a
Ana SayfaOnuncu Söz19. Üçüncü Hakikat: Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.

19. Üçüncü Hakikat: Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT VE ÜÇÜNCÜ SURET

Onuncu Söz’ün anlaşılmasını zorlaştıran amillerden birisi de bir hakikatte bazen iki ismin tecellisinin beraber işlenmesi ve önceki hakikatlerin tekit için bir daha zikredilmesidir. Üstadımızın geniş tefekkür ufkunu yakalamakta zorlanan bizler, bu genişliği ihata edemiyor ve meseleyi anlarken bazen zorlanıyoruz.

Mesela Üstadımız bu Üçüncü Hakikatte “Hakîm” ve “Âdil” isimleriyle ahirete bir pencere açıyor ve aynı zamanda, “Hiç mümkün müdür ki şöyle icraat-ı Rububiyette hâkim bir hikmet, o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?” gibi ifadelerle, Birinci Hakikatteki “saltanat-ı rububiyet” delilini başka bir cihetten tekrar ediyor. Yani hikmet cihetine, “rububiyetteki hâkimiyetin hikmeti” cihetiyle bakıyor. Bu geniş açı da bizlerin ihatasını bazen zorlaştırıyor.

Hikmet penceresi ile ahiretin varlığı iki şekilde ispat edilebilir:

Birincisi: Eğer ahiret gelmezse, şu göz önündeki bütün icraatların israfa ve abesiyete inkılap edecek olması.

İkincisi: Rububiyette hâkim bir hikmetin, rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesi; bunun hikmetin bir iktizası olması yani hikmet-i hükümetin ahireti gerektirmesi.

Üstadımız bu Üçüncü Hakikatte hikmetin bu ikinci cihetini izah etmiş. Hikmetin birinci cihetinin ahireti iktizası ise Onuncu Hakikatte işlenmiş.

Bizler, hikmetin bu iki cihetinin de ahireti iktizasını bu makamda işleyecek, daha sonra da “Âdil” isminin ahireti iktizasına geçeceğiz. Konuyu iki başlıkta incelemek anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Şimdi, ism-i Hakîm’in ahireti iktizasına geçiyoruz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMET

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, boş ve abes bir işin yapılmamasıdır. Hikmetin zıttı israf ve abesiyettir.

Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp, her yerde nihayet derecede bir hikmet hükümfermadır. Şimdi, kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür edelim:

İnsanın bütün azalarında, kemik ve damarlarında, bedeninin hücrelerinde, her yerinde ve her cüzünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azasına bir ağacın meyveleri kadar hikmetler ve faydalar takılmıştır. Bu hâl ispat eder ki şu âlemde nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülmektedir.

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması ispat eder ki nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, bir çiçeğin programını küçücük tohumunda dercetmek; bir ağacın amel sahifelerini, tarihçe-i hayatını ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte kader kalemiyle yazmak elbette nihayetsiz bir hikmetle iş görüldüğünü ispat eder.

Hem her şeyin yaratılışında güzel bir sanatın bulunması nihayet derecede bir hikmeti gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin aynalarını cemetmek elbette nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.

Eşyadaki hikmet üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir. Çünkü yaratılan her mahluk, vücudu ile bu hikmetin varlığına şehadet etmektedir. Bizler bu makamda sadece bir sivrisineğe bakacağız. Aslında sivrisineğin vücudundaki hikmetle ilgili de özel bir kitap yazılabilir ve yazılmıştır da. Bizler hikmeti bir parça da olsa tefekkür edebilmek için sadece sineğin bir iki özelliğinden bahsedeceğiz:

Sivrisinek son derece hassas ısı algılayıcılarıyla donatılmıştır. Binde birlik bir sıcaklık değişimini dahi hissedebilir. Bu algılama ışığa bağlı olmadığından dolayı karanlık bir odada bile kan damarını bulabilir.

Kan damarını buldu mu ilk önce hortumcukları vasıtasıyla noktayı seçer. Deriyi ise sanıldığı gibi basınçla değil, üst çene ve dişlerinin bulunduğu alt çenesi ile yarar. Testere gibi ileri geri hareketlerle deriyi keser ve açılan yarıktan iğnesini kan damarına sokar. Şırıngaya benzeyen iğnesi ise bir kılıfla korunmuştur. Kan emme sırasında bu kılıf iğneden sıyrılır.

