15. Âyât-ı bâhire, muhakkak ve musaddak olan mucizat-ı kâtıa, secaya-yı sâmiye…
Katre mütalaasına devam ediyoruz:
ذو الآيات الباهرة âyât-ı bâhire (açık ayetler) sahibidir والمعجزات القاطعة المحققة المصدّقة ve muhakkak ve musaddak olan mucizat-ı kâtıa (vukuu kesin olan mucizeler) sahibidir والسجايا السامية ve secaya-yı sâmiye (yüksek karakter) sahibidir والأخلاق العالية المكملة المنـزّهة ve mükemmel ve münezzeh olan ahlâk-ı âliye sahibidir مهبطُ الوحي الرباني vahy-i Rabbânînin indiği yerdir.
Âyât-ı bâhire, muhakkak ve musaddak olan mucizat-ı kâtıa, secaya-yı sâmiye ve mükemmel ve münezzeh olan ahlâk-ı âliye sahibidir. Vahy-i Rabbânînin indiği yerdir.
İzah: “Âyât-ı bâhire” ve “mucizat-ı kâtıa” ile Peygamberimiz (a.s.m.)’a verilen mucizeler kastedilmiştir. Mucizeler hem âyât-ı bâhire hem de mucizat-ı kâtıadır.
Üstadımız burada “âyât” lafzını “bâhire” ile “mucizat” lafzını da “kâtıa” ile sıfatlandırmış. Başka yerlerde bunun tam tersini yapıyor ve “…yüzer mucizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı kâtıalarına istinaden…” diyerek “âyât”ı “kâtıa” ile “mucizat”ı “bâhire” ile sıfatlandırıyor. Demek, bu sıfatların tahsisinde özel bir mana aramaya gerek yok; yerleri değişebilir.
— “Âyât-ı bâhire” ve “mucizat-ı kâtıa” arasında hiçbir fark yok mudur?
Fark ifade şekline göredir. Mesela Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın, Ay’ı bir parmağının işaretiyle ikiye yarmasından bahsediyor olalım. Bu durumda iki farklı ifade kullanabiliriz:
1. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın Ay’ı ikiye yarması, onun nübüvvetinin bir âyet-i bâhiresi yani apaçık bir ayetidir.
2. Ay’ın ikiye yarılması bir mucize-i kâtıa yani mutlak surette vuku bulmuş bir mucizedir.
Gördüğünüz gibi, cümlenin kuruluş maksadına göre ifademiz değişiyor. Yine bütün mucizeleri esas alarak konuşsak iki farklı ifade kullanabiliriz:
1. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın gösterdiği mucizeler, onun nübüvvetinin âyât-ı bâhiresi yani apaçık ayetleri ve delilleridir.
2. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın gösterdiği bütün mucizeler mucizat-ı kâtıadır. Yani vukularında hiçbir şüphe olmayan mucizelerdir.
Herhâlde aradaki mana farkını anlamışsınızdır. Farkı bir daha tekrar edelim:
Mucizeleri Efendimiz (a.s.m.)’ın risaletine delil yaparsak “âyât-ı bâhire” diyoruz. Yani bu mucizeler Peygamberimiz (a.s.m.)’ın hakkaniyetine apaçık ayet ve delillerdir.
Eğer mucizelere vukua gelip gelmemesi cihetinden bakarsak “mucizat-ı kâtıa” diyoruz. Yani bu mucizeler mutlak surette vukua gelmiştir, vukuundan şüphe edilemez.
O hâlde şöyle diyebiliriz: Peygamberimiz (a.s.m.)’ın mucizat-ı kâtıası vardır ki bunlar risaletinin âyât-ı bâhiresidir.
Ayrıca Üstadımız mucizeleri “muhakkak” ve “musaddak” lafızlarıyla da sıfatladı.
Muhakkak: Doğruluğu ispat edilmiş, kesin, mutlak, kuşkusuz, su götürmez, makbul manalarına gelir. Mucizeler bu manaların her biriyle muhakkaktır.
Musaddak ise: Tasdik edilmiş demektir. Mucizelerin tamamı ehl-i tahkik tarafından tasdik edilmiş ve bizlere mütevatir kuvvetinde ulaşmıştır.
On Dokuzuncu Mektup’ta bu mucizelerden yaklaşık 300 tanesi beyan edilmiş. Dileyenler bu cümlenin şerhi olarak -en azından bir kısmını- okuyabilirler.
Bu makamda şu nokta üzerinde durmak istiyoruz:
Mucizeler Peygamberimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetini ispat eder. Ancak kâfirler bu mucizeleri inkâr ediyor. Bizler nasıl bir yol takip etsek de onları ikna veya ilzam etsek?
Mucizeleri inkâr eden bir ateiste şöyle diyebiliriz:
Sen okulda İlk Çağ, Orta Çağ ve Yeni Çağ gibi konuları okudun. Hatta hocaların sana Yontma Taş Devri’ni, Cilalı Taş Devri’ni anlattı. Eğer sen bunlara inanıyorsan, bir şeyi kabul etmek için ille de görmek gerekmediğini kabul etmişsindir. Öyle ya, sen ne Taş Devri’ni ne İlk Çağ’ı ne de diğer devirleri gördün… Ama bunlar hakkında anlatılan her şeyi kabul ediyorsun.
Hâlbuki kabul ettiğin bu bilgilerin hiçbiri tevatür kuvvetinde değildir. Hatta birçoğu bulgulara dayanır ve kazılar sonunda ele geçen tahminî bilgilerdir. Sen bu bilgileri hiç sorgulamadan, gözünle görmüş gibi kabul ediyorsun. Bu bilgileri okurken, mucizeler hakkında söylediğin, “Gözümle görmedim öyleyse inanmam.” sözünü hiç söylemiyorsun. Demek bir şeye inanmak için ille de gözle görme şartını aramıyorsun.
Madem gözle görme şartını aramıyorsun, o hâlde mucizelerin varlığını da kabul etmek zorundasın. Çünkü mucizelerin vukuu tevatür kuvvetiyle bize ulaşmıştır, tarihsel bilgilerde ise bu kuvvet yoktur.
O hâlde senin için yol ikidir:
– Ya tarihsel bilgileri kabul ettiğin gibi, mucizeleri de kabul edeceksin.
– Ya da gözünle görmediğin bütün olayları inkâr edip bugüne kadar kitaplardan öğrendiğin her şeyi yok sayacaksın.
Bunu yaparsan mucizeleri de inkâr edebilirsin. Yoksa birine inanıp diğerini inkâr etmek olmaz. Bu, kişinin kendisiyle çelişmesidir.
Şimdi, sen tarihsel bilgileri kabul ediyor musun? Elbette ediyorsun. Peki, durum böyle iken, mucizeleri niçin inkâr ediyorsun? Hem mucizeler tevatür kuvvetindedir. Tevatürde bir olaya şahit olan büyük bir topluluk vardır. Her biri bu olayı gördüğü şekliyle anlatır ve onlardan dinleyenler de bir başkasına anlatır; bir başkası bir başkasına derken, kim kimden dinlemişse, isimleri kaydedilerek, ta bize kadar ulaşır. Yalan söyleme ihtimali olmayan bu zatların sözlerine inanmayacaksın; Taş Devri’ni, Demir Devri’ni anlatan tarihçilerin sözüne inanacaksın. Bu nasıl bir muhakemedir?
Eğer bir ateistle konuşursak mucizeleri böyle kabul ettirebiliriz. Eğer bir Ehl-i kitapla konuşursak ona da şöyle diyebiliriz:
— Sen Hz. İsa’nın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu nereden biliyorsun? Yani nereden biliyorsun ki o zat -hâşâ- yalancı ve hilekâr değildir?
Bu soruya karşı o şöyle der:
— Onun Allah tarafından gönderildiğini biliyorum, çünkü o zat mucizeler göstermiş. Mesela duasıyla ölüleri diriltmiş, hastaları iyileştirmiş ve daha bunlar gibi birçok mucizeler göstermiş.
Biz de onun bu sözüne karşı şöyle deriz:
— O hâlde sen tevatüre yani içinde yalan ihtimali olmayan ve kuvvetli bir cemaat tarafından nakledilen habere inanıyorsun. Zira biraz önce saydığın, Hz. İsa’dan zuhur eden mucizeleri sen görmedin ve o mucizelere bizzat şahit olmadın ama bu mucizelere inanıyorsun. Demek sen tevatür kuvvetindeki haberleri kabul ediyorsun.
Öyleyse Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın peygamberliğine de inanmak zorundasın. Zira onun elinde gözüken mucizeler de bize tevatür yoluyla gelmiş. Madem tevatüre inanıyorsun, o hâlde bu haberlere de inanmak zorundasın. Yok, eğer “Ben tevatüre inanmam.” dersen, bu durumda, Hz. İsa hakkında söyleyecek hiçbir sözün olamaz. Çünkü sen onun hiçbir mucizesini gözünle görmedin ve mucizeleri esnasında Hz. İsa’nın yanında değildin.
O hâlde senin için yol ikidir:
– Ya tevatürü inkâr eder ve “Gözümle görmediğime inanmam.” dersin. Bu durumda, Hz. İsa’yı da inkâr etmen gerekir.
– Ya da tevatürü delil kabul eder ve bu kabulün neticesi olarak Hz. İsa’nın mucizelerine inandığın gibi, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın da mucizelerine inanırsın.
Üçüncü bir yol olan, tevatürü Hz. İsa hakkında kabul etmek, Hz. Muhammed (a.s.m.) hakkında ise kabul etmemek ancak kişinin kendisiyle çelişmesidir.
İşte mucizeyi inkâr eden bir Ehl-i kitaba böyle diyebiliriz.
Üstadımız cümlenin devamında, Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında: “Secaya-yı sâmiye ve mükemmel ve münezzeh olan ahlâk-ı âliye sahibidir.” buyurdu.
“Secaya” kelimesi “seciye” lafzının çoğuludur. Seciye “ahlak” manasına da gelmektedir. Ancak mezkûr cümlede Peygamberimizin “ahlâk-ı âliye” sahibi olduğu ayrıcı belirtildiğinden, buradaki seciyeyi “ahlak” ile değil de “karakter” ile izah etmek daha uygun olur. Yoksa “ahlak-ı âliye” ifadesi tekrara düşer. Gerçi tekrar da caizdir ve tekit için yapılabilir.
Karakter zaten bildiğimiz bir kelimedir. Bazı kişiler hakkında, “Çok karakterli.” deriz. İşte bu söz ile neyi kastediyorsak, Peygamberimiz (a.s.m.) o şeyin zirvesinde bulunuyordu.
“Ahlak” lafzı, yaratmak ve yaradılış manasına gelen “hılkat” kökünden türemiştir. “Seciye, tabiat, huy” gibi manalara gelen “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur.
“Halk” insanın gözle görülen, elle tutulan maddi varlığının yaradılışını; “huluk” da onun huy, tabiat ve davranış gibi manevi yaratılışını anlatmada kullanılmıştır. Bu ikinci kullanışın çoğulu “ahlak”tır.
Ahlakın konusu: Adalet, doğruluk, güvenilir olmak, kanaatkâr olmak, cömertlik, sabır, cesaret, vefa, takva gibi insanın imani yönünü ortaya koyan davranışlardır. Peygamberimiz (a.s.m.) bunların her birine zirve seviyede sahip idi.
Ayrıca şunu da unutmamak gerekir: İnsan güzel ahlakın bir kısmına sahip olabilir. Ancak güzel ahlakın her çeşidine sahip olmak ancak ehass-ı havassa mahsustur. Bir de her bir sıfata zirve seviyede sahip olup, bu sıfatların birbirini nakzetmemesi neredeyse mümkün değildir.
Peygamberimiz (a.s.m) ise ahlâk-ı âliyenin her bir sıfatına en yüksek seviyede sahipti. Bu da onun sıdkını ve doğruluğunu ispat eder.
Netice: Peygamberimiz (a.s.m.) âyât-ı bâhire, muhakkak ve musaddak olan mucizat-ı kâtıa, secaya-yı sâmiye, mükemmel ve münezzeh olan ahlâk-ı âliye sahibidir. Ayrıca mehbit-i vahy-i İlahîdir. Yani İlahî vahiy ona inmiş ve vahye o mazhar olmuştur.
Yazar: Sinan Yılmaz