a
Ana SayfaOnuncu Söz27. On Birinci Hakikat: Bab-ı insaniyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.

27. On Birinci Hakikat: Bab-ı insaniyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.

ON BİRİNCİ HAKİKAT – ON İKİNCİ SURET

Üstad Hazretleri On Birinci Hakikatte, insanın kıymetini ve ona verilen aza ve cihazatı ahiretin varlığına delil yapıyor. İnsanın mahiyetine dair de tam 23 madde sayıyor. Bu maddeler şunlar:

1. İnsan, Allahu Teâlâ’nın kâinat içindeki rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abddir.

2. Hitabat-ı Sübhâniyeye en mütefekkir bir muhataptır.

3. Allah’ın esmasına en câmi bir aynadır.

4. İsm-i a’zamın ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar olan ve böyle bir ahsen-i takvimde yaratılan bir mucize-i kudrettir.

5. Rahmet hazinelerini tartmak ve tanımak için en ziyade mizan ve aletlere malik bir müdakkiktir.

6. Nihayetsiz nimetlere en ziyade muhtaçtır.

7. Fenadan (yokluktan) en ziyade müteellimdir.

8. Bekaya en ziyade müştaktır.

9. Hayvanat içinde en nazik, en nazdar, en fakir ve en muhtaçtır.

10. Hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbahttır.

11. İstidatça (kabiliyet cihetiyle) en ulvi ve en yüksek bir mahiyettedir.

12. Yer, gök ve dağların tahammülünden çekindiği emanet-i kübranın taşıyıcısıdır.

13. En nazik, nazenin, nazdar, âciz, zayıf bir mahluktur.

14. Yeryüzünün nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memurudur.

15. Mahlukatın tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahildir.

16. Rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kâlen kâinatta ilan etmekle vazifedardır. Allahu Teâlâ insana, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye dair küçük mikyasta bir temsil gösterir, bununla rububiyetini ilan ettirir.

17. Meleklere tercih edilmiş ve kendisine hilafet rütbesi verilmiştir.

18. Letaifi, duyguları ve cihazatı tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccihtir.

19. Ebede uzanmış emelleri vardır.

20. Kâinatı ihata etmiş fikirleri vardır.

21. Ebedî saadetlerinin envaına yayılmış arzuları vardır.

22. Ebed için halk edilmiştir ve ebede gidecektir.

23. Dünya ona bir misafirhane ve ahiretin bir bekleme salonudur.

Bazı maddeler tekrar edilmiş. Üstadımız tekit için tekrar ettiğinden biz de -aynı hikmet sebebiyle- maddelerken tekrar ettik.

Bu maddelerin hepsi üzerinde konuşmaya kalksak bir kitap yazmak gerekir ki buna ne vaktimiz ne de ilmimiz yeter… Bu sebeple, bir kısmını biz izah edelim, diğerlerini de sizler bulun.

1. İnsan şu kâinat içinde, Cenab-ı Hakk’ın rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere olan rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abddir:

Rububiyet, Allahu Teâlâ’nın fiilî sıfatlarıyla âlemde tecelli etmesidir. Bu sıfatlardan bir kısmı şunlardır:

Tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme)…

Rububiyet-i mutlaka, Allah’ın sınırsız rububiyetidir. Rububiyet-i âmme ise bu sıfatların bütün âlemde gözükmesi ve umum eşyayı ihata etmesidir.

İnsan, Allahu Teâlâ’nın umumi rububiyetinin odak noktasıdır. Bütün eşya insanın istifadesine sunulmuş, âdeta şu âlem insan için yaratılmış ve onun istifadesine imkân verecek şekilde terbiye edilmiştir. Bitkilerden hayvanlara, çiçeklerden ağaçlara, Güneş’ten Ay’a kadar her bir mahluk insana musahhardır ve insana hizmet eder.

İşte bu durum ispat eder ki insan, bu âlemin sahibinin en kıymettar ve en ehemmiyetli misafiridir.

2. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın hitabat-ı Sübhaniyesine en mütefekkir bir muhataptır.

