19. On yedinci deva: Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta…
ON YEDİNCİ DEVA
“Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta! Şükret, hayratın en halisinin kapısını sana açan hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve lillah için hastaya bakıcılara sevap kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.” (25. Lem’a)
(Hayrat: Hayırlar / Şekva: Şikâyet / Mütemadiyen: Devamlı olarak / Lillah: Allah rızası için)
Ey nefsim, senin bu devadan -en azından şimdilik- nasibin yoktur. Zira hayrata karşı bir aşkın yok ki hastalık sebebiyle ondan mahrum kaldığına şekva edesin. Senin şekva ettiğin tek şey, dünya zevklerinden mahrum kalmaktır. Yine hasta bakıcı değilsin ki zahmetine bir teselli bulasın. Bu sebeple, bu makamda seninle konuşmayacak; hayrat âşığı hastayla ve hasta bakıcıyla konuşacağım.
Ey hayrata düşkün hasta ve hasta bakıcı! Hasta olmanız veya hastaya bakmanız sebebiyle hayırlara koşamadığınızı düşünüp sakın mahzun olmayın. Zira hastalık, hem hastaya hem hasta bakıcıya halis bir sevap kazandırmakla birlikte, duanın kabulüne de mühim bir vesiledir.
Bakın, Üstad Hazretleri bu devada, derdinize derman olacak bir teselliden bahsediyor:
“Evet, hastalara bakmak ehl-i iman için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyyedir; keffaretü’z-zünub olur. Hadiste vardır ki: “Hastaların duasını alınız, onların duası makbuldür.” Bahusus hasta, akrabadan olsa hususan peder ve valide olsa onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevaptır. Hastaların kalbini hoşnut etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer.” (25. Lem’a)
(Keffaretü’z-zünub: Günahlara kefaret)
Ey hasta bakıcı! İşte sana kâr içinde kâr:
1. Hastalara bakmak ehl-i iman için mühim sevaptır. Sen ehl-i iman olman hasebiyle bu sevabı kazanıyorsun.
2. Hastaların keyfini sormak ve hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek sünnet-i seniyyedir. Sen bu sünnetin sevabını da kazanıyorsun. Şunu bir düşünsene: Sadece kısacık bir ziyaretle bu sünnet eda ediliyor ve eda edene sevap kazandırıyorsa; acaba her daim hastanın başında olan sen, nasıl bir sevap kazanıyor ve ecre müstahak oluyorsun?..
3. Hasta ziyareti günahlara kefarettir. Yine şunu bir düşün: Sadece beş-on dakika bir ziyaretle kişinin bir kısım günahları siliniyorsa; acaba hastanın başında olan senin günahların nasıl siliniyor ve amel defterin nasıl temizleniyor?..
4. Hastanın duası makbuldür. Bu hususta, “Hastaların duasını alınız, onların duası makbuldür.” hadis-i şerifi vardır. Sen her an hastanın makbul duasını almakla ne büyük bir kâr elde ediyorsun, bunun fakında mısın?
5. Hele hasta akraban olsa, anne ve baban olsa bunun sevabı daha büyüktür. Zira bunda hem akrabalık hukukunu muhafaza etmenin hem de anne-babaya hizmet etmenin ayrı bir sevabı vardır. Bu sevabı kazandığın için kendini bahtiyar bil; şikâyet değil şükür et.
6. Hastanın kalbini hoşnut etmek ve teselli vermek mühim bir sadaka hükmündedir. Sen bu sadakayı her daim veriyorsun.
Bu kârları kazanan hiç üzülür mü? Eğer hasta baktığına üzülen varsa, vallahi bu kârları bilmediğindendir.
“Bahtiyardır o evlat ki peder ve validesinin hastalık zamanında, onların seriü’t-teessür olan kalplerini memnun edip hayır dualarını alır.” (25. Lem’a)
(Seriü’t-teessür: Çabuk müteessir olan ve üzülen)
Babam vefat ettiğinde dünya başıma yıkılmıştı. Üç gün hastanede yattı, dördüncü gün kabre girdi. Hâlâ içimde bir yaradır ki babama yeterince hizmet edemediğimi düşünür ve üzülürüm. O günden bugüne hep derim ki: Keşke babamı sırtımda taşıyabilseydim. Hasta olsaydı da yanında geceleseydim. Gözünün içine bakıp bir şey istiyor mu deseydim.
