14. On ikinci deva: Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kalan ve o mahrumiyetten…
ON İKİNCİ DEVA
“Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf eden hasta!” (25. Lem’a)
Bu deva ibadet ve zikir aşığına yani âbide ve zâkire.
Ey nefsim, senin bu devadan pek nasibin yoktur. Zira ibadete ve zikre karşı bir aşkın yok ki hastalık sebebiyle onlardan mahrum kaldığına yanasın. Senin tek yandığın şey, dünya zevklerinden mahrum kalmaktır. Bu sebeple, bu makamda seninle konuşmayacak; ibadet ve zikir âşığıyla konuşacağım.
Ey hasta âbid ve sıhhatini kaybeden zâkir! Bak, Üstad Hazretleri, derdine derman olacak bir teselliden bahsediyor:
“Bil ki hadisçe sabittir ki müttaki bir mümin, hastalık sebebiyle yapamadığı daimî virdinin sevabını, hastalık zamanında yine kazanır.” (25. Lem’a)
(Müttaki: Takva sahibi olan)
Ukbe b. Amir’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
“Kul hastalanır veya yolculuğa çıkarsa, daha önce mukim ve sağlam olduğu zamanlarda yaptığı amellerinden ötürü, aldığı ücretin aynısı kendisine yazılır.” (Ahmed b. Hanbel, 4/410, 418; Buharî, Cihad, 134)
İşte sana bir müjde ey âbid! İbadet edemediğine üzülme; çünkü Allah, etmiş gibi kabul ediyor. Zikir çekemediğine tasalanma; çünkü Allah seni çekmiş sayıyor.
Gerçi şunu da biliyorum: Seni asıl üzen şey -eğer sen gerçekten âbid ve zâkirsen- bu ibadetlerin sevabından mahrum kalmak değil. Seni asıl üzen şey, Allah ile olan ünsiyetinin kaybolması ve ibadetten aldığın lezzetin -muvakkaten de olsa- son bulmasıdır.
Dolayısıyla sana, “Üzülme, aynı sevabı alırsın.” desek, sen yine üzüleceksin. Çünkü sen lezzeti ibadette, zikirde, fikirde, kıyamda, secdede ve Allah ile ünsiyette bulmuşsun. Hastalık bu lezzete son verdiği ve bu ünsiyete mâni olduğu için üzülüyorsun. Sevap baki olsa da kalbin sevapla tatmin olmuyor; illa ibadet istiyor, zikirde yanmak istiyor…
“Farzı, mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkülle ve farzlarını yerine getirmekle o ağır hastalık zamanında sair sünnetlerin yerini -hem halis bir surette- hastalık tutar.” (25. Lem’a)
Şöyle sorulsa: Hastalık anında yapılamayan ibadetlerin sevabı hangi şartlarla kula yazılır?
Üstadımız bu makamda bu şartları beyan ediyor. Bu şartlar şunlardır:
1. Farzları mümkün olduğu kadar eda etmek.
2. Hastalığa sabır göstermek.
3. Allah’a tevekkül etmek.
İşte bu şartları yerine getiren bir hasta, hastalık zamanında yapamadığı ibadetlerin sevabını aynen alır. Yani sağlıklı iken hangi ibadetleri yapıyor ve bu ibadetlere mukabil hangi sevabı alıyorsa; hasta olduğunda -o ibadetleri yapmaksızın- aynı sevabı alır. Hastalık zamanında yapamadığı ibadetlerin ve eda edemediği sünnetlerin yerini -hem de daha halis bir surette- hastalık tutar. Bu, Rabbimizin bir ikramı ve ihsanıdır.
Ya Rabbi, sen ne kadar cömertsin! Kulun işlemediği amellerin sevabını onun amel defterine yazıyor, yapmadığı ibadetlere mükâfat veriyorsun!..
“Hem hastalık insandaki aczini, zaafını ihsas eder.” (25. Lem’a)
Ey nefsim, tekrar sana döndüm. Bu makam senin makamın:
Sen kendini demirden ve çelikten zannederdin. Zannederdin ki ölümsüzsün; nihayet derecede kuvvetli ve kavisin. Kıyamete kadar yaşayacaksın ve hiçbir musibet sana isabet etmeyecek. Her daim gülecek ve hayattan hep keyif alacaksın…
Ne oldu?.. Hastalık gaflet perdesini bir anda yırttı değil mi? Aczini ve zaafını nasıl da anladın!.. Hiç de öyle zannettiğin gibi kuvvetli değilmişsin. Mayanda aczden ve fakrdan başka hiçbir şey yokmuş değil mi?..