Allahu Teâlâ bu âlemde insan ile konuşmuş ve semavi kitaplarıyla insanı kendisine muhatap kabul etmiştir. Bu durum -yani insanın İlahî kelama mazhariyeti- ispat eder ki insan, bu âlemin sahibinin en mütefekkir muhatabıdır.

3. İnsan, mazhariyet-i esmaya en câmi bir âyinedir:

İnsan âdeta bir kitâb-ı Samedânî, bir mektûb-u Rabbânî ve bir ayine-i esmâ-i İlahiyedir. Allah’ın isimlerine öyle geniş bir aynadır ki neredeyse kâinatın tamamında tecelli eden isimler insanda tecelli etmekte ve insan âdeta bu tecelliye mazhariyetle koca bir âlem olmaktadır. Mesela insan:

– Hayatı ile Allah’ın “Muhyi” ismine aynadır.

– Azalarına takılan faydalarla “Hakîm” ve “Nâfi” ismine aynadır.

– Kusursuzluğu ile “Sübhan” ismine aynadır.

– Sanatlı vücuduyla “Sâni” ismine; güzelliği ile “Cemil” ismine; imanıyla “Mümin” ismine aynadır.

– Yoktan yaratılmasıyla “Hâlık” ve “Mükevvin” ismine; kendine yapılan yardımlarla “Muavvin” ismine; suretiyle “Musavvir” ismine aynadır.

– Bir işte birinci olmakla “Mukaddim” ismine; sonda kalmakla “Muahhir” ismine; üzerindeki tedbirlerle “Müdebbir” ismine aynadır.

– Sıkılmakla “Kâbız” ismine; sevinciyle “Bâsıt” ismine; zenginliği ile “Muğnî” ismine aynadır.

– Hidayetiyle “Hâdî” ismine; hastalıktan şifa bulmakla “Şâfî” ve “Tabîb” ismine; hayatının devamıyla “Kayyum” ismine aynadır.

Daha bunlar gibi, onlarca isme aynadır ve mazhardır. Bu cihetle de esmâ-i hüsnaya en câmi bir aynadır.

4. İsm-i a’zamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mucize-i kudrettir: Önce ism-i a’zam üzerine konuşalım:

Esmâ-i hüsna ile ilgili kitaplarda bahsi geçen konulardan biri de ism-i a’zam meselesidir. İsm-i a’zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Hangi ismin ism-i a’zam olduğunu belirleme çabası daha ilk dönemlerden itibaren başlamıştır.

İmam Taberî, İmam Eş’arî ve Bâkıllânî Hazretleri başta olmak üzere bir kısım âlimler, belirli bir isme “en büyük” nitelemesini yapabilmek için naklî veya akli bir delil bulunmadığı görüşündedirler. Bu âlimlere göre, bir ism-i a’zamdan bahsedilemez.

Diğer âlimler ise Allah’ın isimleri arasında bir ism-i a’zamın olduğunu söylemişler ve hangi ismin ism-i a’zam olduğu hakkında on dört farklı isim beyan etmişler. Bu on dört farklı ismin söylenmesi de aslında bu mevzuda bir belirsizliğin olduğu ve konuyla ilgili kesin bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Mesela:

– Hazreti Ali Efendimize göre, ism-i a’zam tek bir isim değildir. Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs isimlerinden ibaret altı isimdir.

– İmam-ı Azam Hazretlerine göre, Hakem ve Adl olmak üzere iki isimdir.

– Şeyh Geylânî Hazretlerine göre, Hayy ismidir.

– İmam-ı Rabbânî Hazretlerine göre ise Kayyum ismidir.

Görüldüğü gibi, İslam âlimleri ism-i a’zamı farklı isimlerde bulmuştur. Belki de her birinin hususi âleminde tecelli eden ism-i a’zam değişik olmuş ve bu sebeple her biri kendi hususi âleminde tecelli eden ism-i şerifi ism-i a’zam kabul etmiştir.

Şimdi de “her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesi” üzerine konuşalım:

“Yetmiş bin perde” tabiriyle de ifade edilen bu mesele, her ismin tecellisinde binler mertebe olduğu hakikatine işaret etmektedir.

İlk önce sıfat ve esma-i İlahiyeye dair olan “yetmiş bin perde” tabirini tahlil edelim. Daha sonra da “her ismin mertebe-i a’zamını” izah edelim:

Her bir eser, ustasını kendi kabiliyeti nispetinde gösterir. Bu itibarla her bir eser bir perde olup arkasındaki ustasını tarif ve tavsif eder.

Meselenin birinci misali: Bir zatın ilmini onun yaptığı bisiklette tefekkür eden bir adam, aynı zatın yaptığı arabayı gördüğünde onun ilmine ait yeni bir perde açılmış ve o perdenin arkasından o zatın ilmini daha geniş manada seyretmiş olur. Aynı zatın bir de gemi yaptığını işiten ve gidip o gemiyi seyreden kişi, önceki eserlere kıyasla o zatın ilmini daha geniş olarak anlamaya başlar. Eğer bu zatın uçak ve füze de yaptığını farz edersek, o şahıs bunları da görmekle beş perde arkasından sanatkârın ilmini seyir ve tefekkür etmiş olur.

İkinci misal: Bir zatın zenginliğine alamet olarak onun bir fabrikasını gördüğünüz takdirde, o fabrika perdesi arkasından o zatın zenginliğini bir derece anlamış olursunuz. Size bu zatın böyle yüzlerce fabrikası olduğu söylense ve bu fabrikalar size gösterilse, zenginliğini daha geniş bir perdeden temaşaya muvaffak olursunuz. Daha sonra bu zatın arazi ve çiftliklerini de gezdiğinizde, her bir kademede bir öncekine nazaran daha geniş perdeler arkasından onun zenginliğini seyretmiş olursunuz. Bu şekilde her bir perdeden geçtikçe görüş ufkunuz daha genişlemiş ve nihayet o zatın servetini kâmil manada anlamış olursunuz. Burada sahip olduğu her bir mal bir perde hükmünde olup perdelerin açılmasıyla bu zatın zenginliği daha büyük ölçekte anlaşılmış olur.

Üçüncü misal: Birisini bir çocuğun hastalığını tedavi ederken görseniz, ondaki merhametin tecellisini bir perdede seyretmiş olursunuz. Aynı kişinin bir eczanesi olduğunu ve oradan fakirlere ilaçlar dağıttığını gördüğünüzde, o kişinin şefkat ve merhametini daha geniş bir perdede tefekkür etmiş olursunuz. Yine aynı kişinin büyük bir hastanesi olduğunu ve burada hastaları ücretsiz tedavi ettiğini görseniz, bu sefer aynı kişinin şefkatini farklı ve daha geniş bir pencereyle seyretmiş ve neticede üç farklı perdede o şefkatli zatın merhametini görmüş olursunuz.

İşte Allah’ın isim ve sıfatları için kullanılan “her birinin yetmiş bin perdesinin olması” ifadesi bu isim ve sıfatların farklı tecellileri olduğu manasındadır. Buradaki “yetmiş bin tabiri” bir sınır ve hudut değil, çokluktan kinayedir. Yetmiş bin değil, yetmiş milyon bile o isim ve sıfatların tecellisini ifade etmekte azdır.

Mesela Allah’ın “rızık veren” manasındaki Rezzak ismini tefekkür eden birisi için tek bir canlının rızıklanması bir perde olduğu gibi, bütün insan nevinin rızıklanması da farklı bir perdedir. Sadece kendi rızkının verildiğini düşünerek Rezzak ismini tefekkür eden birisinin marifeti çok dar ve kısadır. Buna karşılık, Allah’ın şu anda yeryüzünde bulunan bütün insanları rızıklandırdığını düşünen bir kimse yüzler perde aşmış ve dolayısıyla tefekkür merdiveni daha yükselmiş olur. Bununla birlikte, eğer geçmişteki insanların da rızıklandırıldığını düşünürse, daha geniş bir perde arkasından Rezzak ismini tefekkür etmiş olur. Bundan sonra, hayvanların ve bitkilerin her bir ferdinin rızıklandırılması tefekkürüyle Rezzak isminin hakikatine yaklaşır ve birçok perdeyi daha geçer. Ve daha sonra, meleklerin ibadet denilen manevi gıdalarını düşünmekle Rezzak isminin perdelerini teker teker yırtmaya başlar ve arkasındaki Zat-ı Akdes olan Allah’a yakınlaşmış olur. Ve nihayet, cennette umum hayat sahiplerinin ebediyen rızıklanmasını tefekkürle yeni perdeleri açar. Bu hayalî seyahat sırasında binler perdede Cenab-ı Hakk’ın Rezzak ismini tefekkür eder.

