a
Ana SayfaOnuncu Söz25. Dokuzuncu Hakikat: Bab-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyi ve Mümit’in cilvesidir.

25. Dokuzuncu Hakikat: Bab-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyi ve Mümit’in cilvesidir.

DOKUZUNCU HAKİKAT – ONUNCU SURET

Üstad Hazretleri Dokuzuncu Hakikatte ahiretin varlığına farklı pencereler açıyor. Bunlar:

1. Muhyi isminin tecellisini gösterip ahiretin icadındaki suhuleti ispat ediyor.

2. Allah’ın ahireti vadettiğini ve vaadinden dönmenin Allah için muhal olduğunu beyanla ahireti ispat ediyor.

3. Allah’ın azamet-i rububiyetinin ahireti iktiza ettiğini nazara veriyor.

4. Allah’ın insana ehemmiyet verdiğini ispat edip, bu ehemmiyeti ahiretin varlığına delil yapıyor.

5. Allah’ın ilmindeki sonsuzluğu bir misalle gösterip bunu ahiretin varlığına delil yapıyor.

6. Allah’ın kudretindeki sonsuzluğu iki misalle gösterip bunu ahiretin varlığına delil yapıyor.

7. Haşrin numunelerini sayıp bunları ahiretin varlığına delil yapıyor.

8. Enbiyanın ve evliyanın haberlerini ahiretin varlığına delil yapıyor.

9. Küfrün büyük bir cinayet olduğunu ve affının mümkün olmadığını beyanla ahiretin gelmesi gerektiğini ispat ediyor.

Bütün bu maddeleri de birbiri içinde işliyor; ondan buna, bundan ona geçiyor.

Bizler bu maddelerin birçoğunu önceki derslerde mütalaa etmiştik. Herhâlde Üstadımızın buradaki tekrarı tekit içindir.

Bizler bu dersimizde sadece Muhyi ismi ile açılan pencereyi mütalaa edeceğiz. Diğer maddeleri kendi Suret ve Hakikatlerine havale ediyoruz.

Haşir meselesi, akıldan uzak görülecek ve emsali olmayan bir mesele değildir. Zira Allahu Teâlâ her vakit haşrin ve neşrin yüzlerce misalini göstermektedir. İşte bazıları:

1. Kışın ölen mahlukat baharda kısmen aynen ve kısmen mislen yaratılır.

2. Her gün, gecenin gelmesiyle öldürülür ve ertesi sabah tekrar yaratılır.

3. Uyku ile insanlar öldürülür, sabah tekrar diriltilerek neşredilir.

4. Bulutlar semada toplanır, sonra dağıtılır ve sonra tekrar bir araya getirilerek haşrin numuneleri gösterilir.

5. Kışın ölen ağaçlar baharda cennet hurileri tarzında süslenir ve onlara hayat verilir.

6. Bazı hayvanlar kış boyunca uyutulur yani bir nevi öldürülür, sonra bahar geldiğinde tekrar diriltilir.

7. Hatta hayalen kendimizi bin sene evvel farz etsek, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbiriyle karşılaştırsak; asırlar, günler adedince haşrin ve kıyametin misallerini ve numunelerini görebiliriz.

Hiç mümkün müdür ki:

– Allahu Teâlâ, kışın ölmüş ve kurumuş koca arzı bahar mevsiminde ihya etsin,

– O ihya içinde, her biri insanın haşri gibi acip, üç yüz binden fazla mahlukat nevilerini haşr ve neşredip kudretini göstersin,

– Bahar mevsiminin nihayet derecedeki karışıklığı içinde, tam bir imtiyaz ve tefrik ile mahlukatını yaratıp ilminin ihatasını göstersin,

– Ve sonra o Zat-ı Zülcelal haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri öldükten sonra ihya etmesin veya edemesin, mahkeme-i kübrayı açmasın ve açamasın, cennet ve cehennemi yaratamasın?

Hâşâ ve kellâ!

Meseleyi biraz tefekkür edelim:

Gözümüzle görüyoruz ki şu âlemin sahibi olan Zat-ı Zülcelal her asırda, her senede hatta her günde bu dar ve fâni zemin yüzünde, öldükten sonra dirilmenin pek çok emsalini ve numunelerini icat ediyor.

Mesela bahar mevsiminde görüyoruz ki beş-altı gün zarfında, hayvanat ve nebatattan üç yüz binden fazla nev tekrar diriltiliyor; kışın ölen mahlukata tekrar hayat veriliyor. Bütün ağaçların ve otların kökleri ve bir kısım hayvanlar aynen ihya edilip iade ediliyor. Bir kısmı ise neredeyse ayniyet derecesinde bir misliyetle icat ediliyor. Yaratılan bu varlıklar neredeyse bir önceki kışta ölen emsallerinin aynısı oluyor.

Madde cihetiyle farkları pek az olan tohumcuklar, birbirleriyle ve toprak ile o kadar karışmışken, tam bir imtiyaz ve şahsiyet ile yaratılıyor. Hem o kadar süratle birlikte, tam bir kolaylıkla, intizam ve denge içinde, altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Ve bu ihya yeryüzünün her yerinde, aynı anda cereyan ediyor. Hiçbiri diğerine karıştırılmıyor, hiçbirinin aza ve cihazları unutulmuyor.

— Acaba hiç mümkün müdür ki bu işleri yapan Zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı bir tek emri ile yaratamasın, insanı bir sayha ile haşredemesin?

Üstadımız bu hakikate şu misaller dürbünüyle baktırıyor:

Acaba mucizekâr bir kâtip bulunsa; harfleri bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sayfada; karıştırmaksızın, hatasız, kusursuz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazsa. Sonra birisi dese ki:

— Şu kâtip -kendi yazdığı- senin suya düşmüş olan kitabını yeniden bir dakika zarfında hafızasından yazacak.

Sen diyebilir misin ki:

— Yapamaz ve inanmam.

Elbette diyemezsin! Zira üç yüz bin kitabı tek bir sayfada yazabilen bir zata, senin suya düşmüş kitabını yazmak çok kolaydır. Zaten suya düşmüş kitabını da evvelce o yazmıştır. Yani kitabının bütün yazıları onun ezberindedir.

