22. Yirminci deva: Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmîdir…
YİRMİNCİ DEVA
“Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmîdir.” (25. Lem’a)
(Vehmî: Gerçekte var olmadığı hâlde var sayılan)
Ey nefsim! Senin hastalıklarının ekserisi vehmîdir, hayalîdir. Sen kuvve-i vâhimen (vehim kuvvetin) ile hayali hakikat zannetmiş, sende olmayan hastalıkları var gibi kabul etmişsin… Olanları da gözünde öyle büyütmüşsün ki zerre iken dağ olmuş, damla iken deniz olmuş. (Vehmî hastalıkların tedavisi devanın sonunda gelecek.)
Üstadımız hakiki hastalığın tedavisi hakkında şöyle diyor:
“Hakiki kısmı ise Şâfi-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir deva istif etmiş. O devalar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir.” (25. Lem’a)
(Şâfi: Şifa veren / Şâfi-i Hakîm-i Zülcelal: Hikmet ve celal sahibi olan Şâfi (Allah) / Küre-i arz: Yeryüzü / Eczahane-i kübra: En büyük eczane)
Ey nefsim! Şâfi-i Hakîm olan Allahu Teâlâ’nın celaline bak ki: Yeryüzünü bir eczahane-i kübra yapmış. Bu büyük eczaneden bütün hastalara ve dertlilere dermanlar gönderilir ve şifalar ihsan edilir. Hiçbir hasta ve hiçbir dertli unutulmaz; hepsine imdat edilir, yardım edilir; hepsinin inlemesi işitilir ve onlara merhametle muamele edilir.
Hiçbir dert yoktur ki Allah onun dermanını yaratmamış olsun. Allahu Teâlâ her derde bir deva yaratmıştır. Bu devalar dertleri ve hastalıkları ister ki Allah’ın kendilerine koyduğu tesiri gösterebilsin; bununla da evâmir-i tekviniyeye (Allah’ın yaratılışta kendisine yüklediği emirlere) karşı vazifesini îfa etsin, bir cihette ibadetini eda etsin.
“Tedavi için ilaçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi şifayı da o veriyor.” (25. Lem’a)
(İstimal: Kullanma)
Bu çok ince bir meseledir. Bu meseleyi çok iyi kavramalı ve hayatımıza geçirmeliyiz. Çünkü bu mesele hakiki tevhid olup, bu dairenin dışı şirktir ya da şirki hissettirir. Meseleyi şöyle izah edelim:
Dua iki kısımdır. Birisi kavlî, diğeri fiilîdir. Kavlî dua dil ile yapılan duadır. Fiilî dua ise kişinin sebeplere yapışarak lisan-ı hâliyle yaptığı duadır. Mesela bir çiftçinin tarlayı kazması fiilî bir duadır ve lisan-ı hâl ile Allah’tan mahsul istemektir.
Yine bir öğrencinin ders çalışması fiilî bir duadır. Öğrenci ders çalışmanın lisan-ı hâliyle Allah’tan muvaffakiyet ister.
Bunlar gibi, bütün sebeplere yapışmak fiilî bir duadır ve neticeyi yaratmasını Allah’tan talep etmektir.
Doktora gitmek ve ilaç içmek de böyledir. İlaç içen kimse, lisan-ı hâliyle Allah’tan şifa ister. Şifa verildiğinde de şifayı ilaçtan değil, Allah’tan bilir. İlaç içmek sadece şifa için hâlî bir duadır; başka bir şey değildir. Şâfi-i Hakiki sadece Allah’tır.
Rabbime sonsuz hamdüsena olsun ki Risale-i Nurları okuma devletini bana ihsan etmiş. Üstadımızın bu ve benzeri derslerinden ettiğim istifadeyle ben ilaç içerken şöyle diyorum:
— Ya Rabbi! Şâfi sensin ve şifa ancak senden gelir. Ne bu ilacın ne de başka bir sebebin şifada hiçbir tesiri yoktur. Lakin sen hikmetinin iktizasıyla hasta olduğumuzda ilaç içmemizi emretmişsin. Ben bu ilacı içmekle senin emrine uyuyor ve şifayı sadece senden bekliyorum. Ya Rabbi, bu ilacı içmemi fiilî bir dua hükmünde kabul eyle ve bana şifa ihsan et…
Yine şeker hastası olduğum için günde üç-dört defa insülin oluyorum. İnsülin olurken şöyle diyorum:
— Ya Rabbi, bu ilacın hiçbir tesiri yoktur, hakiki tesir sahibi ancak sensin. Ben ism-i Hakîm’in hürmetine bu iğneyi oluyorum. Yoksa asla bu iğneden bir fayda ve şifa beklemiyorum…
Elhamdülillah, ilaç içme faaliyetim böyle tefekkürî bir ibadet oluyor.
Kardeşlerim, bu mesele çok önemlidir. Sakın sebeplere tesir-i hakiki vermeyelim. Sebepler sadece bir perdedir. Her şeyin sahibi Allah’tır. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.
“Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilaçtır.” (25. Lem’a)
(Hâzık: Maharetli / Mütedeyyin: Dinine bağlı, dindar)
Risale-i Nur çok katmanlı bir eserdir. Herkes kendi birikimi ve muhakemesine göre bir hisse alır. İki kişi aynı cümleyi okur ama hisseleri aynı olmaz. Bu cümle bu sözüme güzel bir misaldir. Şöyle ki:
Üstadımız, “Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak” dedi. Ben bir fıkıhçı gözüyle cümleye baktığımda “mütedeyyin” kelimesi bana tebessüm ediyor. Çünkü bu kelime fıkıhta bir ihtilafın sebebidir. Meseleyi örnekle anlatayım:
Bir kimse abdest aldığında nezle, grip, ateş yükselmesi veya buna benzer bir hastalığın meydana gelmesinden korkarsa ya da suyu kullandığı takdirde hastalığının artmasından veya uzayacağından endişe ederse teyemmüm edebilir. Bu gibi durumlar tecrübeyle veya bir doktorun söylemesiyle bilinir. Hanefi ve Hanbeli mezheplerine göre, doktorun Müslüman olması şarttır. Şafiî ve Maliki mezheplerine göre ise Müslüman olması şart değildir.
İlginçtir ki: Üstad Hazretleri Şafiî olmasına ve Şafiîlere göre, doktorun Müslüman olması şart olmamasına rağmen, Üstadımız “mütedeyyin hekimler” diyerek, Hanefi ve Hanbeli mezheplerinin görüşüyle amel edilmesini tavsiye etmiş.
Bir örnek daha vereyim:
Bir kimse açlıktan veya susuzluktan dolayı helak olacağından veya aklına bir noksanlık gelmesinden korkacak olursa orucunu bozabilir. Ancak bu korku ya bir tecrübeye ya kuvvetli bir zanna ya da bir doktorun haberine dayanmalıdır.
Hanefi ve Hanbeli mezheplerine göre, doktorun Müslüman olması şarttır. Yani bu iki mezhebe göre, Müslüman olmayan bir doktor, “Orucunu boz yoksa aklın gidecek, hayatın tehlikeye girecek.” dese, onun sözüyle amel edilmez.
Şafiî ve Maliki mezheplerine göre ise Müslüman olması şart değildir; kâfir olan bir doktorun sözüyle amel edilebilir.
Üstad Hazretleri, doktorun “mütedeyyin” olması gerektiğini söyleyerek Hanefi ve Hanbeli mezheplerinin görüşünü tercih ediyor.
Cümleyi tekrar okuyarak metne devam edelim:
“Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilaçtır. Çünkü ekser hastalıklar sû-i istimalattan, perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesayada bulunur. Sû-i istimalattan, israfattan meneder, teselli verir. Hasta o vesaya ve o teselliye itimat edip hastalığı hafifleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.” (25. Lem’a)
(Hâzık: Maharetli / Mütedeyyin: Dindar / Sû-i istimalat: Kötüye kullanmalar / Hatîat: Hatalar / Sefahet: Aşırı derecede zevke ve eğlenceye düşkün olma / Vesaya: Vasiyetler / İsrafat: İsraflar)
Ekser hastalıkların esbabı şunlarmış:
1. Sû-i istimalat (azaları kötüye kullanma ve vazifeleri dışında çalıştırma)
2. Perhizsizlik
3. İsraf
4. Hatîat (hatalar)
5. Sefahet (aşırı derecede zevke ve eğlenceye düşkünlük)
6. Dikkatsizlik
Maddeler açık olduğundan izahına gerek duymuyorum. Bütün bu maddelerin ortak noktası “haddi aşmak”tır. Hastalığın ekserisi insanın haddini aşmasından, fıtratına müdahale etmesinden ve fıtriliği bozmasından ileri gelir.
