri olan Cenab-ı Hak: Daha önce izahını yaptığımız bu meseleyi tekrar izah edelim:
Cenab-ı Hakk’ın iki farklı kitabı vardır:
Birincisi: Kelam sıfatından gelen Kur’an’dır.
İkincisi: Tekvin sıfatından gelen kâinat olup kudret kalemiyle yazılmıştır.
Kelam sıfatından gelen Kur’an’ın, kelime ve ayetleri olduğu gibi, tekvin sıfatından gelen kâinat kitabının da kelime ve ayetleri vardır.
Üstadımızın, “Şu mevcudat, hak söyleyen sadık kelimeleri” ifadesine göre, her bir mevcud bu ikinci kitabın bir kelimesidir. Kuş bir kelimedir, çiçek bir kelimedir, dağ bir kelimedir; deniz, güneş, yıldızlar ve her ne varsa, bu kitabın hak söyleyen bir kelimesidir. Bu kâinat kitabı bütün kelimeleriyle, kâtibi olan Zat-ı Zülcelal’i tarif ve ilan etmektedir.
Yine Üstadımızın, “Şu hâdisat-ı kâinat, doğru söyleyen nâtık ayetleri olan Cenab-ı Hak” ifadesine göre, şu âlemdeki her bir hadise bu ikinci kitabın nâtık bir ayetidir. Mesela gecenin ve gündüzün ihtilafı, mevsimlerin tebeddülü, rüzgârların tasarrufu gibi hadiseler kâinat kitabının nâtık ayetleridir.
Sekizinci Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Sekizinci Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız Sekizinci Hakikati kolayca anlayabilirsiniz. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)
SEKİZİNCİ HAKİKAT
Bab-ı vaad ve vaîddir. İsm-i Cemil ve Celil’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuatın Sânii, bütün enbiyanın tevatürle haber verdikleri… ve bütün sıddıkîn ve evliyanın icma ile şehadet ettikleri… mükerrer vaad ve vaîd-i İlahîsini yerine getirmeyip -hâşâ- acz ve cehlini göstersin?
(Masnuat: Sanat eserleri / Sâni: Sanatkâr / Mükerrer: Tekrarlanmış)
Hâlbuki vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez; pek hafif ve pek kolay… Geçmiş baharın hesapsız mevcudatını, gelecek baharda kısmen aynen (Haşiye-1) kısmen mislen (Haşiye-2) iadesi kadar kolaydır.
Îfa-yı vaad ise hem bize hem her şeye hem kendisine hem saltanat-ı rububiyetine pek çok lazımdır… Hulfü’l-vaad ise hem izzet-i iktidarına zıttır… hem ihata-yı ilmiyesine münafidir… Zira hulfü’l-vaad, ya cehilden ya aczden gelir.
(Îfa-yı vaad: Sözünü yerine getirme / Hulfü’l-vaad: Vâdini yerine getirmeme / İhata-yı ilmiye: İlmin her şeyi kuşatması / Münafi: Zıt)
Ey münkir! Bilir misin ki küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun ki… kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip… hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan… ve hiçbir vecihle hilaf, onun izzetine, haysiyetine yakışmayan… ve bütün görünen şeyler ve işler, sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun! Elbette ebedî büyük cezaya müstahak olursun. Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması, cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş.
(Hulf: Sözünü bozma / Hilaf: Yalan)
Misalin şu yolcuya benzer ki: Güneşin ziyasından gözünü kapar, kafası içindeki hayaline bakar. Vehmi -bir yıldız böceği gibi- kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor.
(Vehim: Zan / Tenvir: Aydınlatma)
Madem şu mevcudat, hak söyleyen sadık kelimeleri; şu hâdisat-ı kâinat, doğru söyleyen nâtık ayetleri olan Cenab-ı Hak vaad etmiş, elbette yapacaktır. Bir mahkeme-i kübra açacaktır, bir saadet-i uzma verecektir. (10. Söz)
(Hâdisat-ı kâinat: Kâinattaki hadiseler / Nâtık: Konuşan / Mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme / Saadet-i uzma: En büyük saadet)
Haşiye-1: Ağaç ve otların kökleri gibi.
Haşiye-2: Yapraklar, meyveler gibi.
Şimdi Sekizinci ve Dokuzuncu Suretleri okuyacağız. Sekizinci ve Dokuzuncu Suretler, Sekizinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Sekizinci Hakikati anlayan, Sekizinci ve Dokuzuncu Suretleri de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.
SEKİZİNCİ SURET
Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki: Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mesud, asileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.
Hem o vaad ettiği şeyler, ona gayet rahattır. Raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise izzet-i iktidarına gayet zıttır.
İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilaf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstahak olursun.
Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi -bir yıldız böceği gibi- kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem vaad etmiş, yapacaktır. Hâlbuki îfası ona çok rahat ve bize ve her şeye ve ona ve saltanatına pek çok lazımdır. Demek bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma vardır. (10. Söz)
DOKUZUNCU SURET
Şimdi gel! Bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesalarına ki (Haşiye) her biri bizzat padişahla görüşecek hususi birer telefonu var; hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki o zat, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş. Gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet ve celaleti hiçbir vecihle hulfü’l-vaade tenezzül edip tezellülü kabul etmez.
Hâlbuki o muhbirler hem tevatür derecesinde çok hem icma kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattırlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler değişecekler. Çünkü eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nakıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek ona layık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor. Demek bir diyar-ı âher var, elbette o makarra gidilecektir.
Haşiye: Şu suretin ispat ettiği manalar Sekizinci Hakikatte görünecek. Mesela dairelerin reisleri şu temsilde enbiya ve evliyaya işarettir. Ve telefon ise ma’kes-i vahiy ve mazhar-ı ilham olan kalpten uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki kalp o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir. (10. Söz)
Yazar: Sinan Yılmaz