Burada büyük bir problem vardır ki o da kanın pıhtılaşmasıdır. Zira insan vücudu -yine bir hikmetten dolayı- akan kanı pıhtılaştırma özelliğine sahiptir. Bu sayede, bir yeri kanayan insan kan kaybından ölmez ve akan kan bir müddet sonra pıhtılaşarak durur.

Eğer sinek kanı emerken kan pıhtılaşırsa sinek beslenemez. Sivrisinek bunun da önlemini almıştır. Kandaki pıhtılaşmayı önleyecek bir sıvıyı damardan açtığı deliğe bırakır ve bu sıvı kanın pıhtılaşmasını önler. İşte kaşıntıya sebep olan da bu enzimdir.

En hakir gördüğümüz sinek dahi böyle hikmetle yaratılmış ve hikmetli azalarla donatılmıştır. Herhâlde kâinattaki hikmeti hiçbir akıl sahibi inkâr edemez ve ilim sahibi reddedemez.

İKİNCİ BASAMAK: BU HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?

— Bu hikmetli faaliyetlerin faili olan hakîm zat kimdir?

— Şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmeyen kimdir?

— Eşyaya bu menfaatleri kim takmış?

— İnsanın azalarından tutun semanın yıldızlarına kadar, her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş?

Bu sorulara verilebilecek tek cevap Allah’tır.

Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet tesadüfle izah edilebilir mi?

Evet, yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek bir şey yoktur.

Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip etmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. Bu durum da ispat eder ki perde arkasında hikmet sahibi bir Zat var ve bu eşyayı hikmetle icat eden O’dur.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: HAKÎM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Farz edelim ki büyük bir şeker fabrikanız var. Tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz.

— Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker misiniz?

Elbette dökmezsiniz. Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla; şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek, sizin mezkûr fiilleriniz şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masrafla kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.

— Bir sinek kanadını bile onlarca hikmetle donatan Allahu Teâlâ, hiç mümkün müdür ki ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin?

Hâşâ ve kellâ! Eğer müsaade edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece ehemmiyet vermezdi. Demek ahireti inkâr etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemde gözüken hikmeti zıddına inkılâp ettirmektir.

Göz önündeki şu hikmetin şehadetiyle nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Hakîm-i Zülcemal ise böyle bir hikmetsizlikten münezzeh ve müberradır.

— Acaba hiç mümkün müdür ki Allahu Teâlâ, her bir eşyayı hikmetle yaratarak nihayetsiz hakîm olduğunu göstersin; sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu olan ve hikmeti hikmet yapan ahireti getirmeyip bütün işlerini abesiyet ve israf derecesine düşürsün?

— Ve kendini o zata benzetsin ki: O zat öyle bir saray yapar ki her taşında binler nakışlar, her tarafında binler ziynetler ve her odasında binler kıymettar cevherler bulunur; sonra o saraya dam yapmaz, her şey çürür, beyhude bozulur?

Hâşâ ve kellâ!..

Eğer ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli faaliyetin hiçbir kıymeti yoktur.

— Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allahu Teâlâ insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yüklesin; sonra ona sadece bir saç hükmünde olan bir ücret-i dünyeviye vermekle hikmetine bütün bütün zıt olan manasız bir iş yapsın?

Hayır, akıl bunu kabul etmez. Tabii o akıl, akıl ola…

Cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi bir zat abes iş yapmaz. Allahu Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa bütün işlerini abesiyete inkılap ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.

Ahiretin gelmemesi, âdeta küçük bir taşa büyük bir dağ kadar hikmetler ve gayeler takmaya; büyük bir dağa ise küçük bir taş kadar cüzi bir gaye takmaya benzer ki bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.

İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:

İnsandaki zahirî ve bâtıni duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatıyla hatta cennetle bile değişmez.

Mesela bize şöyle dense:

— Aklını ver, sana cenneti vereceğiz.

— Hafıza kuvvetini ver, cennete gir.

Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıyız?

Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennet neye yarar?

O hâlde diyebiliriz ki: Bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

Bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı sadece bu dünyanın cüzi meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetlerle donatılmış cihazat, sadece şu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan Zatı inkâr etmekle mümkündür. Bu durumda da hikmetle yaratılmış her bir eşya parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki:

— Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi olan Sânii sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle büyük bir cinayet işliyor ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki: “Şu âlemde her şey boştur ve abestir.” Bu sözünle Allah’ın hikmetine ilişiyor ve Allah’ı israf etmekle itham ediyorsun. Allah senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle hakîmdir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.

Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:

Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz, hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değil; bu denizden çok daha büyük başka bir denizin balığıdır.

Aynen bunun gibi, insanın istidatları da bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insana küçük gelmektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize namzettir ki o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek, terazilerin tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler, sadece bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.

Hikmetin ahireti iktiza etmesinin bir başka yönü de şudur: (Üçüncü Hakikatte Üstadımız sadece bu manayı kastetmiştir. Bizler Onuncu Hakikatten istifade ederek mütalaayı biraz geniş tuttuk.)

Rububiyetinde ve idaresinde nihayet derece hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmeyi ve onlara ikram etmeyi iktiza eder. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.

Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz, hikmet delilini maddeleyerek meseleyi biraz daha kavrayalım:

1. Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey yoktur. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her fen bu hikmetin şahididir.

2. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip etmesi ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratması mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki perde arkasında hikmet sahibi bir Zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

3. Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini biraz önce verdik. Daha iyi anlaşılabilmesi için bir misal ile tekit edeceğiz:

— Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağaca koyunların ilişmesine müsaade eder miydiniz?

Elbette etmezdiniz. Zira eğer edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı böyle hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir.

Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde olan bir ağaç hükmündedir. Hatta -önceden bahsettiğimiz gibi- insanın yaprağı hükmünde olan aza ve cihazlar değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak bu insan ağacının kurtlara yem olmasına, bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.

4. Rububiyetinde ve idaresinde nihayet derecede hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeyi iktiza eder. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunur. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur. Demek başka bir âleme bırakılmıştır.

5. Ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmekle mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her şeyi kuşatan hikmeti inkâr etmekle mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Aklını çıkarıp atan da zaten bizim muhatabımız değildir.

Şimdi, ism-i Âdil’in ahireti iktizasına geçiyoruz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN ADALET

Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adaletin zıttı zulümdür.

Şimdi, şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki:

Bütün mahlukatın erzak ve teçhizatı layık-ı veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahluk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, kartala da sinek kanadı takılmıyor. Mahlukatın hangi cihazlara ihtiyacı varsa o cihazlar ile donatılıyor. Bizlerin basit ve hakir gördüğü mahlukların bile hukuku bu cihette muhafaza ediliyor. Bir sineğin ya da bir böceğin vücudunu incelediğinizde sözümüzü tasdik edeceksiniz.

Her bir varlığa hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını vermek nihayetsiz bir adaletle iş görüldüğünü ispat eder.

Mesela sineğe 5.000 petekli bir gözün verilmesi bu adaletin neticesidir; balığa yüzgeç, kuşa kanat takılması bu adaletin neticesidir; file hortum, deveye hörgüç verilmesi bu adaletin neticesidir.

Sözün özü: Her mahluka hayatının devamı için cihazlar verilmesi bu adaletin bir cilvesidir.

Şimdi de adaletin başka bir veçhine bakalım:

Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zalimlerden almaktır. Adaletin bu manasıyla da tarih sayfaları zalimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zalimlere Âdil ismi ile semavi tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.

Ancak üçüncü başlıkta da izah edileceği gibi, dünya bu adaletin tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adaletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır. Zaten Âdil ismiyle ahirete kapı açarken adaletin bu cihetinin hakkıyla bu dünyada gözükmemesi delil yapılacaktır.