Aynen bu misal gibi, şu yeryüzü de bir sayfadır. Her nevi bir kitap kabul etsek, bahar mevsiminde üç yüz bin nev yaratılmakta yani bir sayfada üç yüz bin kitap yazılmaktadır. Bu yazımda hiçbir kitap diğeri ile karıştırılmamakta; hiçbir hata, hiçbir kusur ve hiçbir karışıklık gözükmemektedir.

— Acaba hiç mümkün müdür ki bahar sayfasında üç yüz bin kitabı karıştırmaksızın yazabilen bir Zat, bizim suya düşmüş olan kitabımızı tekrar yazamasın? Hâlbuki bu kitabı da daha önce O yazmıştı.

— Acaba tek bir sayfada yazılan üç yüz bin kitabı gözle gördükten sonra, kendi hayat kitabımızın bir daha yazılacağından şüphe etmek akıl kârı mıdır?

Diğer misal:

Bir sultan-ı mucizekârın hadsiz bir kudreti vardır. Kudretini göstermek için bir işaretiyle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder ve denizi karaya çevirir. Biz bunu görsek…

Sonra bu sultan bizi ziyafetine davet etse de bir taş yolumuzu kapamış olsa. Sonra biri dese:

— O zat, bir işaretiyle o taşı kaldıracak veya dağıtacak, misafirlerini yolda bırakmayacak.

Sen diyebilir misin ki:

— Kaldıramaz ve inanmam.

Elbette diyemezsin! Zira bir işaretiyle dağları kaldırabilen bir zata, küçücük bir kayayı kaldırmak ve misafirlerinin yolundan çekmek çok kolay bir iştir.

Aynen bu misal gibi, Allahu Teâlâ da ehl-i imanı, ziyafetgâhı olan cennete davet etmektedir. Dünya ise bu yolu kapayan bir taş hükmündedir ki kıyametin kopmasıyla önümüzden kalkacak ve ahalisi ahiret diyarına geçecektir.

— Yıldızları sapan taşı gibi çeviren bir Kadir-i Zülcelal’e, dünya taşını kaldırmak ve misafirlerinin önünden çekmek zor mudur?

Elbette değildir!

Diğer bir misal:

Bir zatın sadece bir günde büyük bir orduyu teşkil ettiğini görsek… Sonra biri dese:

— O zat bir boru sesiyle, fertleri istirahat için dağılmış olan taburları toplayacak.

Sen desen ki:

— İnanmam, toplayamaz.

Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın!

Aynen bu misal gibi, her bir insan bir taburdur. Atom ve zerreler ise bu taburun askerleridir. Bu taburun kumandanı olan Cenab-ı Hak atom ve zerreleri bir araya getirerek insanı yaratmıştır. Elbette bu taburu yoktan yaratan Zat, ölüm ile istirahata çekilen, bu taburun askerleri hükmündeki zerreleri bir boru sesiyle toplayacak ve insan taburunu tekrar teşkil edecektir.

— Acaba bahar mevsiminde, üç yüz bin milletten oluşan büyük bir orduyu, kemal-i intizamla yoktan teşkil eden bir Zata, bir insanın vücudundaki zerreleri bir araya getirmek zor mudur?

Elbette değildir!

Kur’an-ı Hakîm bu hakikate şu ayetiyle şehadet eder:

فَانْظُرْ اِلٰى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ  Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine,  كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا  yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor!  اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى  Bunu yapan elbette ölüleri de diriltecektir.  وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ  Çünkü O, her şeye gücü yetendir. (Rum 50)

Şimdi, bu delili maddeleyerek toparlayalım:

1. Bahar mevsiminde yaratılan üç yüz bin nev -başka bir ifadeyle, bahar mevsimindeki üç yüz bin haşir ve neşir- perde arkasındaki bir Zatı, “Muhyi, Mûcid, Hâlık” isimleriyle bizlere tanıtır ve bildirir. (Üç yüz bin rakamı Üstad Hazretlerinin zamanına aittir. Şu andaki rakam milyonu geçmiştir.)

2. Tek bir bahar sayfasında üç yüz bin kitabı yazan Zata, bizim kitabımızı tekrar yazmak elbette zor gelmez. Zaten kitabımızı da evvelce O yazmıştır.

3. Haşri aklına sığıştıramayan kimse şu âleme dikkat ile baksa görür ki: Beşerin haşrinden daha acip haşir ve neşirler her vakit göz önünde cereyan etmektedir. Bir kısım misallerini başta zikrettiğimizden tekrarına gerek duymuyoruz.

Hülasa: Haşri inkâr eden bahar mevsimine baksın! Eğer nefsi bahardaki onca haşri ve neşri gördükten sonra hâlâ insanın haşrini inkâr ediyorsa artık kendi nefsine levmetsin!

Dokuzuncu Hakikatin genel mütalaasını tamamladık. Şimdi, Dokuzuncu Hakikatte geçen kavram ve ibarelerin izahını yapacağız. Üzerinde durmak istediğimiz 11 madde var:

1. (Bahardaki) o haşir ve neşir içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren: Küçük bir bahçeye baksanız, çiçek ve bitkilerin birbirine girdiğini görürsünüz. Bir papatya… Hemen onun yanı başında bir gül… Gülün neredeyse yapraklarına dolanmış bir zambak…

O bahçede onlarca çiçek ve onlarca bitki birbirine girmiş. Böyle bir karışıklık…

Bu karışıklık içinde tam bir imtiyaz ve tefrik var. Yani çiçek ve bitkilerin şekilleri farklı, renkleri farklı, elbiseleri farklı, kokuları farklı ve bütün hususiyetleri birbirinden tamamen farklı. Hiçbiri birbirine benzemiyor.

—Peki, aynı olan şey ne?

Toprakları aynı, güneşleri aynı, havaları aynı, suları aynı ve menşeleri olan tohum ve çekirdeklerin maddeleri aynı.

İşte bu ayniyet ve karışıklık içinde, birbirinden farklı hadsiz bitkiyi icat etmek… icat ederken birbiriyle karıştırmamak, mesela gül tohumundan papatya çıkarmamak, laleye sümbülün yaprağını takmamak… renklerini, kokularını, şekillerini ve elbiselerini tam bir imtiyazla yaratmak… hatasız ve yanlışsız icat edip her birine kendisine mahsus şekil ve sıfatları vermek öyle bir faaliyet-i acibedir ki bu işin faili ve bu icadın mucidi ancak ve ancak kudreti sonsuz, ilmi muhit ve bütün isim ve sıfatları nihayetsiz olan Allah olabilir; O’nun ihata-i ilmiyesini ve hadsiz kudretini gösterir.

2. Şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşan’ı, her asırda her senede her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve numunelerini ve işaratını icad ediyor: Başta zikrettiğimiz bu numuneleri tekrar edelim:

1. Kışın ölen mahlukat baharda kısmen aynen ve kısmen mislen yaratılır.

2. Her gün, gecenin gelmesiyle öldürülür ve ertesi sabah tekrar yaratılır.

3. Uyku ile insanlar öldürülür, sabah tekrar diriltilerek neşredilir.

4. Bulutlar semada toplanır, sonra dağıtılır ve sonra tekrar bir araya getirilerek haşrin numuneleri gösterilir.

5. Kışın ölen ağaçlar baharda cennet hurileri tarzında süslenir ve onlara hayat verilir.

6. Bazı hayvanlar kış boyunca uyutulur yani bir nevi öldürülür, sonra bahar geldiğinde tekrar diriltilir.

7. Hatta hayalen kendimizi bin sene evvel farz etsek, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbiriyle karşılaştırsak; asırlar, günler adedince haşrin ve kıyametin misallerini ve numunelerini görebiliriz.

3. Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktezi ise her şeydir: Haşrin muktezilerini (haşri gerektiren esbabı) Beşinci Hakikatte mütalaa etmiştik. Dileyenler bu cümlenin şerhi olarak Beşinci Hakikatin mütalaasını bir daha okuyabilir.

4. Bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nakıs, tekemmülsüz umur-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz: Muhteşem ve sermedî rububiyetin ve muazzam ve muhit hâkimiyetin ahireti iktizasını Altıncı Hakikatte mütalaa etmiştik. Dileyenler bu meselenin izahı makamında Altıncı Hakikatin mütalaasını bir daha okuyabilir. Altıncı Hakikat bu cümlenin tam bir şerhidir.

5. Bizi oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar: Üstad Hazretleri burada üç cemaatten bahsediyor. Bu cemaatlerin karşılığı şu şekildedir:

Ervah-ı neyyire ashabı “nurlu ruh sahipleri” manasında olup, bununla peygamberler kastedilmiştir.

Kulûb-ü münevvere aktabı “kalpleri nurlanmış kutuplar” manasında olup, bununla evliyaullah kastedilmiştir.

Ukûl-ü nuraniye erbabı “nuranî akıl sahipleri” manasında olup, bununla asfiya ve ulema kastedilmiştir.

6. Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir: Bu meseleyi Sekizinci Hakikatte uzunca mütalaa etmiştik. Dileyenler bu bahsin şerhi olarak Sekizinci Hakikatin mütalaasını tekrar okuyabilir.

7. Küfür cinayet-i mutlakadır, affa kabil değil: Üstad Hazretleri -bu cümlenin haşiyesinde- küfrün niçin cinayet-i mutlaka olup affı mümkün olmadığını izah ediyor. Bizler haşiyeye bir hazırlık olsun diye meseleyi biraz tahlil edelim:

— Kâfir neden cehennemde ebedî kalacak?

— Allah’ın sonsuz rahmeti kâfirin ebedî cehennemde kalmasına nasıl müsaade ediyor?

— Kâfir kısa bir süre dünyada kalır ve bu süre zarfında günah işler. Kısa bir zamanda işlenen günahlara ebedî ceza vermek adalet ve hikmete uygun mudur?

Bu soruların aklımıza gelme sebebi, kâfirin işlediği cinayetleri bilmememizdir. Evet, kâfir kısa bir süre yaşar ama bu kısa sürede nihayetsiz cinayetler işler. Nihayetsiz cinayetlerin cezası da nihayetsiz azaptır.

Kâfirin birçok cinayeti vardır. Bu cinayetlerden birisi, mahlukatın Allah’ın varlığına dair yaptıkları şehadeti tekzip etmek ve mahlukatı yalancılıkla itham etmektir. Şöyle ki:

Şu âlemde gördüğümüz her bir varlık Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet etmektedir. Allah’ı inkâr eden kâfir ise varlıkların bu şehadetini yalanlamaktadır. İşte bu yalanlama öyle büyük bir cinayettir ki affı mümkün olmadığı gibi, ebedî bir hapse mahkûm edilmesi tam bir adalet ve hikmettir.

Bizler ilk önce, mahlukatın bu şehadetini dinleyelim. Ta ki inkâr ile onları yalanlamanın ne büyük bir cinayet ve onların hukukuna ne büyük bir tecavüz olduğunu daha iyi anlayalım:

Varlıkların lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl olmak üzere iki türlü konuşması vardır. Lisan-ı hâl “hâliyle konuşmak”tır. Yani hâliyle muhataba bir şeyler anlatmaktır. Lisan-ı kâl ise “sözle konuşmak”tır. Şu âlemdeki her bir varlık ya lisan-ı hâl ile ya da lisan-ı kâl ile Allah’ın varlığını ve birliğini ilan etmektedir.

Bizler mahlukatın lisan-ı hâl ile konuşmalarını kendi fehmimizle tam keşfedemesek de Kur’an bu lisanları bizlere tercüme etmiştir. Bizler Kur’an’ın haber vermesiyle biliyoruz ki her bir mahluk Allah’ı tesbih eden bir müsebbih, zikreden bir zâkir ve varlığına şahitlik eden bir şahittir.

Bu mana Sâd suresinde şöyle beyan buyrulur:

إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ 

“Şüphesiz biz dağları (Davud’a) boyun eğdirdik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine verdik. Hepsi onunla zikir ve tesbih ederdi.” (Sâd 18-19)

Yine İsra suresinde şöyle buyrulur:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra 44)

Kur’an’da bu manada birçok ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerin beyanından anlıyoruz ki her bir mahluk kendine mahsus bir lisanla konuşur, Allah’ı tesbih eder ve O’nun varlığına şehadet eder.