İşte hastalık seni firavunluktan kurtardı; mevhum rububiyetini hâk ile yeksan etti. Bu cihetten hastalığa bin şükretmen lazım. Hasta olmasaydın belki bir Nemrut olur ya da Firavun gibi “Ben sizin yüce Rabbinimiz.” derdin.
“O aczin lisanıyla ve zaafın diliyle hâlen ve kâlen bir dua ettirir.” (25. Lem’a)
Ey nefsim! Aczini ve zaafını derk ettiğinde nasıl da duaya başladın; alnın secdeden kalkmaz oldu. Boynunu bükmüş hâlinle ve lisanının kâliyle ne güzel dua ediyor, Allah’a yalvarıyorsun.
Yahu bu hastalık ne güzel bir mürşidmiş!.. Ben sana bu hakikatleri yıllarca anlattım da öğretemedim. Hastalık bir geldi, bir mürşid-i kâmil gibi seni hidayete sevk etti. Eee, sana böyle bir mürşid lazımmış! Sen ancak onun dilinden anlarsın. Şükür et ki o gönderildi. Yoksa ahirette hâlin nice olurdu, Allah bilir!..
“Cenab-ı Hak, insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş ta ki daimî bir surette dergâh-ı İlahiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin.” (25. Lem’a)
Ey nefsim! Sana verilen aczin ve zaafın sebebini öğrendin mi? Sebebi, daimî bir surette dergâh-ı İlahiyeye iltica edip niyaz ve dua etmendir.
Ancak sen aczinin ve zaafının farkına varamadın, bu cihetini keşfedemedin. İşte hastalık sana bu cihetini keşfettirmek için geldi. Bak bir geldi, nasıl da kendini keşfettin; aczden ve zaaftan başka hiçbir şeyin olmadığını nasıl da anladın!..
Hastalık birden sendeki acz ve zaaf madenini işletmeye başladı. Bu maden altın madeninden daha kıymetlidir. Bu madenden dua ve niyaz çıkar. Sen de şükürle bu madeni çalıştır. Bu madenin kazma küreyi hastalık ve musibetlerdir.
“ قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ yani “Eğer duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” ayetinin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samimi dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan şekva değil, Allah’a şükür etmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu, afiyeti kesbetmekle kapamamak gerektir.” (25. Lem’a)
(Hikmet-i hilkat: Yaratılışın hikmeti / Sebeb-i kıymet: Kıymet sebebi / Şekva: Şikâyet / Kesbetmek: Kazanmak)
Ey nefsim! Sen dua ve niyaz için yaratılmış, ibadet için halk olunmuşsun. Baksana ayet-i kerime ne diyor? Diyor ki: “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?”
Demek senin Allah katındaki kıymetin dua ve niyaz iledir. Ne kadar çok dua ve niyaz edersen, Allah katında o derece kıymet kazanırsın.
Şimdi sana dua için bir kırbaç lazım. Seni dua ve niyaza sevk edecek, alnını secdeye koyduracak; boynunu büktürüp seni dergâh-ı İlahiyeye sevk edecek bir kırbaç…
İşte bu kırbaç hastalık ve musibetlerdir. Bu kırbacı bir yedin mi dua ve niyaza başlar hem de ağlaya ağlaya edersin.
Ben dahi bu hakikati nefsimle tasdik ediyorum. Zira bu yakınlarda bu kırbacı öyle bir yedim ki gaflet perdemi birden paramparça etti. Beni duaya ve ibadete öyle bir sevk etti ki ne gözümden yaş dindi ne de dilimden dua eksildi…
O hâlde ey nefsim, şimdi sana soruyorum:
— Sendeki acz ve zaaf madenini çalıştıran ve bu madenden dua ve niyaz cevherini çıkaran hastalık mı evladır yoksa seni gaflete sürükleyen sağlık mı?
Eğer ahiretini düşünüyorsan diyeceksin ki: Hastalık evladır hem de milyon kere evladır.
O hâlde ey nefsim! Hastalığa bu nokta-i nazardan bak. Ondan şikâyet değil, Allah’a şükret. Hastalığın açtığı dua musluğuyla kovanı iyice doldur. Eğer sıhhat gelip çeşmeyi kapatırsa ondan mesrur değil, mahzun ol. Eğer hakikat ehliysen böyle yaparsın. Yok, hakikatten nasibin yoksa, ben zaten sana boşuna konuşuyorum…
Yazar: Sinan Yılmaz