Ancak şu kadar deriz ki: Halk arasında zalimler için sıklıkla kullanılan “Etti de buldu.” sözü zalimlerin her vakit semavi tokatlara maruz ve muhatap olduklarına delildir. Zalimlere gelen bir tokat dahi perde arkasında bir Âdil-i Mutlak’ın olduğunu ispat eder. Böyle binler tokat ise o zatın varlığını güneş gibi gösterir ve inkâra bir yol bırakmaz.

Adaletin bir diğer veçhi de şudur:

Âlemdeki dengenin muhafaza edilerek diğer canlıların haklarının korunması adaletin bir tecellisidir. Mesela sadece ıstakoz bir yılda yedi milyon yumurta yumurtlamaktadır. Bu yumurtaların hepsi ıstakoz olsaydı, denizler ıstakozla dolar ve başka hayvanların yaşaması mümkün olmazdı. Bazı engellerle ıstakozun çoğalmasının önüne geçilmiş ve diğer canlıların hakları korunmuştur. İşte bu, adaletin bir tecellisidir.

İKİNCİ BASAMAK: BU ADALETİN SAHİBİ KİMDİR?

Şimdi soruyoruz:

— Bir sineğin dahi hakk-ı hayatını muhafaza ederek hayatının devamı için onu aza ve cihazlarla teçhiz eden kimdir?

— Kim bütün mahlukları hikmetli cihazlarla donatarak hakk-ı hayatlarını koruyor?

— Kim o cihazları en uygun yerlere yerleştiriyor?

— Kim onlara hikmetli vücutları ve maslahatlı suretleri veriyor?

— Kim şu âlemdeki dengeyi muhafaza ediyor?

Sözün özü: Göz önündeki şu adaletin sahibi olan Âdil zat kimdir?

Elbette Allah’tır ve bu tecelliler Onun adaletinin bir cilvesidir.

Yine soralım:

— Âlemdeki bu dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?

— Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?

— Varlıkların kâinatı istila etme meylini durduran ve onların âlemi istila etmesine mâni olan adalet sahibi zat kimdir?

Elbette Allah’tır! Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve O’nun Âdil ismine güneş gibi bir delildir.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: ÂDİL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

— Acaba hiç mümkün müdür ki böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adalet, insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adaletini hiçe indirsin?

Bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir!

O hâlde madem insanın hukukunu muhafaza edecek ve adaletini hiçe indirmeyecek, elbette bunun için bir mahkeme-i kübrayı kurmalı ve bir adalet diyarını açmalıdır. Zira şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, o büyük adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Şu fâni ve geçici dünya, böyle bir adalete mazhariyetten çok uzaktır. Bu dünyada zalim izzetle, mazlum ise zilletle yaşayıp gidiyor.

Hâlbuki hakiki adalet ister ki mazlumun hakkı zalimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nispetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür.

Madem dünya var ve dünya içinde bir adalet var, elbette dünyanın vücudu gibi kati olarak ahiret de var ve oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek için, dünyada gözüken adaleti inkâr etmek gerekir. Şu göz önündeki adaleti inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez.

Şimdi, adalet delilini maddeleyerek meseleyi biraz daha kavrayalım:

1. Şu âlemde nihayet derecede bir adalet hükmetmektedir. Yaratılan her varlığa hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek, dengeyi muhafaza etmek, her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek ve zalimleri semavi tokatlarla tokatlamak nihayetsiz bir adaletle iş görüldüğünü ispat eder.

2. Fiiller failsiz ve isimler müsemmasız olamayacağına göre, göz önündeki şu adaletin de “Âdil” ismiyle müsemma bir faili olmalıdır. Bu fail de ancak ve ancak Allahu Teâlâ’dır.

3. Madem Allahu Teâlâ nihayetsiz bir adaletin sahibidir ve her işinde nihayetsiz adaletle iş görmektedir, o hâlde elbette bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı olmalıdır. Zira şu fâni dünya o adaletin hakikatine mazhar olmaktan âcizdir. Mesela yüz kişiyi öldüren bir zalimden bu dünyada nasıl hak alınabilir? En fazla onu bir kere öldürebilirsiniz ki bu da ancak öldürülen bir masumun kısası olabilir. Peki, diğer mazlumların hakkı ne olacak? Eğer ahiret gelmezse insanın hukuku muhafaza edilmemiş olur ki nihayetsiz bir adaletin sahibi olan Allahu Teâlâ buna asla müsaade etmez.