Şimdi dilerseniz, bir çiçeğin lisan-ı hâl ile yaptığı şehadete kulak verelim. Çiçek lisan-ı hâliyle şöyle der:

— Ey insan bana bak! Bir kâğıda çizilen bir çiçek bile onu çizen ressamın varlığını ispat eder. Hâl böyle iken, hiç mümkün müdür ki benim gibi hakiki, hayattar ve sanatlı çiçekler sahipsiz olsun? Benim de bir sahibim var.

— Benim varlığıma sebep olan tohuma, toprağa, havaya, suya, güneşe bak, bir de bana bak… Onların hiçbirinin hayatı yok. O hayatsız sebepler nasıl bana usta olabilir? Nasıl beni icat edebilir?

— Hem benim var olmam için, beni yaratanın hayat sahibi olması da yeterli değildir. İlmi de olmalıdır. Benim ve diğer çiçeklerin programını bildiği gibi, şu âlemi de bilmelidir. Çünkü ben şu âlem sayfasında yazılmışım. Böyle bir ilmi hangi sebebe vererek benim varlığımı izah edebilirsin?

— Ey insan! Bilirsin ki kudreti olmayan iş göremez. Peki, benim varlığım için güneşi çevirecek, yağmuru yağdıracak, topraktaki elementlere hükmedecek ve hava sayfasını benim var olacağım tarzda icat edecek kudretin sahibi kimdir?

— Hem bana dikkatle bak! Benim varlığım, şeklim, kokum, kısacası her şeyim, bir iradenin ve tercihin neticesi değil mi? Var olmamı olmamaya, şeklimi başka bir şekle, kokumu başka bir kokuya tercih eden iradeyi gör! Bana sahiplik iddia eden hangi sebep bu iradeye maliktir?

— Hem şu süslenmiş şeklime ve suretime bak… Üzerindeki elbiseyi dahi sanatkâr bir terzinin maharetine veren sen, nasıl olur da bir kalıptan çıkmış gibi intizamlı suretimin ve mükemmel elbisemin sahibini görmezsin? Hayatı olmayan sebepleri bir kenara koy, acaba tüm terziler bir araya gelse bana şu sureti verip bu elbiseyi dikebilir mi?

— Hem dalıma, yaprağıma, tohumuma, şeklime bak… Ben yeryüzü sayfasında icat edilen diğer çiçeklere benziyorum ve sistemimiz aynı. Demek beni yaratan kimse onları yaratan da odur.

— Hem aynı cinsteki çiçeklere rengim ve şeklim benzese de bizler birbirimizin aynı değiliz. Tohum, dal, yaprak gibi esas azalarımızda birbirimize benzesek de şekillerimiz farklıdır. Beni milyonlarca çiçek kardeşime benzetmemek için tüm çiçekleri bilmek lazımdır. Demek beni yaratan, yeryüzündeki tüm çiçekleri yaratandır.

— Hem sen de bilirsin ki tarla kiminse mahsul onundur. Zerreler âlemini geniş bir tarla hükmüne getiren kim ise benim gibi milyarlarca mahluku burada ekip biçen de odur. Ben şu yeryüzü tarlasının bir mahsulüyüm. Demek sahibim, bu yeryüzünün sahibidir.

— Sadece yeryüzüyle alakam da yok! Gökyüzünde gördüğün güneş benim varlığım için en büyük sebeptir. Demek beni kim yarattıysa güneşi dahi o yaratmıştır. Güneşi kim yarattıysa elbette güneş sistemindeki gezegenleri ve galaksileri de o yaratmıştır. Kısacası benim sahibim kâinatın sahibidir.

Bu çiçek gibi tüm mahlukat, zerrelerden tutun güneşlere kadar her biri Allah’ı birçok dille tespih edip, Allah’ın varlığını ve birliğini tüm âleme haykırmaktadır.

Kâfir ise Allah’ı inkâr etmekle kâinattaki tüm bu şahitlerin şehadetini yalanlamış ve kâinat kadar büyük ve içindeki mahlukat kadar çok cinayetler işlemiştir.

Şimdi, kâfirin küfür ile geçirdiği ömrü değil, bir dakikayı nazara alalım… Kâfirin bir dakikada işlemiş olduğu cinayetler ve yalanladığı şahitler o kadar çoktur ki bunları hesaplamak mümkün değildir. Zerrelerden güneşlere, hayvanlardan nebatata, insanlardan meleklere, geçmişten bu ana kadar, varlık âlemine çıkmış tüm mahlukatı yalanlamak aklın ihata edemeyeceği bir zulümdür.

Kâfirin bu konuda hiçbir itirazı da geçerli değildir. Zira kendisine akıl, şuur ve irade verilmiş; varlıklar da bir kitap gibi tevhid mühürleriyle donatılmış ve onun görüp okuyacağı tarzda nazarına arz edilmiştir.

Eğer kâfir, “Benim yalanlamam onlara ne zarar verir?” derse, biz de ona deriz ki:

Sen doğru bildiğin ve doğru olduğun bir meselede yalanlansan kalben istersin ki doğrular ortaya çıksın ve sana yalancı diyenlerden hesap sorulsun. İşte seni yalanlayana karşı hissettiğin bu öfkeyi tüm mahlukat sana karşı hissediyor. Çünkü sen onların tamamına yalancı diyor ve şehadetlerini tekzip ediyorsun!

Hem şunu bil ki: Cezanın büyüklüğü suçun büyüklüğü nispetinde olduğu gibi, cezanın sonsuzluğu da suçun sonsuzluğu nispetindedir. Hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran, bildiren ve sevdiren bir Zatı inkâr etmek ve O’nun varlığını âleme ilan eden sonsuz şahitleri tekzip etmek öyle bir cinayettir ki elbette seni sonsuz bir cezaya mahkûm eder.

Eğer sen cehennemde ebedî kalmazsan:

— Hukukuna tecavüz edilen ve yalanlanan bu varlıkların hakları ne olacak?

— Allah’ın varlığına şahit olan mahlukat senden haklarını istemeyecekler mi?

— Allah’ın hikmet, rahmet ve adaleti bu zulme nasıl müsaade edecek?

Etmez ve etmeyecektir!

Kâfiri ebedî kalmak üzere cehennemde hapsetmek hikmetin ve adaletin ta kendisi olduğu gibi, yalanlanan mahlukatın hukukunu muhafaza cihetinde rahmetinin de gereğidir.

