13. Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet ettiğime bütün şahitleri ve meşhutları…
Katre mütalaasına devam ediyoruz:
الباب الأول
BİRİNCİ BAB
في لا إله إلّا الله
Lâ ilâhe illâllah hakkındadır
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
الحَمدُ لله ربِ العاَلمينَ والصّلاةُ والسّلامُ عَلى سيّد المرسَلين وعلى آله وصَحبه أجمعين
أُشهِدُ ben şahit tutuyorum كلَّ شاهد ومشهود bütün şahitleri ve meşhutları بأنّي أشهَدُ şehadet ettiğime أنْ لا إلهَ إلّا الله Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına.
Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet ettiğime bütün şahitleri ve meşhutları şahit tutuyorum.
İzah: “Şahitler kimler olabilir?” diye düşünürken şu ayet-i kerime gönlüme düştü:
شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٓئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ
“Allah, melekler ve ilim sahipleri -adaleti kaim kılarak- Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şahitlik ettiler.” (Âl-i İmran 18)
Bu ayet-i kerimenin beyanına göre şahitlerden murad: Allahu Teâlâ, melekler ve ilim sahipleridir. İlim sahipleri de evliya ve asfiyadan mürekkeptir.
Meşhut ise “görülen” demektir. Şu âlemdeki her bir mahluk meşhuttur.
Hülasa: Üstad Hazretleri “bütün şahitler” diyerek Allahu Teâlâ’yı, melekleri ve ilim sahiplerini; “bütün meşhutlar” diyerek de bütün mahlukatı şehadetine şahit tuttu.
الذي o Allah ki دلّ على وجوب وجوده onun vücub-u vücuduna delalet ediyor ودلّ على أوصاف كماله ve evsaf-ı kemaline delalet ediyor وشهد على أنه واحدٌ أحد فرد صمد ve onun Vahid, Ehad, Ferd ve Samed olduğuna şehadet ediyor الشاهدُ الصادق المصدَّق sadık ve musaddak (tasdik edilen) olan şahit والبرهانُ الناطق المحقَّقُ ve nâtık ve muhakkak (kesin, ispat edilmiş) olan burhan.
O Allah ki onun vücub-u vücuduna ve evsaf-ı kemaline, sadık ve musaddak olan şahit ve nâtık ve muhakkak olan burhan delalet ediyor ve onun Vahid, Ehad, Ferd ve Samed olduğuna şehadet ediyor.
İzah: Bir cümleyi mütalaa etmek için önce ihata etmek gerekir. Şimdi, soru ve cevaplarla mezkûr cümleyi ihata edelim:
— Allah’ı tarif et.
Allah Vacibu’l-vücud’dur, evsaf-ı kemaliye ile muttasıftır; Vahid’dir, Ehad’dır, Ferd’dir, Samed’dir.
— Allah’ın vücub-u vücuduna, evsaf-ı kemaliye ile muttasıf olduğuna ve Vahid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna delinin nedir?
Hazreti Muhammed (a.s.m.) delilimdir.
— Hazreti Muhammed (a.s.m.) kimdir?
Hazreti Muhammed (a.s.m.) Allah’ın vücub-u vücuduna, evsaf-ı kemaliyesine ve Vahid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna sadık ve musaddak bir şahit, nâtık ve muhakkak bir burhandır.
Şimdi de cümleyi anladığımız şekliyle ifade etmeye çalışalım:
— Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah’ın vücub-u vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine delalet ediyor ve aynı zamanda Vahid, Ehad, Ferd ve Samed olduğuna şehadet ediyor. Bu meselede sadık ve musaddak bir şahit, nâtık ve muhakkak bir burhandır.
Mütalaanın birinci basamağını geçtik: Cümleyi parçaladık, bir orasından bir burasından bakıp ihata ettik ve anladığımızı ifade ettik. Artık mütalaaya geçebiliriz:
İlk önce “vücub-u vücud” kavramı üzerinde duralım:
“Vücub-u vücud” demek, “varlığının vacip olması” demektir. Varlığı vacip olana da “vacibu’l-vücud” denir. Biz meseleyi “vacibu’l-vücud” üzerinden izah edelim:
Yokluğu da bir vücut mertebesi kabul ettiğimizde vücut mertebeleri üçe ayrılır:
1. Vacibu’l-vücud: Varlığı lazım ve vacip olan.
2. Mümkünü’l-vücud: Varlığı ve yokluğu eşit olan.
3. Mümteni: Varlığı imkânsız olan.
Bir kitabı düşündüğümüzde, bu kitabın kendisi mümkünü’l-vücuttur. Varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olabilmesi için bir irade sahibinin tercihine ihtiyacı vardır. Bir kâtip varlığını yokluğuna tercih ettiğinde var olur, onu yırttığında yok olur.
Kitabın varlık mertebesi mümkünü’l-vücud iken, kâtibinin varlık mertebesi -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Kâtip olmadan kitabın varlığı izah edilemez.
Mümteni ise kitabın kâtipsiz olmasıdır.
Bir misalle daha meseleyi pekiştirelim:
Bir masayı düşünsek, masanın varlığı mümkünü’l-vücuttur. Ustasının varlığı -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Masanın ustasız olması ise mümtenidir.
Şu kâinatı esas aldığımızda, kâinatın ve içindeki eşyanın vücud mertebesi mümkünü’l-vücuttur. Olabilirdi veya olmayabilirdi, olması tercih edildi ve oldu. Varlığı için başka bir sebebe muhtaç; kendi kendine var olamıyor. Bu sebeple, kâinat mümkünü’l-vücuttur.
Her mümkünü’l-vücud bir vacibu’l-vücudu iktiza eder. İşte Allah vacibu’l-vücuttur. Kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve içindeki eşyayla birlikte âlemi halk etmiştir.
Şu âlemin yaratıcısının olmaması ise mümtenidir.
Mevcudat vücuduyla, Vacibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna şehadet eder. Yani mümkünü’l-vücud olan varlıklar, varlıklarının yokluklarına tercih edilip yoktan yaratılmalarıyla ve daha birçok cihetle, vacibü’l-vücud olan Allah’ın vücub-u vücuduna yani varlığının vacip olduğuna şehadet eder.
Peygamberimiz (a.s.m.) da Allah’ın vücub-u vücuduna delalet ediyor.
— Başka neye delalet ediyor?
Allah’ın evsaf-ı kemaliyesine delalet ediyor.
— Daha başka neye şehadet ediyor?
Allah’ın Vahid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna şehadet ediyor. Bütün bunlara kâinat şehadet ettiği gibi, Peygamberimiz (a.s.m.) da şehadet ediyor.
Üstad Hazretleri, Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında “sadık ve musaddak bir şahit”tir buyurdu. Sadık olması, her daim doğruyu söyleyip asla yalana tenezzül etmemesidir. Ondan daha sadık, daha doğru sözlü bir insan yoktur. Bütün hayatı sıdkına şahittir. Değil dost, düşman dahi onun sıdkını ve doğru sözlülüğünü tasdik etmiştir.
Musaddak olması ise tasdik edilmiş olmasıdır. Başta Allahu Teâlâ, mucizelerinin lisanıyla onu tasdik etmiş; sonra da bütün evliyanın ve asfiyanın tasdikine mazhar olmuştur.
İşte böyle sadık ve musaddak bir zat mezkûr hakikatlere şahit olmuştur. Artık onun sözünden ve haber verdiği hakikatlerden şüphe edilir mi?
Peygamberimiz (a.s.m.)’ın “nâtık ve muhakkak bir burhan” olmasının manası da şudur:
Burhan delil demektir. Burhan-ı nâtık “konuşan delil” demektir. Şu âlemdeki her bir varlık Allah’ın vücub-u vücüduna, evsaf-ı kemaliyesine ve Vahid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna bir delildir. Lakin hepsi lisan-ı hâl ile konuşur. Efendimiz (a.s.m.) ise sadece lisan-ı hâl ile değil, aynı zamanda lisan-ı kâl ile de bu hakikatleri ilan ve ispat etmiştir. Bu sebeple de burhan-ı nâtık (konuşan bir delil) olmuştur.
Aynı zamanda “muhakkak”tır. Muhakkak: Doğruluğu ispat edilmiş, kesin, mutlak, kuşkusuz, su götürmez, makbul manalarına gelir. Bu manaların her biriyle Peygamberimiz (a.s.m.) “muhakkak bir burhan”dır.
Mütalaamızı burada tamamlayalım. Önce cümleyi evirdik, çevirdik, parçaladık ve iyice ihata ettik; sonra da cümledeki noktalar üzerinde durduk.
— Peki, iş bitti mi?
Hayır. Şimdi biraz da boynumuzu büküp gözümüzü kapayıp bu hakikatleri tefekkür etmeli; manayı kalbe, akla, ruha ve latifelere iyice yedirmeliyiz.
Derse tam noktayı koyacaktım ki gönlümden bir tefekkür örneği yapmak geldi. Belki size bir numune olur diye başlıyorum:
Şeytanı karşıma aldım. Onunla konuşuyorum:
Şeytan der:
— Gözünü kapamış ne yapıyorsun böyle? Deli mi oldun divane mi?
Fakir:
— Yoo, ne deliyim, ne de divane… Allah’ın vücub-u vücudunu, evsaf-ı kemaliyesini ve Vahid, Ehad, Ferd, Samed olduğunu düşünüyorum.
Şeytan:
— Bunlara delilin var mıdır?
Fakir:
— Delilim hadsizdir. Bütün kâinat baştan sona delildir.
Şeytan:
— Tekini söyle de duyalım.
Fakir:
— Hz. Muhammed (a.s.m.)’dır. O bu hakikate sadık ve musaddak bir şahit, nâtık ve muhakkak bir burhandır. Eğer kâinatın şehadetini duyamıyorsan kulağını ona ver, onu dinle.
Şeytan:
— Peki, ben onun peygamber olduğunu ve doğru söylediğini nereden bileyim?
Münazaranın devamını sizlerin fehmine havale ediyorum…
Yazar: Sinan Yılmaz