Babamın yatalak hasta olmaması ve benim ona hizmetimin geçmemesi, babamın ölümü üzerinden 15 sene geçmesine rağmen hâlâ beni üzmektedir. Bazen annemle konuşurken derim: Ya anacağım, biraz babama hizmet etseydim. Ona hasta iken baksaydım. Onu sırtımda taşısaydım…
Ey anne-babası hasta olan kardeşim! Senin elinde bir define var. Sakın bu defineyi kaybetme. Onlara hizmeti en büyük ibadet bil ve öyle muamele et.
“Evet, hayat-ı içtimaiyede en muhterem bir hakikat olan, peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemal-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evladın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefadar levhaya karşı, hatta melaikeler dahi “Mâşâallah, bârekellah” deyip alkışlıyorlar.” (25. Lem’a)
(Hayat-ı içtimaiye: Sosyal hayat, toplum hayatı / Kemal-i hürmet: Tam bir hürmet / Şefkat-i ferzendane: Evlada yakışır surette şefkat gösterme)
— Şu dünyada, anne-babanın evladına karşı olan şefkatinden daha muhterem bir hakikat var mıdır?
Değil insan, korkak tavuk bile yavrusu için köpeğin önüne atlıyor; kendisini feda ediyor, yavrusunu yaşatıyor.
Bir evlat, bütün ömrünü kendisine harcayan ve kendisi için canını feda edebilecek olan anne-babasını kırsa, onlara hürmetle mukabele etmese, Allah’ın gazabını nasıl celbeder, izaha gerek var mıdır?
Eğer anne-babasının şefkatine mukabil o da onlara hürmet gösterse, evlada yakışır bir tarzda onlara merhamet etse, o evladı melekler dahi alkışlar; “Mâşâallah, bârekellah” der.
Ey nefsim! Bu alkışı istemez misin? Onlar sana “Mâşâallah, bârekellah” diyeceğine beddua etse hasaretin nasıl olur, bunu hiç düşünmez misin?
“Evet, hastalık zamanında, hastalık elemini hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var.” (25. Lem’a)
İnsan hasta oldu mu dost ve akrabaları onu ziyarete gelir; küs olduklarıyla barışır. Hastanın etrafı birden bayram yerine döner.
Dostların ziyareti, hastaya şefkat ve merhamet göstermeleri, ona hatırını sorup teselli vermeleri, eski günlerden dem vurup maziye dalmaları kişiye öyle bir lezzet verir ki bu lezzet hastalığın elemini hiçe indirir.
Hatta bazen oluyor ki on yıldır görüşmeyen insanlar hastalık sebebiyle görüşüyor. Bu görüşmede öyle bir lezzet hasıl oluyor ki hastalığın elemini binden bire indiriyor.
“Hastanın duasının makbuliyeti, ehemmiyetli bir meseledir. Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki duanın neticesi uhrevîdir (Haşiye) kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalık ile aczini anlayıp dergâh-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim hâlde, duam zahirî kabul olmadığından duayı terk etmek kalbime gelmedi.” (25. Lem’a)
“Haşiye: Evet, bir kısım hastalık duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine sebep olsa duanın vücudu kendi ademine sebep olur; bu da olamaz.”
(Uhrevî: Ahirete ait / Sebeb-i vücud: Varlık sebebi / Adem: Yokluk)
Üstadımız İkinci Devada şöyle demişti: Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri, müsbet ibadettir ki namaz, niyaz gibi malum ibadetlerdir. Diğeri, menfi ibadetlerdir ki hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder. Hâlık-ı Rahîm’ine iltica eder, yalvarır. Halis, riyasız, manevi bir ibadete mazhar olur.
İnsan sadece namaz gibi, zekât gibi, hac gibi müsbet ibadetlerle mükellef değildir. Onun bir vazifesi daha vardır ki o da şudur: Aczini bilip Allah’ın kudretine, fakrını bilip Allah’ın rahmetine, kusurunu bilip Allah’ın kemaline ve zaafını bilip Allah’ın kuvvetine iltica etmektir. O kudret ve rahmet dergâhında boyun bükmektir. Bu, insanın menfi ibadetidir.
— Peki, insan bu kibriyle ve kendini böyle çelikten bilmesiyle bu menfi ibadeti nasıl eda edecek?
Ona bir kamçı ve mürşit lazım… İşte hastalık o kamçı ve mürşittir. Ona aczini, zaafını ve fakrını bildirir. Taştan olmadığını, demirden olmadığını; her vakit ölüme ve zevale maruz olduğunu hissettirir. O da onun dersiyle acz ve fakr elbisesini giyer; kudret-i Rabbaniye ve Rahmet-i İlahiye önünde boyun büker ve halis bir ubudiyet yapar.
Çok müsbet ibadet vardır ki ona riya girmiş ve sum’a (başkasının bilmesinden hoşlanmak) bulaşmıştır. Menfi ubudiyete ise bu riya giremez. O halistir ve Allah içindir. Zira o, kalbin işidir. Kalbe Allah’tan başka kim nazar edebilir ki riya ve gösterişe düşsün.
Hülasa: Dua bir ibadettir. Hastalık ve musibetler de kişiye bu ibadeti yaptırtan birer kamçıdır. Duanın neticesi, dua edilen şeyin ele geçirilmesi değildir. Duanın neticesi uhrevidir ve bizatihi ibadettir.
Şu meseleyi de biraz açalım: Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki duanın neticesi uhrevidir.
Mesela bir hastalıktan şifa için dua ediyor olalım… Eğer duamız kabul olup hastalığımız kaldırılsa, bu durumda, şifa için yaptığımız dua son bulmuş olur. Böyle olunca da duamız duamızı kaldırmış olur. Yani şifa için yaptığımız duanın kabulü, yaptığımız duaya son vermiş ve onu kaldırmış olur. Zira artık şifa bulduk, ne diye şifa için tekrar dua edelim?
Bu durumda da duanın (şifa için yapılan duanın) duayı (bizzat duanın kendisini) kaldırması söz konusu olur. Bu da yapılan duanın ademine sebep olur. Hâlbuki hastalıklar duanın sebeb-i vücududur. Bu çıkmazın çözümü şudur:
Dua hastalığın ref’i (kaldırılması) için değil, ibadet için edilir. Hastalıklar sadece duanın vaktidir.
Bu meseleden aklıma şu meseleyi izah etmek geldi. Belki meselemizi tamamlar:
Üstadımız diyor ki: İhlası kazandıran, harekatındaki sebebi sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı. (Mesnevi-i Nuriye)
Bu cümleyi biraz mütalaa edelim:
Üstadımız ihlası üç maddeyle ifade etti:
1. İbadeti ve ameli sadece Allah emrettiği için yapmak.
2. O amelle sadece Allah’ın rızasını talep etmek.
3. Allah’ın vazifesine karışmamak.
Mesela Cevşen okuyan birisini düşünelim. Ona şöyle sorsak:
— Sen bu Cevşen’i niçin okuyorsun?
O demeli ki:
— Cenab-ı Hak kendisine dua etmemizi ve güzel isimleriyle O’nu methüsena etmemizi emretmiş. Ben Cevşen’i, Allah’ın bu emrinden dolayı okuyorum. Başka hiçbir gayem yok.
Yine ona sorsak:
— Peki, bu ibadetin karşılığında ne bekliyorsun?
O demeli ki:
— Sadece Allah’ın benden razı olmasını, beni kulluğuna kabul etmesini ve bana “kulum” demesini istiyorum. Bu virde terettüb eden hiçbir dünyevi menfaati beklemiyor, onları ibadetimin gayesi yapmıyorum. Hatta verilse mahzun oluyorum. Çünkü cennetin baki meyvelerini, dünyada fâni bir şekilde yemiş oluyorum.
Sorularımıza bu şekilde cevap verebilen, duasını buna gören yapan ve virdine bu niyetle devam eden kimse, ihlası anlamış ve kazanmıştır.
Metne devam edelim:
“Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değil… Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse fazlından verir.” (25. Lem’a)
Bu sırrı iyi anlamalıyız, zira duanın kabulü bu sırrı anlamamıza bağlıdır. Şöyle ki:
Üstad Hazretleri Mesnevî’de şöyle diyor: Adem-i kabul esbabından biri de duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aksülamel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.
(Adem-i kabul: Kabul edilmeme / Esbab: Sebepler / Matlub: İstek / Aksülamel: İşin tersi)
Metni bir parça mütalaa edelim:
İbadetin sebebi, Allah’ın emretmesidir. Neticesi de Allah’ın razı olmasıdır. İnsan bir ibadeti, Allah emrettiği için yapar; o ibadetten de sadece Allah’ın rızasını bekler. İbadetler için tayin edilen zamanlar, ibadetin sebebi değil vaktidir. Mesela:
Akşam namazı güneş batınca kılınır. Şimdi biz akşam namazını, güneş battığı için mi kılıyoruz?
Hayır! Allah akşam namazını o vakitte emrettiği için kılıyoruz. Güneşin batması namazın sebebi değil, sadece vaktidir.
Yine sabah namazını imsak vakti girince kılıyoruz. Şimdi biz sabah namazını, imsak vakti girdiği için mi kılıyoruz?
Hayır! Allah sabah namazını o vakitte emrettiği için kılıyoruz. İmsak vakti namazın sebebi değil, sadece vaktidir.
Yine husuf ve küsuf namazlarını kılıyoruz. Küsuf namazını, güneş tutulduğu zaman; husuf namazını da ay tutulduğu zaman kılıyoruz. Şimdi biz bu namazları, güneş ve ay tutulduğu için mi kılıyoruz?
Hayır! Allah bu namazları bu iki vakitte emrettiği için kılıyoruz.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. İşin özü şu: Vakitler ibadetlerin sebebi değil, sadece eda zamanlarıdır. İbadetlerin sebebi, Allah’ın emretmesi; neticesi de Allah’ın kulundan razı olmasıdır.
Bu hakikat dua için de geçerlidir. Zira dua da bir ibadettir hatta ibadetin özüdür. Duanın sebebi, ihtiyacın tahsili değildir. Bilakis ihtiyaçlar duanın vaktidir. Nasıl ki ibadet, Allah emrettiği için yapılıyor ve neticesinde sadece Allah’ın rızası bekleniyor; aynen bunun gibi, dua da Allah emrettiği için edilmeli ve sadece Allah’ın rızası beklenmelidir. İhtiyaçlar sadece duanın vakti olmalıdır. Mesela:
Yağmurun uzun zaman yağmadığı zamanlarda yağmur duasına çıkılır. Yağmur duası, yağmur yağsın diye yapılmaz. Yağmur duası bir ibadettir. İbadetin sebebi Allah’ın emretmesi, neticesi de Allah’ın rızasıdır. Yağmur duası da bu niyetle olmalıdır. Yağmursuzluk vakti, bu duanın zamanıdır. Yağmur duasına çıkan birisi şöyle düşünmelidir: Kuraklık var, yağmur duasının vakti geldi.
Nasıl ki Allahu Teâlâ akşam namazını güneş batınca emrediyor; yağmur duasını da yağmursuzluk vaktinde emrediyor. Bu duadaki amaç, yağmurun yağması değildir. Eğer yağmur yağsın diye duaya çıkılırsa, ibadetteki ihlas kaybolduğu için yağmur da yağmaz. Allah’ın rızası için çıkılırsa, ihlas muhafaza edildiğinden yağmur da yağar.
“Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazen dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için ahiretimize çevirir, öyle kabul eder. Her ne ise…” (25. Lem’a)
(Hâlık-ı Hakîm: Hikmet sahibi yaratıcı)
Kim var ki “Ben istedim ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında yapılan bütün dualara icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin isteğinden daha güzel bir surette ona verilir.
Mesela o bir erkek çocuk ister, Allahu Teâlâ ona Hz. Meryem gibi bir kız çocuk verir. Bu durumda, “Duası kabul olmadı.” denilmez; “Duasına daha güzel bir surette icabet edildi.” denilir.
Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şey ister. Mesela zenginlik ister ama zengin olunca azacağını bilmez. Lakin her şeyin akıbetini en iyi bilen Allahu Teâlâ kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten, istediği zenginliği ona vermez, bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini yapar.
Hem bazen kişi fâni dünyasının saadeti için dua eder ama duası ahireti için kabul olunur; ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda, “Duası reddedildi.” denilmez; belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.
Madem Cenab-ı Hak hakîmdir; biz O’ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, tabip ona sıtması için sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki “O tabip hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi; maksudunun en iyisini yerine getirdi.” denilir.
“Hastalık sırrıyla hulusiyet kazanan, hususan zaaf ve aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen bir dua, kabule çok yakındır. Hastalık böyle halis bir duanın medarıdır. Hem dindar olan hasta hem hastaya bakan müminler de bu duadan istifade etmelidirler.” (25. Lem’a)
(Hulusiyet: Halislik / Tezellül: Hor ve hakir olma / Medar: Sebep)
Evet, hastalık insana bir derece hulusiyet kazandırır; insanı riyadan kurtarıp ihlasa sevk eder. Hele hasta aczini anlayıp, zaafını kavradığında öyle bir tezellül ve huşu ile dua eder ki bu dua kabule çok yakındır.
İşte hastalık böyle bir duanın medarıdır. Öyleyse bundan istifade etmeye çalışmalı ve hastalığı dua madenini işletmeye bir vesile yapmalıyız.
Yazar: Sinan Yılmaz