Bu meselenin daha çok cihetleri var. Bir kısmı haşiyede zikredilecek.

Şunu da hatırlatalım: Bizler bu konuda hususi bir video çalışması yaptık. Dileyenler bu videoları feyyaz.tv sitemizden seyredebilir. Videolar “Cehennem neden ebedî?” başlığı altındadır.

8. Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları hâlde, kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler: “Mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları hâlde” ifadesinde şöyle bir nükte vardır:

Aynı meslekte, aynı meşrepte ve aynı mezhepte olan kişilerin fikirleri birbirine benzeyebilir. Aynı dersleri almaları, aynı muhitte yaşamaları ve aynı kültürü paylaşmaları sebebiyle aynı düşünebilirler.

Meslekler, meşrepler ve mezhepler farklılaştığında, muhit ve kültür de farklılaşmakta; bunlar da fikir ayrılıklarına sebep olmaktadır.

Hâl böyle iken, ahiretin geleceği hususunda müttehid olan şahit ve muhbirlerin (başta peygamberler, evliya ve asfiyanın) meslekleri birbirinden farklı, meşrepleri birbirinden farklı, mezhepleri birbirinden farklı, yaşadıkları coğrafya birbirinden farklı, yaşadıkları zaman dilimi birbirinden farklı, kültürleri birbirinden farklı…

Bu kadar farklılık içinde farklı olmayan tek şey var; o da ahiret inançları…

İşte Üstadımız bu manaya işaret için, “mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları hâlde” ifadesini kullanıyor; bununla da bu ittifakın kuvvetine işaret ediyor.

9. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler: Önce tevatürün manası üzerine konuşalım:

Tevatür: Yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan bir topluluğun aynı hadiseyi haber vermesidir. Bir haberin tevatür olabilmesi için üç şart gerekir:

1. Haberi nakledenlerin -yalan üzerinde kasten veya tesadüfen birleşmeleri tasavvur olunamayacak kadar- çok sayıda olması. Mesela çarşıda bir adam öldürüldüğüne şahit olan bir topluluk olay mahallinden ayrılıp yanımıza gelse ve bize bu haberi verse, birinci kişinin haberi zannımızı harekete geçirir. İkinci ve üçüncü kişilerin haberi bunu pekiştirir. Haber verenlerin sayısı arttıkça zannımız iyice pekişir ve neticede artık şüphe duymayacağımız zaruri bir bilgi hâline gelir.

2. Haberi nakledenlerin haberin içeriğini duyulara dayalı olarak bilmeleri şarttır. Zanna dayalı olarak veya akıl yürütme yoluyla ulaşılan bilginin haber verilmesiyle mütevatir ilim oluşmaz.

3. Eşitlik şartıdır. Bununla yukarıda zikredilen iki şartın bütün tabakalarda mevcut olması kastedilmektedir. Mesela Hz. Ali’nin imameti konusunda nas bulunduğuna ilişkin haber bütün tabakalarda tevatürün şartlarını taşımadığı için mütevatir ilim oluşturmamıştır.

Bazı âlimler bu şartlara başka şartlar da eklemişlerdir. Mesela:

1. Tevatür ehlinin sayılamayacak veya bir beldeye sığmayacak kadar çok olması.

2. Haber veren kişilerin neseplerinin, bölgelerinin, din ve mezheplerinin farklı olması.

3. Haber verenlerin Müslüman ve adil olması.

4. Tevatüre katılanların haber vermeye zorlanmış olmamaları.

Biraz da icmanın manası üzerine konuşalım:

İcma: İslam âlimlerinin dinî bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleri ve bütün Müslümanların ortaklaşa bu fikri benimsemeleridir.

İcma fıkhi hükümlerde şer’î bir delildir. Malumunuz şer’î deliller: Kitap, sünnet, icma ve kıyastır.

İcma konusunda özel eserler kaleme alınmış ve hususi kitaplar yazılmıştır. Bizler detayı ilgili kitaplara havale ediyoruz.

Üstadımız diyor ki: Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları hâlde, kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler.

Böyle kesretçe (çokluk cihetiyle) tevatür derecesinde bulunan ve keyfiyetçe (nitelik bakımından) icma kuvvetinde olan şahit ve muhbirlerin verdiği haberlerden şüphe etmek, ilimden değil ancak kişinin nefsindendir.

10. Bir fende veya bir sanatta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar: Bir fende veya sanatta, ihtilaf edilen bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. O fenden ve sanattan anlamayan birisi ne kadar dâhi de olsa sözü orada geçmez ve onun sözüne itibar edilmez. Bir meselede ancak ehli konuşur.

Mesela küçük bir hastalığın keşfinde büyük bir mühendisin sözüne bakılmaz. Tıp konusunda söz doktorlarındır ve basit bir doktorun sözü, bu fenden olmayan büyük bir dâhinin sözüne tercih edilir.

Dinî meselelerde ise söz hakkı peygamberlerin, âlimlerin, müçtehidlerin ve bu silsilenindir. Dolayısıyla ahiret var mı yok mu meselesinde bir filozofun sözüne değil, bu cemaat-i uzmanın sözüne bakılır.

11. İhbarda iki müsbit (ispat eden), binler nâfîlere (inkâr edenlere) tercih edilir: Bu mesele çok önemli bir meseledir. Bu sebeple biraz detaylı mütalaa edelim:

İspat edenin sözü inkâr edenin sözüne tercih edilir. Bunun sebebi şudur: İspat eden harice bakar, nefsine göre hükmetmez. İnkâr eden ise harice değil nefsine bakar ve zannına göre hükmeder. Bir misalle meseleyi kavrayalım:

Mesela birisi “Gökte yıldız var.” der, diğeri ise “Yoktur.” der. “Yıldız var.” diyen, “Bana göre var.” demiyor ve kendi zannına göre hükmetmiyor. Bilakis gökyüzüne bakıyor ve gördüğünü söylüyor. Yani nefsü’l-emre (işin hakikatine) göre hükmediyor.

“Yıldız yoktur.” diyen ise gökyüzüne bakmıyor ve zannına göre hükmediyor. Bundan dolayı da “Hakikatte yıldız yoktur.” diyemiyor; “Bana göre yoktur.” diyor.

Zira görmemenin farklı farklı sebepleri vardır. Mesela:

– Uyumuş ve bundan dolayı görmemiş olabilir.

– Hava bulutlu olduğundan görememiş olabilir.

– Gözleri bozuk olduğundan görememiş olabilir.

– Belki evinde pencere yoktur; bundan dolayı görmemiş olabilir.

– Ya da gökyüzünün farklı bir yerine bakmış ve bu sebeple görememiş olabilir.

Yıldızı görmeyen “Hakikatte yoktur.” diyemiyor; ancak “Bana göre yoktur.” diyebiliyor.

Bu meseleye şu misalle de bakabiliriz:

Bir cinayet işlense ve iki kişi “Biz gördük. Bu kişiyi falanca öldürdü.” dese, bütün şehir ahalisi “Yok, biz görmedik, o öldürmedi.” dese, “Gördük.” diyen iki kişinin sözü bir şehir ahalisine tercih edilir. Çünkü “Gördük.” diyenler nefislerine göre hükmetmiyor; hakikate göre hükmedip gördüklerini söylüyor.

“Görmedik.” diyenler ise nefislerine ve zanlarına göre hükmediyorlar ve “Bana göre o öldürmedi.” diyorlar. Bakın, “Hakikatte öldürmedi.” diyemiyorlar; “Bana göre öldürmedi.” diyorlar.

“Bana göre öldürmedi.” diyenlerin bir kısmı o saatte uykuda, bir kısmı başka bir yerde, bir kısmının gözü bozuk ve hakeza hepsinin farklı farklı sebepleri var. Sebepleri farklı olduğundan ve harice bakmadıklarından dolayı inkârları birbirine kuvvet vermiyor ve “Gördük.” diyen iki kişinin sözü, yüz bin kişiye tercih ediliyor. Hâkim de bu iki kişinin sözünü esas alıp buna göre hüküm veriyor.

Şimdi, bu kaideyi ahiretin varlığı üzerinde uygulayalım:

“Ahiret vardır.” diyen kimse nefsine ve zannına göre hükmetmiyor. Sözünü peygamberlere, semavi kitaplara ve Allah’ın isimlerinin ahireti iktiza etmesi gibi delillere dayandırıyor.

“Ahiret yoktur.” diyen kimse ise nefsine ve zannına göre hükmediyor. Çünkü harice bakamıyor ve sözünü bir delile dayandıramıyor.

— Peki, ahireti inkâr edenler niçin harice bakamaz?

Çünkü hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir inkâr ispat edilemez.

Mesela bir kimse, “Dünyada elma vardır.” dese, tek bir elmayı göstermekle davasını ispat edebilir. “Dünyada elma yoktur.” diyen kimse ise sözünü ispat edebilmek için bütün dünyayı gezmeli ve bize gezdirmeli ki davasını ispat edebilsin. Hatta tek bir taşın altını bize gösteremese davasını ispat etmiş olmaz. Zira belki de o taşın altında elma vardır…

Aynen bunun gibi, “Cennet yoktur. Cehennem yoktur.” diyen kimse de bütün kâinatı gezmek ve bizi gezdirmek zorundadır. Bu da mümkün olmayacağına göre, kâfirler davalarını ispat edemezler ve harice bakamadıkları için birbirlerine kuvvet veremezler.

Yine mesela “Melek yoktur.” diyen kimse davasını ispat edebilmek için bütün kâinatı gezmeli ve bize gezdirmelidir. Bakılmadık tek bir yer kalsa davasını ispat etmiş olmaz.

Bu, diğer iman hakikatleri için de geçerlidir.

Üstad Hazretleri bu meseleyi Yedinci Şua’da izah ediyor. Şimdi aynı meseleyi, Yedinci Şua’da geçen şekliyle teenni ile okuyalım:

“Umumi meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Mesela ramazan-ı şerifin başında hilali görmek hususunda, iki âmî şahit hilali ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik.” deyip nefyetseler onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü ispatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur.

Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsü’l-emre göre hükmeder. Mesela misalimizde olduğu gibi biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.

Nefiy ve inkârda ise nefsü’l-emre bakmaz ve bakamaz. Çünkü “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez.” meşhur bir düsturdur. Mesela bir şeyi, dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok.” desen; benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini ispat etmek için bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lazım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.

Madem nefiy ve inkâr edenler nefsü’l-emre bakmazlar, belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü görmeye ve bilmeye mâni olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Yoksa “Vakide yoktur.” diyemez. Eğer dese, hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki doğru diyemez ve doğrultulmaz.

Elhasıl: İspatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddiddir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.

İşte bu hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve müminin yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lazım iken, bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüt verip, yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş.” (Yedinci Şua)

Kardeşlerim, bu mesele çok önemli bir meseledir ve birçok yaranın merhemidir. Bu meseleyi çok iyi kavramalı ve iyice hazmetmeliyiz. Ben Risale-i Nurların mütalaasına yaklaşık 30 sene evvel başladım. İlk okuduğum eser de Yedinci Şua idi. Üstte kaydettiğim bölümü ilk okuduğumda bir hazine bulmuş gibi sevinmiş; vesvese ve şüphelerin dağ gibi yükünden kurtulmuştum. Rabbime bu ihsanından dolayı sonsuz hamdüsena olsun ve Allahu Teâlâ Üstadımızdan ebeden razı olsun.

Dokuzuncu Hakikatte geçen -bir derece kapalı olan- ibare ve cümlelerin izahını tamamladık. Sıra geldi Dokuzuncu Hakikati teenni ile okumaya. Eğer buraya kadar olan bilgilere iyi çalışıp tam kavradıysanız Dokuzuncu Hakikati kolayca anlayabilirsiniz.

Okumaya geçmeden önce, başta zikrettiğim bir meseleyi -önemine binaen- tekrar edeyim:

Üstad Hazretleri, Dokuzuncu Hakikatte çok delilleri birbiri içinde zikrediyor. Mesela:

1. Muhyi isminin tecellisini gösterip ahiretin icadındaki suhuleti ispat ediyor.

2. Allah’ın ahireti vadettiğini ve vaadinden dönmenin Allah için muhal olduğunu beyanla ahireti ispat ediyor.

3. Allah’ın azamet-i rububiyetinin ahireti iktiza ettiğini nazara veriyor.

4. Allah’ın insana ehemmiyet verdiğini ispat edip, bu ehemmiyeti ahiretin varlığına delil yapıyor.

5. Allah’ın ilmindeki sonsuzluğu bir misalle gösterip bunu ahiretin varlığına delil yapıyor.

6. Allah’ın kudretindeki sonsuzluğu iki misalle gösterip bunu ahiretin varlığına delil yapıyor.

7. Haşrin numunelerini sayıp bunları ahiretin varlığına delil yapıyor.

8. Enbiyanın ve evliyanın haberlerini ahiretin varlığına delil yapıyor.

9. Küfrün büyük bir cinayet olduğunu ve affının mümkün olmadığını beyanla ahiretin gelmesi gerektiğini ispat ediyor.

Bütün bu maddeleri de birbiri içinde işliyor; ondan buna, bundan ona geçiyor.

Dolayısıyla bu hakikat tam bir teenni ve tefekkürle okunmalı, her cümlenin hangi delile ait olduğu tespit edilmeli hatta şeması çıkarılarak, “Bu cümle şu delilin, bu paragraf şu delilin…” denilmeli ve üzerinde ciddi bir çalışma yapılmalı. Bu çalışmayı sizlere havale ediyorum.

Metni okurken paragraf paragraf ilerleyin. Önce bir paragrafı iyice anlayın, üzerinde tefekkür edin, sonra diğer paragrafa geçin. (Kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir düşüncesiyle metni bölerek ve manayı altına yazarak ilerledik. Manaları metnin sonuna yazsaydık, manaya alttan bakmak ve sonra başı tekrar kaldırıp metinde odaklanmak zor olurdu. Bu sebeple alttaki usulü takip ettik.)

DOKUZUNCU HAKİKAT

Bab-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyi ve Mümit’in cilvesidir.

(İhya: Hayat verme / İmate: Öldürme / Hayy: Hayat sahibi olan / Kayyum: Varlığı kendinden olup mahkukatı varlıkta tutan / Hayy-ı Kayyum: Kayyum olan Hayy / Muhyi: Hayat veren / Mümit: Öldüren)

Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca arzı ihya eden… ve o ihya içinde her biri beşer haşri gibi acib, üç yüz binden ziyade enva-ı mahlukatı haşir ve neşredip kudretini gösteren… ve o haşir ve neşir içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren… ve bütün semavi fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren… ve bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i rububiyetini gösteren… ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi ve en nazik ve en nazenin en nazdar en niyazdar bir meyvesi yaratıp… kendine muhatap ittihaz ederek… her şeyi ona musahhar kılmakla… insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin veya edemesin? Mahkeme-i kübrayı açamasın? Cennet ve cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!

(Enva-ı mahlukat: Mahlukat nevileri / Haşir: Ölümden sonra dirilip bir araya toplanma / Neşir: Öldükten sonra tekrar diriltmek / İhtilat: Karışıklık / İmtiyaz: Ayrıcalık, farklılık / Tefrik: Ayırt etme / İbad: Kullar / Enzar: Bakışlar, nazarlar / Şecere-i kâinat: Kâinat ağacı / Câmi: Cemeden, toplayıcı / Nazenin: İnce, latif, nazlı / Nazdar: Nazlı / Niyazdar: Dua eden, yalvarıp yakaran / Mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme)

Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşan’ı, her asırda her senede her günde… bu dar, muvakkat rûy-i zeminde… haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve numunelerini ve işaratını icad ediyor. Ezcümle:

(Mutasarrıf-ı Zîşan: Şan sahibi olup her şeyde istediği gibi tasarruf eden Allah / Rûy-i zemin: Yeryüzü / Haşr-i ekber: En büyük haşir, öldükten sonra tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma / İşarat: İşaretler)

Haşr-i baharîde görüyoruz ki beş altı gün zarfında… küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç yüz binden ziyade envaı haşredip neşrediyor… Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iade ediyor… Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor… Hâlbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken… kemal-i imtiyaz ve teşhis ile… o kadar sürat ve vüs’at ve suhulet içinde… kemal-i intizam ve mizan ile… altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor… Hiç kabil midir ki bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı altı günde halk edemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!

(Haşr-i baharî: Bahardaki diriliş / Enva: Neviler / Kemal-i imtiyaz: Tam bir ayrıcalık / Teşhis: Birbirinden ayırmak / Vüs’at: Genişlik / Suhulet: Kolaylık / Sayha: Çığlık)

Acaba muciznüma bir kâtip bulunsa… hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı… tek bir sahifede… karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız… hepsini beraber… gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa… birisi sana dese: “Şu kâtip kendi telif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hafızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki “Yapamaz ve inanmam.”

(Muciznüma: Mucize gösteren / Huruf: Harfler / Galatsız: Hatasız / Sehivsiz: Yanılmadan)

Veyahut bir sultan-ı mucizekâr… kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için… bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün hâlde… sonra görsen ki büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar… Biri sana dese: “O zat, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak, misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”

(Sultan-ı mucizekâr: Mucize gösteren sultan)

Veyahut bir zat bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği hâlde… biri dese: “O zat bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.

(Efrad: Fertler)

İşte şu üç temsili fehmettin ise bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp… rûy-i arzın sahifesinde üç yüz binden ziyade envaı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere yazar… Birbiri içinde birbirine karışmaz; beraber yazar, birbirine mâni olmaz… Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı; hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.

(Fehmetme: Anlama, kavrama / Nakkaş-ı Ezelî: Her şeyi nakış nakış süsleyen ve ezelî olan Allah / Rûy-i arz: Yeryüzü / Ahsen-i suret: En güzel suret)

Evet, en büyük bir ağacın ruh programını… bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip muhafaza eden Zat-ı Hakîm-i Hafîz… vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?

(Zat-ı Hakîm-i Hafîz: Her şeyi hıfzeden ve son derece hikmetli olan Allah)

Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zat-ı Kadîr… ahirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi?

Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını… bütün cesetlerinin taburlarında… kemal-i intizamla zerratı “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal… tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?

(Emr-i kün feyekûn: Allah’ın yaratmayı dilediği şeye ol demesi ve o şeyin hemen oluvermesi / Zerrat-ı esasiye: Asıl ve temel zerreler, hücreler, atomlar / Ecza-yı asliye: Vücuttaki el, ayak, göz gibi asıl cüzler / Sayha: Çığlık)

Hem bu bahar haşrine benzeyen… dünyanın her devrinde, her asrında… hatta gece gündüzün tebdilinde… hatta cevv-i havada bulutların icad ve ifnasında… haşre numune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun… Hatta eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-i haşir ve kıyametin numunelerini göreceksin… Sonra bu kadar numune ve misalleri müşahede ettiğin hâlde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad etmekle inkâr etsen, ne kadar divanelik olduğunu sen de anlarsın.

(Cevv-i hava: Gökyüzü, hava boşluğu / İfna: Yok etme / Haşr-i cismanî: Ölümden sonra bedenlerle diriliş / İstib’ad: Olmasını uzak sayma, mümkün görmeme)

Bak, Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz hakikate dair ne diyor:

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

(Ferman-ı A’zam: En büyük ferman olan Kur’an)

(Mana: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz O, elbette ölüleri de diriltecektir. Çünkü O, her şeye güç yetirendir.” (Rum 50))

Elhasıl: Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktezi ise her şeydir… Evet, mahşer-i acayip olan şu koca arzı adi bir hayvan gibi imate ve ihya eden… ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan… ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden… seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir Zatın… bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti… ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti… elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nakıs, tekemmülsüz umur-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.

(Muktezi: Gerektiren / İmate: Öldürme / İhya: hayat verme / Seyyarat: Yıldızlar / Tayyare: Uçak / Sermedî: Ebedî / Muhit: Kuşatan / Bîkarar: Kararsız / Mütegayyir: Değişen / Nakıs: Noksan / Tekemmülsüz: Mükemmel duruma gelmemiş / Umur-u dünya: Dünya işleri)

Demek, ona şayeste, daimi, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka baki bir memleketi vardır… Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder… ve oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar… Ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar. Ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.

(Şayeste: Layık / Berkarar: Yerinde duran / Diyar-ı âher: Başka bir memleket / Kurb-u huzur: Allah’ın yüce huzuruna yakınlık / Ervah-ı neyyire ashabı: Nurlu ruh sahipleri / Kulûb-ü münevvere aktabı: Kalpleri nurlanmış veliler / Ukûl-ü nuraniye erbabı: Nuranî akıl sahipleri)

Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür… Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz… Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir… Hâlbuki küfür, cinayet-i mutlakadır, (Haşiye) affa kabil değil… Kadîr-i Mutlak ise aczden münezzeh ve mukaddestir.

(Hulfü’l-vaad: Mükâfat vermeyi vaat ettiği hâlde bu vadini yerine getirmemek / Tezellül: Zillete katlanmak / Hulfü’l-vaîd: Emrine karşı gelenleri tehdit ettiği hâlde bu tehdidin icabını yapmamak)

Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları hâlde, kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler… Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler… Mevkice her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler… Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas hem ehl-i ispattırlar… Hâlbuki bir fende veya bir sanatta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar… ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Mesela ramazan hilalinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.

(Şahitler ve muhbirler: Peygamberler, evliya ve asfiya kastedilmiştir / Müttehid: Birleşmiş / Müreccah: Üstün tutulan / Müsbit: İspat eden / Nâfî: Nefyeden, inkâr eden /

Elhasıl: Dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava, daha zahir bir hakikat olamaz… Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır… Mahşer ise bir beyderdir, harmandır… Cennet, cehennem ise birer mahzendir. (10. Söz)

(Mezraa: Tarla / Beyder: Ekin harmanı)

Haşiye: Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden… bütün kâinata karşı bir tahkir… ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan… bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif… ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden… bütün mahlukata karşı bir tekzip olduğundan… istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki salah ve hayrı kabule liyakati kalmaz… Hem bir zulm-ü azimdir ki umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür… İşte şu hukukun muhafazası… ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği… küfrün adem-i affını iktiza eder.  اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ  şu manayı ifade eder.

(Iskat: Düşürme / Tezyif: Aşağılama / Tekzip: Yalanlama / İstidad-ı insanî: İnsanın kabiliyet ve yetenekleri / İfsad: Bozma / Salah: Dindarlık / Nefs-i kâfir: Kâfirin nefsi / Adem-i af: Affedilmeme)

(Mana: “Şüphesiz şirk elbette büyük bir zulümdür.” (Lokman 13))

Şimdi Onuncu Sureti okuyacağız. Onuncu Suret, Dokuzuncu Hakikatin hikâyedeki karşılığıdır. Dokuzuncu Hakikati anlayan Onuncu Sureti de anlar. Suretleri okuma sebebimiz, eserin tamamını okumuş olmak içindir. Yani suretleri mütalaa için değil, teberrük için okuyoruz. Zira asıl olan, Hakikatlerdeki manalardır. Suretler sadece Hakikatlere çıkmak için birer temsildir.

ONUNCU SURET

Gel, bugün nevruz-u sultanîdir. (Haşiye) Bir tebeddülat olacak, acib işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var; o binalar birden harap oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var; o harap olan binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medeni şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki o kadar karışık, süratli, kesretli, hakiki perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki her şey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu sanatları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?”

İşte görüyorsun ki her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hâllerden anlaşılıyor ki bu görünen süratli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek, bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zat mucize ile yapıyor; ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının her şeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu…

Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i a’zamda daimî gösterilecek. Demek, şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit suretler, baki meyveler veriyorlar. Demek, bu ihtifalat; bir saadet-i uzma, bir mahkeme-i kübra, bilmediğimiz ulvi gayeler içindir. (10. Söz)

Haşiye: Bu suretin remzini Dokuzuncu Hakikatte göreceksin. Mesela nevruz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahra ise bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise fasl-ı baharın iptidasından yazın intihasına kadar Sâni-i Kadîr-i Zülcelal’in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemal’in kemal-i intizam ile değiştirdiği ve kemal-i rahmet ile tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcudat-ı bahariye tabakatına ve masnuat-ı sayfiye taifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan mat’umata işarettir.

Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin