11. Dokuzuncu Lem’a: Ey hâlıkını tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş ve korkmak ise…
DOKUZUNCU DEVA
Ey hâlıkını tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş ve korkmak ise hastalık bazen ölüme vesile olduğu cihetindendir. Ölüm, nazar-ı gaflet ve zahirî cihetinde dehşetli olduğundan ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telaş veriyor. (25. Lem’a)
(Hâlık: Yaratıcı / Tevahhuş: Ürkmek / Nazar-ı gaflet: Gafletle bakma / Zahirî: Görünürdeki)
Ey nefsim! Hastalıktan bahusus ağır hastalıklardan ürkersin, çünkü ölümden korkarsın. Ölümden korktuğun için, ölüme sebep olabilecek hastalıklardan tevahhuş edersin. Sanki hastalık olmasa ebedî yaşayacak ve dünyada daimî kalacaksın.
Bak, Üstad Hazretleri bu devada ölümün hakikatini ortaya koyuyor. Bu hakikati iyi keşfet. Bunu yapabilirsen ölümün karşısında titremeden kurtulursun.
Evvela: Bil ve kat’î iman et ki: Ecel mukadderdir, tagayyür etmez. Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar. (25. Lem’a)
(Mukadder: Ezelde takdir edilmiş / Tagayyür: Değişme)
Yani ey nefsim, takdir edilen vakit gelmeden önce ölüm yok!.. Ecel vaktin gelmemişse, dünyanın bütün hastalıkları toplanıp hücum etse seni öldüremez. Yok, ecelin gelmişse, hasta olmasan da ölürsün.
O hâlde ecelin tagayyür etmeyeceğine ve ezelde takdir edildiğine iman et; bu imanla da “hastalığın seni öldürebileceği” korkusundan kurtul. Buna kati iman etmen için sana bir ayet-i kerime göstereyim:
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلَى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاِذَا جَاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
“Eğer Allah insanları zulümlerinden dolayı hemen yakalayacak olsaydı yeryüzünde tek bir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar ertelemektedir. Ecelleri geldiğinde artık ne bir saat geri bırakılırlar ne de öne alınırlar.” (Nahl 71)
Bu ayete iman et ve şunu iyi bil ki: Ecelin ne bir saat gecikir ne de bir saat öne gelir. Hasta olduğun için ölmezsin, belki öleceğin için hasta olursun. Yani hastalık seni öldürmez, belki ölüm vaktin geldiğinde zahirî bir sebep olsun diye bir hastalık gönderilir; ta ki ehl-i gafletin nazarında haksız şikâyetlere merci olsun.
Saniyen: Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat’î, şeksiz, şüphesiz bir surette, Kur’an-ı Hakîm’in verdiği nur ile ispat etmişiz ki ehl-i iman için ölüm… (25. Lem’a)
(Saniyen: İkinci olarak / Sureten: Dış görünüş itibarıyla / Şek: Şüphe)
Üstad Hazretleri bu makamda ölümün altı hakikatini beyan ediyor. Tabii bu hakikatler ehl-i iman içindir, ehl-i küfür için değil. Madem biz elhamdülillah ehl-i imanız, o hâlde ölümün bize bakan bu yüzünden istifade etmeliyiz. Önce bütün maddeleri peş peşe okuyalım, sonra üzerlerinde birkaç kelamla mütalaa yapalım:
Vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîm’inin fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddimesi nazarıyla bakmak gerektir. (25. Lem’a)
(Ubudiyet: Kulluk / Bostan-ı cinan: Cennet bahçeleri / Ahz-ı ücret: Ücret alma / Mukaddime: Giriş)
Şimdi cümleler üzerinde biraz enfüsi tefekkür edelim:
Ölüm vazife-i hayat külfetinden bir terhistir: Ey nefsim, ölümden ne korkarsın? Ölüm seni şu hayatın dağdağasından ve külfetinden terhis edecek. Omzundaki yükü alacak, sana teneffüs ettirecek…
Şu dünya seni ne kadar sıkıyor değil mi? Hep daha sakin ve daha güzel bir yerlere gitmeyi, oralara yerleşmeyi hayal ediyorsun. İşte ölüm sana bu nimeti verecek. Hayalindeki yerden çok daha güzel bir memlekete gidip oraya yerleşecek, hayat külfetinden terhis olacaksın. Tabii ehl-i iman isen…
Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur: Nefsimi muhatap ederek bu madde üzerinde tefekkür etmek -eskiden beri- beni çok mutlu etmiyor; “ubudiyetten paydos” ifadesi beni hep üzüyor. Zira ubudiyet bir yük değil ki ondan paydos beni sevindirsin. Belki ubudiyet ayn-ı lezzettir ve hususi bir cennettir.
Bu sırdan dolayı, eskiden beri dualarımda derdim: “Ya Rabbi, kabri bana bir mescid yap. Orada kıyamete kadar namaz kılayım, Kur’an okuyayım.”
Yine derdim ki: “Ya Rabbi, eğer cennete girersem bana cennette bir mescid yap. Ben o mescitte ibadetle meşgul olayım.”
Bilmiyorum, eskiden beri “ubudiyetten paydos” ifadesi beni hep müteessir etti. İbadet öyle lezzetli bir şey ki nefsim dahi ondan paydos etmek istemiyor.
Eğer nefsi ibadetten paydosla telezzüz edecek varsa, işte Üstad Hazretleri o nimeti önüne koydu. Alsın telezzüz etsin ve bir teselli bulsun…
Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir: Ey nefsim, nereye gidiyorsun bilir misin? Hani Medine’ye gittiğinde, kabrinin yanında bütün gün durduğun Zat var ya -ki onun yanında durmak sana dünyanın en lezzetli şeyi gelirdi- işte onun yanına gidiyorsun. Belki ona komşu olmaya, elinden şerbet içmeye, aynı sofrada oturmaya ve karşılıklı koltuklarda oturup muhabbet etmeye gidiyorsun.
O zat-ı nurani (a.s.m.)’ın yanında 124 bin enbiya… Onların da arkasında hadsiz sahabe, evliya ve asfiya… İşte böyle bir cemaatin yanına gidiyorsun! Öyleyse bu hüzün ne?.. Ölen anneni, babanı, eşini, evladını ve dostlarını saymıyorum bile…
Hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır: Ey nefsim! Cenneti istersin, ebedî saadeti istersin, Allah’ın rü’yetine mazhar olmak istersin; sonra da ölümden korkup kaçarsın. İyi de onlara kavuşmanın vasıtası ölümdür. Ölmeden cennete girmek ve Allah’ı görmek yok. Öyleyse ne diye ölümden korkup kaçarsın? Seni hakiki sevgiliye ve ebedî makam-ı saadetine ulaştıracak ölümden kaçılır mı? Ve böyle bir ölüm bin canla istenmez mi?
Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir: Ey nefsim, bu dünya bütün şaşaasıyla cennete kıyasla bir zindan hükmündedir. Hatta Üstadımızın ifadesiyle, bu dünyanın bin sene mesudane hayatı, cennetin bir saatlik lezzetine mukabil gelemez. O cennetin dahi bin senelik lezzeti, Allah’ı görmekle hasıl olan lezzetin bir saatine mukabil gelemez.
İşte ey nefsim! Sen bu diyar-ı lezzete gidiyor, bostan-ı cinana sevk ediliyorsun. Ölüm bunlara bir davettir. O hâlde bu davete merdane icabet et. Onu korkarak değil, gülerek karşıla…
Hem Hâlık-ı Rahîm’inin fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir: Ey nefsim, hakikatte bir ücretin yoktur. Sen ücretini geçmişte almışsın. Yaptığın nakıs ubudiyet, sana geçmişte verilen nimetlere zayıf bir şükürdür. Hatta bütün ibadetini üst üste koysak, tek bir gözünün şükrünü eda edemezsin. Lakin Hâlık-ı Rahîm’in kerimdir. Sana fazlından ihsan edecek. Bu ücret sen hak ettiğin için değil, O cömert olduğu için…
İşte ölüm, yaptığın nakıs ve kusurlu hizmete mukabil ücret almaya bir nöbettir. Yahu bir işçinin en mutlu anı, işini bitirip ücretini aldığı andır. Sen de ücret almaya gidiyorsun. Öyleyse sevin, bugün şeb-i arûs günüdür.
Ey nefsim! Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddimesi nazarıyla bakmak gerektir.
Mezkûr cümleler üzerinde uzun uzadıya tefekkür etmek gerekir. Bu cümlelerin tefekkürü benim bir günlük dersimdir. Sizleri sıkmamak için dersimi kısa kestim. Ama siz dersinizi kısa kesmeyin, gününüzü bu cümlelerin tefekkürüyle geçirin.
Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. (25. Lem’a)
(Ehlullah: Allah ehli olan evliyalar / İdame: Devam / Hayrat: Hayırlar)
Üstadımız müşkil bir sorunun cevabını verdi. O soru şudur:
— Bazı veli zatlar ölümü istememişler ve ölümden korkmuşlar. Onlar veli iken, ölümden niçin korkup kaçmışlar?
İşin hakikatini bilmeyenler zannediyorlar ki onlar ölümden korkmuş da kaçmış… Hayır, hiç öyle değil! Onlar Allah’a daha fazla ibadet edebilmek; daha fazla namaz kılmak, daha fazla secde etmek, daha fazla Kur’an okumak; hülasa, daha fazla ibadet etmek için ölümü istememişler.
Bizim ölümden kaçışımız ölümün hakikatini bilmeyişimizden ya da ahirete götürecek amelimizin olmayışındandır. Onların istemeyişi ise Allah’a olan muhabbetlerinden ve ubudiyetten aldıkları lezzettendir. Aramızda dağlar kadar fark vardır!
Evet, ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için zulümat-ı ebediye kuyusudur. (25. Lem’a)
(Zulümat-ı ebediye: Ebedî karanlıklar)
Ölümün hakikati hakkında bütün bu sayılanlar ehl-i iman içindir. Ehl-i iman için ölüm bir rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet ise ölümün bu yüzünden mahrumdur. Ölüm onlar için bir zulümat-ı ebediye kuyusudur.
Ya Rabbi! Sana sonsuz hamdüsena olsun, bize iman nimetini verdin ve ehl-i iman yaptın. Bu imanla da ölümü bizler için bir rahmet kapısına çevirdin.
Yazar: Sinan Yılmaz