“Amma vehmî hastalık kısmı ise onun en müessir ilacı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür. Hatta bazen onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telaşına güler.” (25. Lem’a)
(Vehmî: Gerçekte var olmadığı hâlde var sayılan / Müessir: Tesirli)
İşte vehmî hastalıkları kökünden kesecek merhem: Ehemmiyet vermemek…
Zira vehmî hastalıklar ehemmiyet verdikçe balon gibi şişer, büyür ve ağırlaşır. Eğer ehemmiyet verme uzun bir süre devam ederse hastalık fikirden çıkar kalbe yerleşir. Her vehimde biraz daha derine iner, ta kökleşir. Artık ondan kurtulmak çok zor olur.
Bu yaranın merhemi: Kadere iman, kazaya rıza, Allah’a tevekkül, hükmüne teslimiyet ve hastalığın vehmî olduğunu düşünmektir. Manasız merakı ve evhamı terk edip Allah’a teslim olmaktır. Vehmî hastalıklara ehemmiyet verilmezse söner ve gider.
Vehmî hastalıklar gölge hükmündedir. Hatta gölgeden daha zayıftır. Hani geceleri insanın gözüne bir hayal ilişir, orada bir şey var zanneder, ondan ürküp korkar; hâlbuki orada hiçbir şey yoktur.
Aynen bunun gibi, vehmî hastalıklar da böyle bir gölge ya da hayal hükmündedir. Haddizatında yoktur veya çok zayıftır. Ama insan onu merak eder, ona öyle ehemmiyet verir ve öyle dikkat kesilir ki hayal vücut bulur, gölge karşına dikilir. Bundan sonra çık başa çıkabilirsen…
Yine meseleye şuradan bakabiliriz:
— Arıların saldırısından kurtulmanın yolu onlarla kavga etmek midir?
Hayır, değildir. Biz kavga ettikçe, onları kovmaya çalıştıkça onların hücumu artar. Onlarla uğraşmaz ve lakayt kalırsak bir müddet sonra çekip giderler.
Vehmî hastalıklar da böyledir. Fikrimiz onunla meşgul olursa büyür, hücumu artar, elemi çoğalır. Ona ehemmiyet vermeyip kadere teslim olursak yok olup gider.
Öyleyse ey nefsim! Bırak vehmî hastalıkları merak etmeyi ve düşünmeyi, nazarını ondan çek, fikrini daha ehemmiyetli şeylerle meşgul et. Vehmî bir hastalıkla fikren meşgul olacağına; seni bekleyen kabri, ahiretteki hesabı, cenneti ve cehennemi düşün. Ve hakeza…
“Bu vehmî hastalık çok devam etse hakikate inkılab eder. Vehham ve asabi insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır. Hususun merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider, yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.” (25. Lem’a)
(Vehham: Çok vehimli / Asabi: Sinirli / Habbe: En ufak şey, zerre / Kubbe: Gökyüzü)
Üstadımız dedi ki: Vehmî hastalık çok devam etse hakikate inkılab eder.
Bunun sebebi şudur: Allahu Teâlâ, kulunun zannına göre muamele eder. Kul hasta olmadığı hâlde, “Şöyle hastayım, böyle hastayım.” derse, Allah da ona: “Madem sana böyle muamele ettiğimi zannediyorsun, o hâlde ben de sana öyle muamele edeyim.” der, ona zannıyla muamele eder. Hiçbir şeyi yok iken ona bir hastalık gönderir. Ya da hastalığı küçücük iken -o büyük gördüğü için- Allah hastalığını büyütür; zannıyla muamele eder.
Sonra bu kişi, olmayan hastalığına tedavi aramaya başlar. İnsafsız bir doktora ya da ehliyetsiz bir hekime rast gelir; hekim onun evhamını tahrik eder; zengin ise malı gider, malı yoksa ya aklı gider ya sıhhati…
Yazar: Sinan Yılmaz