4. Hem şu dünyanın gidişatına bakılsa görülür ki: Zalim izzetle ve mazlum zilletle yaşıyor ve her ikisi de aynı şekilde ölüp gidiyor. Eğer ahiret gelmez ve zalimin yaptığı yanına kâr kalırsa, bu, mazlumlara nihayetsiz bir zulüm olur. Allahu Teâlâ ise böyle bir zulümden nihayet derecede münezzeh ve mukaddestir.

5. Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve O’nun Âdil ismini inkâr etmekle mümkündür. Allah’ı ve Âdil ismini inkâr etmek ise göz önünde tecelli eden şu adaleti inkâr etmekle mümkündür. Adaleti inkâr etmek içinse ya manen kör olmalı ya da aklı baştan atarak bir akılsız olmalı. Bunlar da bizim muhatabımız değildir.

6. Şunu da ilave etmek isteriz ki: Bu dünyada adaletin hakkıyla gözükememesinin sebebi imtihan sırrıdır. İmtihan sırrından dolayı Allahu Teâlâ -razı olmamasına rağmen- zulümlere müsaade etmektedir. Zira müsaade etmezse imtihanın sırrı bozulur ve bu dünyanın kurulmasının hikmeti kaybolur. Bu, insanlarda da hayvanlarda da böyledir. İmtihan sırrından dolayı birçok zulümlere müsaade edilmekte ve hak sahiplerinin hakları ahirete bırakılmaktadır.

Evet, bir gün gelecek, zalim zulmünün cezasını, mazlum da zilletinin mükâfatını görecek. Hatta boynuzsuz koyun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacak. Âmennâ ve saddeknâ.

Üçüncü Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Üçüncü Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz 7 madde var:

1. Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal: Rububiyet: Allahu Teâlâ’nın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır. (Rububiyetin daha geniş izahını önceki derslerde yapmıştık.)

Rububiyetin saltanatı ise bu rububiyetin âlemin her köşesinde gözükmesi ve zerre miskal bir eşyanın bu rububiyetin haricinde kalmamasıdır. Zaten tek bir zerre bu kabza-i rububiyetten ayrılsa şirk vukua gelir. Tevhid, rububiyet-i İlahiyenin bütün eşyayı ihata etmesiyle mümkündür. (Saltanat-ı rububiyetin daha geniş mütalaasını Birinci Hakikatte yapmıştık. Dileyenler aynı mütalaayı okuyabilir.)

Üstad Hazretleri bu makamda, saltanat-ı rububiyetteki dört şeye dikkat çekti: Hikmet, intizam, adalet ve mizan. Bunların manası açık olduğundan izahına girişmiyoruz.

Bu dört hakikat zerrelerden güneşlere kadar her şeyi kuşatmış; her hadise ve her eşya bu hakikatlere havi bir şekilde vücuda gelmiş.

2. Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden müminleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dib etmesin: Nasıl ki insan bazen bir beşer sultanına iltica eder; sultan da -eğer hakiki sultansa- onu himaye edip muhafaza eder. Bu sayede saltanatının haşmetini izhar edip, izzetini muhafaza eder.

Aynen bunun gibi, Allahu Teâlâ da rububiyetinin cenah-ı himayesine iltica eden, kendisine sığınan ve kendisinden yardım bekleyen kullarına -bahusus hikmet ve adaletle muamelesine mukabil, iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden mümin kullarına- taltif etmek ister. Yine o hikmet ve adalete küfür ve isyanla mukabele edenlere azap etmek ister. Ta rububiyetinin haşmeti gözüksün ve izzeti muhafaza edilsin. Bu da ahiretin vücudunu iktiza eder.

3. Şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir: Bu cümlede üç madde ve bir netice var:

1. İnsan bedeninin bütün kâinatın fihristesi olması.

2. Hazain-i rahmetin anahtarlarını taşıması.

3. Esmâ-i İlahiyenin âyinelerine havi olması.

Netice: Bütün bunlar nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.