Yine mesela “yaratıcı” manasındaki Hâlık ismini tefekkür eden bir kimse ilk önce bir karıncaya bakar. Onun İlahî bir sanatla yoktan yaratılışını düşünür, Hâlık isminin bir perdesini açar. Daha sonra, yeryüzündeki bütün karıncaları hayaliyle görür. Hepsinin aynı anda ve aynı tarzda yaratılışlarını düşünerek Hâlık ismini tefekkür etmekle farklı perdeler açar. Daha sonra, kendisinin ve insan nevinin ve sonra da gücü yetiyorsa kâinattaki her bir mahlukun, canlı ve cansız her şeyin yoktan icadını düşünür. Bu sayede her bir mahluk Hâlık isminin bir perdesi olur. Ve perdeler açıldıkça marifetullah nurları o kalbe dökülmeye başlar.

Yine mesela “terbiye eden” manasındaki Rab ismini tefekkür eden bir kimse ilk önce bir sineğin terbiyesine bakar ve onda gözüken Rab ismini tefekkür eder. Sonra diğer sinekleri de fikrine misafir eder ve daha geniş bir perdede Rab ismini tefekküre başlar. Daha sonraysa bu tefekküre diğer böcek ve hayvanları da katar. Âdeta her bir mahluk Rab isminin bir perdesi olur. Onlarda tecelli eden Rab ismi tefekkür edilerek perdeler yırtılmış ve Rabbü’l-âlemin olan Allahu Teâlâ’ya biraz daha yaklaşılmış olur.

Öyleyse denilebilir ki: Buradaki “yetmiş bin” tabiri çokluktan kinayedir. Her bir sıfat ve ismin yetmiş bin değil, yüz milyonlarca tecelliyatı vardır. O ismin cilvesine ayna olan her bir mahluk bir perdedir ki onda tecelli eden ismin tefekkür edilmesiyle perdeler açılmış olur.

Şimdi de “her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesi” üzerine konuşalım:

Yaptığımız izahtan anlaşıldı ki her bir ismin binler değil, milyonlar farklı şekilde tecellileri ve perdeleri vardır. Elbette bir karıncanın beslenmesinde gözüken Rezzak ismiyle, bir insanın beslenmesinde gözüken Rezzak isminin mertebesi aynı değildir. Yine dünyadaki mahlukların beslenmesinde gözüken Rezzak ismiyle, ehl-i cennetin cennette beslenmesiyle gözüken Rezzak ism-i şerifi de aynı değildir. Bu, güneşin bir okyanustaki tecellisi ile bir zerredeki tecellisi gibidir. Evet, ikisi de güneştendir ve aynı ışığın aksidir ama okyanustaki akis, zerredeki akisten daha büyük ve daha azametlidir.

Yine bir karıncanın yaratılmasında gözüken Hâlık ismiyle, kâinatın yaratılmasında gözüken Hâlık ismi aynı mertebede değildir. Elbette iki ismin müsemması da Allahu Teâlâ’dır. Ancak Hâlık ism-i şerifi kâinatın yaratılmasında -karıncanın yaratılmasına kıyasla- daha haşmetli ve azametli gözükmektedir.

Bu iki misali diğer isimlere kıyas edebilirsiniz. O hâlde diyebiliriz ki: Her bir ismin milyonlar mertebe tecellisi vardır ve bu tecelliler arasında büyüklük ve küçüklük mevzubahistir. Bir ismin en geniş ve yüksek manadaki tecellisine o ismin “mertebe-i a’zamı” ya da “ism-i a’zamlık mertebesi” denir.

İnsan ise ism-i a’zamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mucize-i kudrettir.

5. İnsan, hazain-i rahmetin müştemilatını tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve aletlere malik bir müdakkiktir: Cenab-ı Hak insanı, rahmet hazinelerinin bir müfettişi suretinde yaratmış ve rahmet hazinelerini tartması ve tanıması için en ziyade cihaz ve aletlerle donatmıştır. Dilden göze, kulaktan akla, burundan ele kadar her bir cihaz âdeta bir terazi hükmünde olup; insan bu terazilerle -hiçbir mahlukun tartamadığı şekilde- rahmet hazinelerindeki nimetleri tartmaktadır.

Bu durum ve vaziyet ispat eder ki insan, bu âlemin sahibinin en nazlı ve nazdar bir misafiridir.

6. İnsana öyle bir istidat verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip:

İnsanın emanet-i kübranın taşıyıcısı olması şu ayet-i kerimede zikredilir:

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Gerçekten o, pek zalim ve çok cahildir.” (Ahzab 72)

Üstad Hazretlerinin beyanına göre, bu emanet insandaki “ene”dir. Allahu Teâlâ insana “ene” namıyla bir benlik vermiştir. “Ene”nin vazifesi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Yani “ene” bir vâhid-i kıyasîdir. Şöyle ki:

İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Buna “şiddet-i zuhur” denir. Denizin, balığın üzerindeki şiddeti zuhurundan dolayı balığın denizi bilmemesi ve mahiyetini kavrayamaması gibi…

Yine mesela güneşi sema kadar büyütsek ve gökyüzüne baktığımızda güneşten başka bir şey görmesek, bu durumda, güneşin varlığını bilemeyiz. Zira sınırsız ve sonsuz olan bir şeyin varlığı bilinemez.

Aynı şey Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Uluhiyet sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Şöyle ki:

Mesela bir ev yapan kimse der ki:

— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.

Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki uluhiyet sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder.

Evi yapan ilk önce şöyle düşünmeye başlar:

– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi yaratmıştır.

– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.

– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.

– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var; Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi icat edemez ve böyle intizamla idare edemezdi.

Sizler uluhiyetin diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…

İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın isim ve sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:

— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür.

“Ene” hakkında daha detaylı bilgiyi, Otuzuncu Söz’ün “ene bahsine” havale ediyoruz.

7. Yeryüzünün nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memurudur: İnsan, öküzü alır tarlasında çalıştırır. Deveyi çölde kendine binek yapar. Kuşları postacı vazifesinde kullanır. Tavuğu yumurtası için kümeste, ineği sütü için ahırda besler. Ve hakeza…

Hayvanatta yaptığı bu tanzimi bitkilerde de yapar. Bahçesine ağaç eker, çiçek eker, bitki eker; dilediği şekil ve tarzda istihdam eder.

İşte insan bu cihetle, nebatî ve hayvanî olan mahlukata bir nevi tanzimat memurudur.

8. İnsanın mahlukatın tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahil olması: Kur’an-ı Hakîm’de bütün mevcudatın Allah’ı tesbih ettiği bildirilir; bu cihetle her bir mahlukun bir zâkir ve müsebbih olduğuna dikkat çekilir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Lakin siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra 44)

Başka bir ayette şöyle buyrulur:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلاَتَهُ وَتَسْبِيحَهُ

“Göklerde ve yerde bulunanların ve saf saf olmuş kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Her biri duasını ve tesbihini bilmiştir.” (Nur 41)

Bir başka ayet de şöyledir:

إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ    

“Şüphesiz biz dağları (Davud’a) boyun eğdirdik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine verdik. Hepsi onunla zikir ve tesbih ederdi.” (Sâd 18-19)

Bu makamda insanın vazifesi, mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine nazır olmak, şahit olmak ve onların ibadetini “Ettehiyyâtü lillâh” diyerek Allah’a takdim etmektir.

Üstadımız, “Onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip…” dedi. Buradaki “müdahale” ifadesi “iştirak etme, dâhil olma” manasındadır. Yoksa “karşı gelme” manasında değildir. İnsan, mahlukatın tesbihatını ve ibadetini keşfetmeli, o da onlara dâhil olup onlarla beraber saf tutmalı ve o safın serzâkiri olmalıdır.

9. İnsanın meleklere tercih edilip kendisine hilafet rütbesi verilmesi: İnsanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olması Kur’an’da şöyle geçmektedir:

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً 

“Bir vakit Rabbin meleklere dedi ki: Şüphesiz ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 30)

Başka bir ayette de şöyle geçiyor:

هُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ فِي الْأَرْضِ

“O Allah ki sizi yeryüzünde halifeler yaptı.” (Fatır 39)

Bir kısım âlime göre, insanın halife olması, insanlar arasında Allah adına hükmetmesi sebebiyledir.

İbni Mesud’un görüşüne göre, Hazreti Âdem ve insan yeryüzüne hükmettiği için Allah’ın halifesi olmuştur. Şu ayet-i kerime bu manayı kuvvetlendirmektedir:

يَا دَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ فَاحْكُم بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O hâlde insanlar arasında adaletle hükmet” (Sâd 26)

İmam Gazzâlî Hazretleri, insanın Allah tarafından üflenen bir ruh taşıması ve Allah’ın Hazreti Âdem’i kendi suretinde yaratması hasebiyle Allah ile insan arasında manevi mahiyette özel bir münasebetin bulunduğunu söyler ve insanın Allah’ın halifesi olmasını bu münasebete bağlar. Yine İmam Gazzâlî, Allah’ın Hazreti Âdem’e isimlerini öğretmiş olması sebebiyle, Hazreti Âdem’in Allah’ın halifesi olmaya hak kazandığını belirtir.

10. İnsanın letaifi, duyguları ve cihazatı tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccihtir: Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz, hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değildir; o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.

Aynen bunun gibi, insanın istidatları da bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O halde bu insan balığı başka bir denize namzettir ki o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek, terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek ki bu teraziler yalnız bu fani dünyayı kazanmak için verilmemiştir.

Evet, İnsandaki zahirî ve bâtıni duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennetle bile değişmez.

Mesela bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğim.” Ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.” Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıydık?

Elbette satmazdık. Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki: Bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

Öyleyse bu cihazat insana yalnız bu dünyanın cüz’î meselelerine sarf etmesi için verilmemiştir. İnsanın letaifi, duyguları ve cihazatı tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccihtir.

On maddenin kısaca mütalaasını yaptık; manaya bir pencere açtık. Bizler bu kadarla iktifa ediyor, diğer maddelerin mütalaasını sizlere havale ediyoruz.

Şimdi sıra geldi On Birinci Hakikati teenni ile okumaya. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik.)

ON BİRİNCİ HAKİKAT

Bab-ı insaniyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.

(İsm-i Hak: “Varlığı kesin olan, ezelî ve ebedî olan, mevcudiyeti ve uluhiyeti gerçek olan” manalarında Allah’ın bir ismi)

Hiç mümkün müdür ki: Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bi’l-hak, insanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd… ve hitabat-ı Sübhâniyesine en mütefekkir bir muhatap… ve mazhariyet-i esmasına en câmi bir âyine… ve onu ism-i a’zamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mucize-i kudret… ve hazain-i rahmetinin müştemilatını tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve aletlere malik bir müdakkik… ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç… ve fenadan en ziyade müteellim… ve bekaya en ziyade müştak… ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç… ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht… ve istidatça en ulvi ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da… onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve layık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-i insaniyeyi iptal ederek… kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin?

(Mabud-u Bi’l-hak: Hakkıyla ibadete layık olan Allah / Rububiyet-i mutlaka: Sınırsız rububiyet / Rububiyet-i âmme: Allahu Teâlâ’nın bütün mahlukatı idaresi ve terbiyesi / Hitabat-ı Sübhâniye: Her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları / Mazhariyet-i esma: Allah’ın isimlerine mazhar olma / Câmi: Cemeden, toplayan / Ahsen-i takvim: En güzel kıvam, en güzel mahiyet / Hazain-i rahmet: Rahmet hazineleri / Müştemilat: Bir şeyin içinde bulunanlar / Müdakkik: İnceden inceye tetkik eden / Fena: Yokluk / Müteellim: Elemli, kederli / Müştak: Çok arzulu / Nazdar: Nazlı / İstidat: Kabiliyet / Müstaid: Kabiliyetli / Dâr-ı ebedî: Ebedi yurt, ahiret)

Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bi’l-hak, Rahîm-i Mutlak… insana öyle bir istidat verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip… hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zayıf yaratıp… hâlbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp… onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip… kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kâlen kâinatta ilan ettirmek… meleklerine tercih edip hilafet rütbesini verdiği hâlde… ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin? Onu bütün mahlukatının en bedbaht, en biçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp… en mübarek, nurani ve alet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı o biçareye en meş’um ve zulmanî bir alet-i tazip yapıp… hikmet-i mutlakasına büsbütün zıt ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafi bir merhametsizlik etsin? Hâşâ ve kellâ!

(Hâkim-i Bi’l-hak: Hak ismiyle müsemma olan Hakîm / Rahîm-i Mutlak: Sınırsız merhamet sahibi / Tahammül: Yüklenme / Muhit: Kuşatan, ihata eden / Küllî: Kapsamlı / Tanzimat: Nizama koymalar, düzenlemeler / Kâlen: Sözle / Dertmend: Dertli / Alet-i tes’id: Mutlu etme aleti / Meş’um: Uğursuz / Zulmanî: Karanlıklı / Alet-i tazip: Azap aleti / Hikmet-i mutlaka: Sınırsız hikmet / Merhamet-i mutlaka: Sınırsız merhamet / Külliyen: Tamamen / Münafi: Zıt)

Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsilîyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki hem rütbesi hem vazifesi hem maaşı hem düstur-u hareketi hem cihazatı bize gösterdi ki o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor.

(Müstekar: Sabit, değişmeyen)

Aynen onun gibi, insanın kalp cüzdanındaki letaif… ve akıl defterindeki havas… ve istidadındaki cihazat… tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih… ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşif müttefiktirler. Ezcümle:

(Letaif: İnsanda İlahî hakikatleri idrak ve müşahede eden kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ vb. manevi melekeler / Havas: Hasseler, duygular / Müttefikan: Hep birlikte / Müteveccih: Yönelmiş)

Mesela aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki: “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.”

(Âhirde: Sonunda)

Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “oh” yerine “ah” diyecek ve teessüf edecek.

Demek en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidattandır ki insanın ebede uzanmış emelleri… ve kâinatı ihata etmiş efkârları… ve ebedî saadetlerinin envaına yayılmış arzuları gösterir ki… bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve ahiretine bir intizar salonudur. (10. Söz)

(Efkâr: Fikirler / Enva: Neviler, çeşitler / İntizar: Bekleme)

Şimdi On İkinci Sureti okuyacağız. On İkinci Suret, On Birinci Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. On Birinci Hakikati anlayan On İkinci Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.

ON İKİNCİ SURET:

Gel şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki o teçhizat, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir, görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat numune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız:

Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubatı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil; pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hâssadan filan tarihte alacaksın.” yazılıdır. Hâlbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat ise birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mesudane bir hayat için olabilir. Şu düstur ise bütün bütün açığa verir ki cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır.

Bak şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mesuliyetler vardır. Hâlbuki eğer yalnız bu meydandan başka âlî, daimî bir yer bulunmazsa şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün manasız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen şehadet eder ki bu fâniden sonra bir baki var.

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir, bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları belki şu memleketteki bütün intizamatı, hatta hükümeti inkâr etmeye mecbur olursun ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lazım gelir. O vakit sana insan ve zişuur denilmez. Sofestaîlerden daha akılsız olursun.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin