13. On birinci deva: Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber…
ON BİRİNCİ DEVA
Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber; evvelki hastalığından bugüne kadar o hastalığın zevalindeki bir lezzet-i maneviye ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiye veriyor. (25. Lem’a)
(Zeval: Sona erme)
Ey nefsim! Gel, şöyle bir geçmişe bakalım… Önce keyif ve lezzetle geçen anılarımızı düşünelim. Ne günlerdi değil mi?..
Nefsim: Evet, ne güzel günlerdi. Denizlerde yüzer, bahçelerde keyif eder; seyahat eder farklı yerler görürdük. O günleri çok özlüyorum ya… Keşke zamanda geri gidebilsek ve o anları bir daha yaşayabilsek. Bak, şimdi beni efkârlandırdın. Derinden bir of çekiyorum. Hani bir gün…
Dur nefsim dur! Şimdi seninle maziye bir dalsak buradan çıkamayız. Her hatıradan bir hüzün ve gam akıtırsın. Çektiğin oflar semayı inletir.
Demek ey nefsim, mazideki güzel günleri düşündüğünde bu günlerin geçmiş olması sana elem veriyor. Bunun sebebi, zeval-i lezzetin (lezzetin son bulmasının) elem olmasıdır.
Şimdi de ey nefsim, geçmiş günlerdeki sıkıntıları düşünelim. Hasta olduğun anları, musibete uğradığın zamanları hayal edelim…
Nefsim: Bin şükür olsun o günler geçti. Neydi ya o ameliyatın; ne sıkıntılar çekmiştik…
Dur nefsim dur! Daha fazla dalmayalım. Sadece şunu görmeni istedim: Geçmişteki sıkıntılı günleri düşündüğünde oh diyor, şükür ediyorsun. Bundan da gönlüme şöyle bir tasvir geldi:
Maziye iki ağaç dikmişiz. Biri şükür ağacı, diğeri hüzün ağacı… Başımıza gelen her bir musibet ve hastalık, vazifesini yapıp bizi terk ettiğinde şükür ağacının bir meyvesi oluyor. Yani biz o anı daha sonra hatırladığımızda bize şükür dedirtiyor ve manevi bir lezzeti ihsas ediyor. Yaşadığımız lezzetli ve keyifli anlar ise hüzün ağacının bir meyvesi oluyor. Yani bir şeyden kısa bir zaman lezzet alıyoruz, sonra lezzetin bitmesiyle hüzün ağacının bir meyvesi oluyor; istikbalde bize ah, of dedirtiyor.
Madem hakikat böyledir; o hâlde şükür ağacımızın meyveleri olacak hâletten sıkılmamalı, belki hüzün ağacının meyvesi olacak lezzetlerden kaçmalıyız.
Ey nefsim! İşte keyifli günler geldi geçti.
— Peki, elde ne kaldı? Bugüne ne faydası var?
Elde kalan sadece elemleri. Bugüne hiçbir faydası yok, sadece elemi var.
— Peki, musibetli günler de geldi ve geçti. Onlardan elde ne kaldı?
Onların ne gamı ne kederi kaldı. Ancak sevabı kaldı, uhrevi mükâfatı kaldı, günahlarımıza kefaret olması kaldı, bugün bize lezzet verip şükür ettirmesi kaldı.
Bugünden belki bu saatten sonraki zamanda hastalık yok, elbette yoktan elem yok; elem olmazsa teessür olamaz. Sen yanlış bir surette tevehhüm ettiğin için sabırsızlık geliyor. (25. Lem’a)
Üstad Hazretleri İkinci Lem’a’da şöyle diyor:
“Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek ahmaklıktır. ‘Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım.’ diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selbediyor.” (İkinci Lem’a)
(Mütemadiyen: Devamlı / Adem: Yok / Belâhet: Ahmaklık / Selbetmek: Yok etmek)
Ey nefsim! Gelecek günleri düşünür, o günlerde sana isabet etmesi muhtemel olan musibetlere ağlarsın. Hâlbuki daha o günler gelmemiş. O vakte yetişmeye elinde ne senedin var ne de o vakitte o musibet olacak diye mütevatir bir haberin. Sadece zannınla hükmeder, vehminle düşünürsün. O zan ve vehim de seni böyle tehlikelere atar.
Üstad Hazretleri ne güzel dedi: Yarın aç kalacağım diye bugün devamlı yiyor musun? Ya da susayacağım diye bugün devamlı su mu içiyorsun? Hayır! Ne zaman acıksan rızık o vakitte önüne konuluyor. Ne zaman susasan rahmet o anda uzatılıyor. O hâlde istikbalin derdini çekmene gerek yok. İstikbal, nihayet derece Rahim ve Hakîm olan bir Zatın taht-ı tedbirindedir. O’na güven ve O’na tevekkül et. Yoktan ağlama ve olmayan elemi bugün çekme!..
Çünkü bugünden evvel bütün hastalık zamanının maddîsi gitmekle elemi de beraber gitmiş; kendindeki sevabı ve zevalindeki lezzet kalmış. Sana kâr ve sürur vermek lazım gelirken, onları düşünüp müteellim olmak ve sabırsızlık etmek divaneliktir. (25. Lem’a)
Bu manayı üstte tefekkür ettik. Daha geniş tefekkürünü dersten sonraya bırakalım.
Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdiden düşünüp yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm ile düşünüp müteellim olmak, sabırsızlık göstermekle üç mertebe yok yoğa vücud rengi vermek, divanelik değil de nedir? (25. Lem’a)
“Üç mertebe yok” ifadesiyle; gelecek günün yokluğu, hastalığın yokluğu ve elemin yokluğu kastedilmiş. Bu yoklara vücud rengi vermek ve olmayan elemi düşünüp müteellim olmak tam bir divaneliktir.
Bu manayı üstte tefekkür etmiştik. Daha geniş tefekkürünü yine dersten sonraya bırakalım.
Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları ise sürur veriyor. Ve madem yine bu saatten sonraki zaman madum, hastalık madum, elem madumdur. Sen, Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma; bu saatteki eleme karşı tahşid et “Ya Sabûr!” de, dayan. (25. Lem’a)
(Sürur: Neşe / Madum: Yok / Tahşid etme: Yığma, toplama)
Bu saatten evvelki hastalık zamanlarının sürur vermesi, zeval-i elemin (elemin son bulmasının) lezzet olması sırrındandır. Hastalığın bu saatten hatta bu dakikadan evvelki anları bitmiş ve geçmiştir. Elemi yok olmuş, geriye sadece sevapları kalmıştır. Bu cihetle hastalığın geçen anları kişiye sürur verir.
Gelecek zamanlar ise hem o günler madum hem hastalık madum hem de elem madumdur. Dolayısıyla üç mertebe yok olana vücud rengi vermek tam bir divaneliktir.
Üstadımız dedi ki: Sen, Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma; bu saatteki eleme karşı tahşid et.
Sabır kuvvetini dağıtma üzerine biraz konuşalım:
Cenab-ı Hak bir musibet gönderdiğinde, o musibete kâfi gelecek bir sabrı onunla birlikte gönderir. Faraza, musibetin şiddeti 10 ise gönderilen sabrın kuvveti de 10’dur. Musibetin şiddeti 50 ise sabrın kuvveti de 50’dir. Musibetin şiddeti 100 ise sabrın kuvveti de 100’dür. Yani musibetin şiddeti neyse sabrın kuvveti de odur.
İnsan ise sabır kuvvetini evham yolunda dağıtır, geçmişe ve geleceğe gönderir; elde kalanla da musibete dayanamaz. Burada kusur bizdedir. Çünkü Allahu Teâlâ bize sabrı gönderdi. Biz ise kullanmayı beceremedik, evham ile dağıttık.
Meseleyi biraz daha açalım:
Mesela birisinin evladı öldü. Evladın ölmesi 100 şiddetinde bir musibet olsun. Cenab-ı Hak o kişiye, bu musibete sabredebilmesi için 100 kuvvetinde bir sabır gönderiyor. Musibetin kuvveti 100 olduğundan sabır da 100’lük geliyor. Ancak evladı ölen kişi kendisine gönderilen bu 100 sabır kuvvetini iyi kullanamıyor. Çocuğunun geçmişteki günlerini ve onunla geçirdiği hatıraları düşünerek 100’lük sabır kuvvetinin 30’unu geçmişe gönderiyor. Yine “Ölmeseydi gelecekte şöyle şöyle olurdu…” diye düşünerek 30 sabır kuvvetini de geleceğe gönderiyor. Geriye kırklık bir sabır kuvveti kalıyor. Musibetin kuvveti 100 şiddetinde olup, elindeki sabır 40 kuvvetinde kaldığından artık o musibete dayanamıyor ve bağırıp çağırıp kadere isyana başlıyor. Eğer sabrını dağıtmayıp hepsini hâlihazırda kullansaydı elbette o musibete dayanabilirdi. Bu durumda yapılacak iş, elde olanı dağıtmamak ve tamamıyla o günde hatta o saat içinde kullanmaktır.
Üstad Hazretleri bu meseleyi İkinci Lem’a’da şöyle beyan ediyor:
“Birinci Harb-i Umumi’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: ‘Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım.’ diye acı bir şikâyet etti.
Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler. Rabbin olan Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki sol cenah düşman kuvveti, onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu hâlde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp merkezi zayıf bırakıp, düşman edna bir kuvvet ile merkezi harap eder.
Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü, uzun ve baki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.
O da tamamıyla bir ferah alarak: ‘Elhamdülillah’ dedi, ‘Hastalığım ondan bire indi.’” (İkinci Lem’a)
(Birinci Harb-i Umumi: Birinci Dünya Savaşı / Sürurlu: Neşeli / Şekva: Şikâyet / Adem: Yokluk / Edna: Cüz’î / Tahşid et: Topla)
Ey nefsim, temsili anladın mı? Karşındaki düşman, sana isabet eden musibettir. Onun sol cenah kuvveti, sana isabet eden elem ve sıkıntılardır. O elemler karşıdan çıkıp sana ulaştığında -velev ki bir dakika geçsin- birden maziye dökülür, geçmişte kalır ve senin sağ cenah kuvvetine dâhil olur.
Musibetin sol cenahı ise istikbalde sana gelmesi muhtemel olan kısımdır. O daha gelmemiştir ve orada hiçbir asker yoktur.
Hâl bu iken, sen sabır kuvvetinin bir kısmını maziye -hâlbuki orada artık asker yok- ve bir kısmını da müstakbele -orada da asker yok- gönderirsin. Merkezde yani hâlihazırda az bir kuvvet kalır. Düşman merkeze saldırır, seni o dakikada öldürür, helak eder.
Ey nefsim! Bu misali iyi anla ve iyi uygula ki musibete dayanabilesin.
Yazar: Sinan Yılmaz