İlk önce, insan bedeninin bütün kâinatın fihristesi olması meselesini mütalaa edelim:

Kâinatta ne varsa küçük bir numunesi insanda vardır:

– Yeryüzünün dörtte üçü sudur. İnsan vücudunun da dörtte üçü sudur.

– Toprakta demir, bakır, çinko, fosfor gibi elementler var. Bedenimizde de bu elementlerin hepsi mevcut.

– Yeryüzünde dağlar, toprak var. Buna mukabil bizde kemikler ve et var.

– Yeryüzünde nehirler var. Buna mukabil bizde kılcal damarlar var.

– Yeryüzünde ormanlar var. Buna mukabil bizde saç ve kıllar var.

– Âlemde itme ve çekme kuvveti var. Bizde dâfia ve cazibe kuvveti var.

– Yeryüzünde kasırgalar, fırtınalar var. Bizde öfke var.

– Yeryüzünde bahar var, bizde neşe.

– Âlemde şeytan var, bizde nefis ve lümme-i şeytaniye.

– Âlemde melek var, bizde ilhamlar.

– Âlemde levh-i mahfuz var, bizde hafıza kuvveti.

– Âlemde Arş var, bizde kalp.

– Âlemde Kürsî var, bizde akıl.

– Âlemde misal âlemi var, bizde hayal kuvveti…

Sözün özü: Şu kitab-ı kâinatın fihristi hükmünde olan insanda, kitab-ı kâinatın ekser mesaili yazılmış ve insan bu kitabın bir fihristi olmuştur.

Şimdi, ikinci madde olan, insanın hazain-i rahmetin anahtarlarını taşımasını mütalaa edelim:

– Dil bir anahtardır. Hazain-i rahmetten taamlar hazinesini açar.

– Kulak bir anahtardır. Hazain-i rahmetten sesler hazinesini açar.

– Burun bir anahtardır. Hazain-i rahmetten kokular hazinesini açar.

– Göz bir anahtardır. Hazain-i rahmetten görüntüler hazinesini açar.

– Akıl bir anahtardır. Hazain-i rahmetten marifetullah hazinesini açar.

– Muhabbet bir anahtardır. Hazain-i rahmetten muhabbetullah hazinesini açar.

Bunlar gibi, insanın her bir uzvu ve latifesi birer anahtar olup, Allah’ın rahmet hazinelerinden bir hazineyi açmaktadır.

Şimdi, üçüncü madde olan, esmâ-i İlahiyenin âyinelerinin insana dercedilmesini mütalaa edelim:

İnsanın her bir uzvu ve latifesi bir esma-i İlahiyenin âyinesidir. Mesela yüzü Musavvir isminin, dili Rezzak isminin, imanı Mümin isminin, kalbi Rahim isminin, aklı Fettah isminin bir âyinesidir ve hakeza. Elbette yüzde tecelli eden Musavvir ismi, elde de tecelli eder. Yine dilde tecelli eden Rezzak ismi, gözde de tecelli eder.

İnsan: Esma-i İlahiyenin küçük küçük binlerce aynasına havi olan büyük bir âyine-i esmâ-i İlahiyedir.

Mütalaasını yaptığımız üç maddenin neticesi de şudur: Bütün bunlar nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.

4. İcraat-ı rububiyette hâkim bir hikmet, o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin: Bu cümlenin manasını ikinci maddede bir parça mütalaa etmiştik. Önemine binaen farklı bir şekilde tekrar mütalaa edelim:

Âciz bir insana zalimlerin saldırdığını görseniz -eğer gücünüz yetiyorsa- ona yardım etmek ve zalimlerden kurtarmak istersiniz. Hatta değil bir insan, mesela köpeklerin bir kediye saldırdığını görseniz, kediye yardım etmek ve köpeklerin şerrinden onu kurtarmak istersiniz. Hele bir de kedi size sığınsa ve gözlerinize bakıp yardım dilese, hayatınızı tehlikeye atıp onu kurtarmaya çalışırsınız.

— Acaba âciz bir insan, mazluma böyle yardım etmek isteyip hayatını bu yolda tehlikeye atarsa; icraat-ı rububiyette hâkim olan bir hikmet ne yapar?

Hem bu rububiyetin kanadına iltica edenler, o rububiyetin sahibine iman ve itaat ediyorlar. Rububiyetin sahibinin de nihayetsiz bir kudreti ve hâkimiyeti var.

Böyle âdil ve hâkim olan bir rububiyet, elbette kendisine iltica edenlere, iman ve itaatle mukabele edenlere taltif etmek isteyecektir. Bu, hikmet-i rububiyetin olmazsa olmaz şartıdır.

5. İstidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye daimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor: Dua iki kısma ayrılır:

Birincisi: Dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denir.

İkincisi: Hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denir. Lisan-ı hâlle yapılan dualar da üçe ayrılır:

1. Lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması lisan-ı ihtiyaçla yapılan bir duadır. Çiftçi o hâliyle ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı hâlî dualar lisan-ı ihtiyaçla yapılan dualardır.

2. Lisan-ı istidat ile yapılan dualar: Bu dualar kabiliyetin lisan-ı hâliyle yapılan dualardır. Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar lisan-ı istidat ile yapılan dualara misaldir.

3. Lisan-ı ızdırar ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanıyla yapılan dualardır. Bu durumda kişi âdeta hâli ile Allah’a yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.

Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl.

Lisan-ı hâl de kendi içinde üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.

Ancak şunu da belirtelim ki: Yapılan bütün dualar hikmet-i İlahiye sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda yedi milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-ı istidat ile Allah’a dua edip ıstakoz olmak istiyor. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakozla dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi olacaktı. Diğer hayat sahiplerinin haklarının korunması ve zayi olmaması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul edilmektedir.

Üstad Hazretlerinin dualara icabeti zikretmesi, Allah’ın adaletini ve hikmetini ispat sadedindedir. Meseleye ism-i Mûcib canibinden değil, ism-i Adl ve Hâkim canibinden bakmalısınız. Dualara icabetin ism-i Mûcib canibinden tahlili Beşinci Hakikatte yapılmıştır.

6. Ekser küfür ve dalalet, istib’addan ileri gelir: Kâfir, Allah’ın yokluğuna dair bir delil bulmuş da küfrünü bu delil üzerine bina etmiş değildir. Küfür delilden değil, istib’addan ileri gelir:

İstib’ad: Akıldan uzak görme, ihtimal vermeme, mümkün görmeme, olmasını uzak sayma manalarındadır.

Kâfir, şu âlemin tek bir zat tarafından idaresini aklına sığıştıramamakta, bunu akıldan uzak görmekte ve bu sebeple Allah’ı inkâr etmektedir. Hâlbuki kendi küfrünün iç yüzüne bir baksa ve Allah’ı inkâr ettiğinde neleri kabul etmek zorunda olduğunu bir bilse, küfründen utanıp Allah’a firar eder.

7. Hikmet-i hükümet ise saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister: Surette geçen bu cümle üzerinde de biraz duralım:

Şöyle bir hükümet hayal ediyoruz: Hırsızlar, ahalisinin malını çalıyor. Caniler ahaliyi katlediyor. Zalimler her yerde mazlumlara saldırıyor. Hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok…

Bunu görsek şöyle deriz: Bu nasıl bir hükümet!.. Hükümetin hikmeti ahaliyi himaye etmeyi iktiza eder. Bu ahali bu hükümete sığınmış ama hükümet onları korumuyor, zalimlerin eline terk etmiş onlarla ilgilenmiyor. Bu hükümetin hikmeti yok olmuş, adaleti kaybolmuş. Hatta varlık sebebi olan, kendisine sığınanları korumak dahi sönüp gitmiş…

Evet, hikmet-i hükümet yani hükümetin hikmeti ve varlık sebebi, kendi raiyetini muhafaza etmek ve saltanatının cenah-ı himayesine iltica eden mültecilere taltif etmektir.

En basit hükümetler dahi hükümetlerinin hikmetini muhafaza için bunu yaparken, Allahu Teâlâ iman ve itaatle kendisine sığınanları muhafaza etmese, onlara taltif edip onları korumasa saltanat-ı rububiyetin hikmeti yok olmaz mı?

Üçüncü Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Üçüncü Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız Üçüncü Hakikati kolayca anlayabilirsiniz. Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Bizler, kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki (Haşiye) zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal… rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden müminleri taltif etmesin… ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dib etmesin?.. Hâlbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete layık binden biri insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan… ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar… Demek bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor.

(Cenah-ı himaye: Koruma kanadı / Tevfik-i hareket: Uygun hareket / Te’dib: Edeplendirme, cezalandırma / Mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme / Saadet-i uzma: En büyük saadet)

Evet, görünüyor ki şu âlemde tasarruf eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona burhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faydalara riayet etmesidir… Görmüyor musun ki insanda bütün aza, kemikler ve damarlarda… hatta bedenin hüceyratında… her yerinde, her cüzünde… faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi… hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması… gösteriyor ki nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

(Burhan: Delil / Maslahat: Menfaat)

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor… Evet, güzel bir çiçeğin dakik programını, küçücük bir tohumunda dercetmek… büyük bir ağacın sahife-i a’malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak… nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

(Dakik: İnce / Dercetmek: Yerleştirmek / Sahife-i a’mal: Amellerin yazıldığı sayfalar / Fihriste-i cihazat: Cihazların listesi)

Hem her şeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü sanat bulunması, nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir… Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini… bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını… bütün esmalarının âyinelerini dercetmek… nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.

(Hilkat: Yaratılış / Hüsn-ü sanat: Güzel sanat / Hakîm: Hikmetli / Sâni: Sanatkâr)

Şimdi hiç mümkün müdür ki şöyle icraat-ı rububiyette hâkim bir hikmet, o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?

Hem adalet ve mizan ile iş görüldüğüne burhan mı istersin? Her şeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek… suret giydirmek… yerli yerine koymak… nihayetsiz bir adalet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.

(Mizan: Ölçü)

Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek… yani vücudunun bütün levazımatını… bekasının bütün cihazatını en münasip bir tarzda vermek… nihayetsiz bir adalet elini gösterir.

(İstidat: Kabiliyet / Levazımat: Lüzumlu maddeler)

Hem istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye daimi cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

Şimdi hiç mümkün müdür ki böyle en küçük bir mahlukun en küçük bir hacetinin imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hacetini mühmel bıraksın? En büyük istimdadını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin haşmetini, ibadının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin?

(Mühmel: İhmal edilmiş / İstimdat: Yardım dileme)

Hâlbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor. Zira hakiki adalet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün.

Madem şu fâni geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır. Elbette âdil olan o Zat-ı Celil-i Zülcemal’in ve hakîm olan o Zat-ı Cemil-i Zülcelal’in daimi bir cehennemi ve ebedî bir cenneti bulunacaktır. (10. Söz)

Haşiye: Evet, “Hiç mümkün müdür ki” şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünkü mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet, istib’addan ileri gelir. Yani akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz’ünde kat’iyen gösterilmiştir ki hakiki istib’ad… hakiki muhaliyet… ve akıldan uzaklık… ve hakiki suubet… hatta imtina derecesinde müşkülat… küfür yolundadır ve dalaletin mesleğindedir. Ve hakiki imkân… ve hakiki makuliyet… hatta vücub derecesinde suhulet… iman yolundadır ve İslamiyet caddesindedir. Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tabir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.

(Ekser: Çoğunlukla / İstib’ad: Akıldan uzak görme / Muhaliyet: İmkânsızlık / Suubet: Güçlük, zorluk / İmtina: İmkânsızlık / Vücub: Vacip ve lazım olma / Suhulet: Kolaylık)

Şimdi Üçüncü Sureti okuyacağız. Üçüncü Suret, Üçüncü Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Üçüncü Hakikati anlayan Üçüncü Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.

ÜÇÜNCÜ SURET

Bak, ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakiki bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Hâlbuki hikmet-i hükümet ise saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise raiyetin hukukunun muhafazasını ister; ta hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.

Hâlbuki şu yerlerde o hikmete, o adalete layık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

(Cenah-ı himaye: Koruma kanadı / Taltif: İltifat etmek, ödüllendirmek / Raiyet: Halk)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin