a
Ana SayfaYirmi Beşinci Lem'a21. On dokuzuncu deva: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri, “esmaü’l-hüsna” tabir-i Samedanîsiyle…

21. On dokuzuncu deva: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri, “esmaü’l-hüsna” tabir-i Samedanîsiyle…

ON DOKUZUNCU DEVA

“Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri, “esmaü’l-hüsna” tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki güzeldirler.” (25. Lem’a)

(Cemil-i Zülcelal: Celal sahibi güzel (Allah) / Esmaü’l-hüsna: Güzel isimler / Tabir-i Samedanî: Samed olan Allah’a mahsus tabir)

Ey nefsim bil ki: Allahu Teâlâ’nın bütün isimleri güzeldir.

– Nâfi (fayda veren) ismi güzel olduğu gibi, Dârr (zarar veren) ismi de güzeldir.

– Muiz (aziz eden) ismi güzel olduğu gibi, Müzil (zelil eden) ismi de güzeldir.

– Râfi (yükselten) ismi güzel olduğu gibi, Hâfid (alçaltan) ismi de güzeldir.

– Bâsit (açan, ferahlık veren) ismi güzel olduğu gibi, Kâbız (sıkan) ismi de güzeldir. Ve hakeza…

Zaten çirkinlik ve kusur Allah’a ârız olamaz. O Cemil-i Zülcelal bütün kusur ve çirkinliklerden münezzehtir. Hem zatı güzeldir, hem esması güzeldir, hem de ef’ali güzeldir.

“Mevcudat içinde en latif, en güzel, en cami âyine-i samediyet de hayattır.” (25. Lem’a)

(Cami: Cemeden, içine alan / Samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin Allah’a muhtaç olması / Âyine-i samediyet: Allah’ın samediyet aynası)

Ey nefsim! Hayatın esma-i İlahiyenin en latif, en güzel ve en cami aynasıdır. Evet, her bir varlık, Allahu Teâlâ’nın esmâ-i hüsnasına aynadır; ancak farklı farklı mertebede…

Elbette cansız bir varlık, hayatı olan bir varlık gibi o esmaya mazhar olamaz. Dilersen bir kelebek üzerinde bu meseleyi sana anlatayım:

Kelebek -hayat sahibi olması hasebiyle- birçok ismin tecellisine mazhardır ki bu isimler cansız varlıklarda tecelli etmez. Mesela:

– Kelebek bir tırtıldı, devamlı değişti. Hâlden hâle girip sonunda kelebek oldu. Hâlden hâle girmesiyle “Muhavvil” ve “Mukallib” isimlerine ayna oldu.

– En sonunda en kâmil şeklini aldı. Kemale ulaşmasıyla “Mükemmil” ismine ayna oldu.

– Kelebek terbiye edildi. Ona uçması ve vazifesi öğretildi. Bu cihetle “Rab”, “Mülakkın” ve “Mürebbi” isimlerine ayna oldu.

– Her bir azasına onlarca hikmet takıldı. Hikmetli vücudu ve azalarıyla “Hakîm” ismine ayna oldu.

– Beslenmesiyle “Rezzak” ve “Münevvil” isimlerine; düşmanlarından korunmasıyla “Hafîz” ve “Selam” isimlerine; kendisine hayat verilmesiyle “Muhyi” ismine ayna oldu.

– Önce kozadan, sonra tırtıldan çıkmasıyla “Fettah” ismine; nakış nakış süslenmesiyle “Müzeyyin” ismine; dengeli vücuduyla “Adl” ismine ayna oldu.

– Yumurtadan çıkmakla “Fâlik” ve “Bâis” isimlerine; kader programıyla “Mukaddir” ismine; hayatın kendisine kolaylaştırılmasıyla “Müsehhil” ve “Mühevvin” isimlerine ayna oldu.

Kelebek daha bunlar gibi birçok isme ayna oldu ki bu isimlerin hiçbiri cansız varlıklarda tecelli etmez. İşte bu cihetten hayat, mevcudat içinde en latif, en güzel, en cami âyine-i samediyettir.

“Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü güzel olan o esmaü’l-hüsnanın güzel nakışlarını gösterir.” (25. Lem’a)

(Mehasin: Güzellikler)

Ey nefsim! Madem güzelin âyinesi güzeldir. Ve madem Allahu Teâlâ nihayetsiz güzellik sahibidir ve şu mevcudat o güzelin bir âyinesidir. Elbette her bir mahluk, o güzele ayna olmak ve o güzelin mehasinini göstermek cihetiyle güzelleşir.

Madem hayatın Allah’ın esmasının en cami aynasıdır. O hâlde başına ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü güzel olan esmaü’l-hüsnanın güzel nakışlarını gösterir. Mesela:

– Hasta olursun, “Dârr” ismini gösterirsin.

– Bir belaya maruz kalırsın, “Kahhar” ismini gösterirsin.

– Sıkılıp daralırsın, “Kâbız” ismini gösterirsin.

– İşinde bir türlü muvaffak olamazsın, “Mâni” ismini gösterirsin.

– Yarışır geride kalırsın, “Muahhir” ismini gösterirsin.

Daha bunlar gibi onlarca ismi gösterir; esmâ-i hüsnaya parlak bir ayna olursun.

Madem o isimler güzeldir, o hâlde sende tecellisi de güzeldir. Zira güzelden ancak güzellik gelir.

“Hayat, daima sıhhat ve afiyette yeknesak gitse, nakıs bir âyine olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzil eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder.” (25. Lem’a)

(Yeknesak: Monoton / Nakıs: Noksan / Adem: Yokluk / Tenzil: Aşağı indirmek / Kalbetme: Çevirme)

Vücut bütün hayırların başı, yokluk ise bütün şerlerin madenidir. Her daim afiyet üzere olmak, vücuttan ziyade ademe yakındır. İşi olmayan kişilerden, “Zaman geçmiyor; canım çok sıkılıyor.” sözünü çokça duymuşsunuzdur. Bunun sebebi, istirahat döşeğindeki hayatın şerr-i mahz (tamamıyla şer) olan ademe yakın olmasıdır. Ademe yakınlığı sebebiyle kişiyi sıkar ve lezzetini kaçırır. Hastalık ve musibetler ise bu yeknesaklığı bozar, hayata bir bereket kazandırır.

Ey nefsim! Madem hakikat budur, ne diye hastalıktan şikâyet ediyorsun? Hastalıkla yeknesaklıktan kurtuldun ve her cihetten şer olan ademden bir parça uzaklaştın.

— Bu bir şükür vesilesi iken bu şikâyetin nedendir?

Hastalığın manasını bir öğrensen ve musibetin hikmetini bir keşfetsen, o zaman göreceksin ki seni korkutan ve şikâyete sebep olan hastalık ve musibetler, sana bir rahmettir, ikram-ı İlahîdir; Allah’ın lütfu ve ihsanıdır.

“Çabuk vaktimi geçireceğim diye sıkıntıdan ya sefahete ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adavet edip çabuk öldürüp geçirmek istiyor.” (25. Lem’a)

(Adavet: Düşmanlık)

Ey nefsim! Eğer hasta olmayıp her daim afiyet üzere olsaydın, bu yeknesaklık seni çok sıkardı. Sıkıntıdan kurtulmak için ya gaflete ve haramlara dalardın ya da ömrünü boş işlerle zayi ederdin.

Hani hapisteki adam zaman geçsin diye boş işlerle uğraşıp -kibritlerden gemi yapmak gibi- zamanını öldürmeye çalışır ya; sen de o adam gibi, sanki ömrüne düşmanlık edip onu öldürmek isterdin; en kıymetli hazineni en kıymetsiz işlerde harcardın.

İşte hastalık geldi seni bu zarardan kurtardı. Bu cihetle ona bin teşekkür etmeli, onu iyi ağırlamalısın.

Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa ömrün geçmesini istemiyor. ‘Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi.’ diye sıkıntısından ‘of of’ etmiyor.” (25. Lem’a)

(Tahavvül: Bir hâlden bir hâle geçmek)

Ey nefsim! Bak, hastalık sana bir defineymiş!.. Onun sayesinde hayatın kıymetini anlıyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini hissediyorsun. Hani “Harekette bereket vardır.” derler ya, sen de hastalığın sana verdiği tahavvülle bir değişime mazhar oluyor, bununla da bir bereket buluyorsun.

Eğer her günün aynı olsaydı -velev ki sarayda yaşasaydın- sıkıntıdan patlar, “Off, bugün de bir bitmedi. Artık gece olsa da yatsak.” derdin. Hastalık seni bu sıkıntıdan kurtardı; hayatına lezzet kattı.

Hem sadece afiyet anını lezzetlendirmiyor. Hastalık anı dahi bir tahavvüle maruz olduğundan, seni ayrı ayrı tavırlar ve hâller içine sokmakla sana bir nevi lezzet veriyor.

“Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde her şeyi mükemmel bir efendiden sor ‘Ne haldesin?’ Elbette ‘Aman vakit geçmiyor, gel bir şeşbeş oynayalım.’ veyahut ‘Vakti geçirmek için bir eğlence bulalım.’ gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin veyahut tûl-i emelden gelen ‘Bu şeyim eksik, keşke şu işi yapsaydım.’ gibi şekvaları işiteceksin.” (25. Lem’a)

(Müteellimane: Elem verici / Tûl-i emel: Uzun emel / Şekva: Şikâyet)

Ey nefsim! Eğer her daim afiyet üzere olursan ya sıkıntıdan ölür ya da tûl-i emelin sebebiyle hep bir şeyleri eksik görüp şikâyet edersin. Ne mutlu sana ki hastalık geldi, seni sıkıntıdan ve şikâyetten kurtardı.

Eğer hastalık gelmeseydi, sıkıntılar seni gaflete ve malayaniye; şikâyetler de fâni dünya peşinde koşmaya sevk ederdi.

Hastalığın bu cihetini iyi keşfet ve bunu iyi kullan…

“Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir hâlde olan bir fakirden sor ‘Ne hâldesin?’ Aklı başında ise diyecek ki: ‘Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum fakat bu da geçer, her şey böyle çabuk geçiyor.’ diye manen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise ömrü acılaştırıyor ki geçmesini arzu ediyor.” (25. Lem’a)

Bu devanın özü şu cümle: Meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise ömrü acılaştırıyor ki geçmesini arzu ediyor.

Bu hakikat üzerine çok düşünmeli, hastalığın nimet olan bu cihetini tam manasıyla anlamaya çalışmalıyız. Bunu bir anlasak, bütün dertler yerlerini sürura ve ağlamalar gülmeye bırakır.

“Ey hasta kardeş! Bil ki başka risalelerde tafsilatıyla kat’î bir surette ispat edildiği gibi; musibetlerin, şerlerin, hatta günahların aslı ve mâyesi ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi hâletler ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise vücuddur, vücudu ihsas eder. Vücud ise halis hayırdır, nurdur.” (25. Lem’a)

(Mâye: Esas, maya / Adem: Yokluk / Yeknesak: Monoton / Sükût: Sessizlik / Sükûnet: Durgunluk, hareketsizlik / Tevakkuf: Bekleme, durma / Vücut: Varlık)

Adem şerr-i mahzdır yani tamamıyla şerdir. Hatta bu sırdandır ki cehennem dahi ademden evladır. Zira cehennem daire-i vücuddur, Allah’ın huzurunda vücud dairesinde kalmaktır. Vücud dairesinde kalmak -velev ki cehennem de olsa- ademden ve yokluktan evladır.

Yeksenak bir hayat, hareketsizlik, her daim aynı hâl üzere olmak gibi hâller ademe yakındır. Bu sebeple, bunlardan hep ademin kokusu gelir ve kişiye sıkıntı verir.

Hareket ve tahavvül ise vücudîdir ve vücudu ihsas eder. Mayasında vücut olduğu için de hep onlardan hayır ve nur gelir.

İşte hastalık, hareketi ve tahavvülü sağladığı için kişiyi bu hayra sevk eder; ademin sıkıntı ve dehşetinden kurtarır.

“Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih etmek ve Sâni-i Hakîm’in ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşâallah çabuk vazifesini bitirir gider ve afiyete der ki: ‘Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör, bu hane senindir, afiyetle kal.’” (25. Lem’a)

(Cihazat-ı insaniye: İnsanın cihazları, duyu ve organları / Muavenettarane: Yardımlaşarak / Müteveccih etmek: Yöneltmek / Sâni-i Hakîm: Hikmet sahibi sanatkâr)

Hastalığın bazı neticeleri beyan edildi. Madde madde mütalaa edelim:

Hastalıklar hayatı safileştirir: Hayatın hastalıklarla tasaffi etmesi hem maddi hem manevi cihetledir.

Maddi ciheti şudur: Hastalıklar, vücudumuzda bazı şeylerin gerektiği gibi gitmediğini ve neler yapmamız gerektiğini söyleyen uyarılardır. Vücut; temizlik, onarım ve yenilenme amacıyla hastalıkları oluşturur. Tıpkı ev temizliğinde olduğu gibi, hastalık da vücudu temizler, toksinleri yok eder ve iyileştirir. Aynı zamanda normal vücut dengesini geri kazandırır. Meselenin detayını ehline havale ediyoruz.

Manevi ciheti ise şudur: Hastalıklar ve musibetler günahlara kefaret olur. Bu cihetle hastalık ve musibetler kişiyi manen temizler, safileştirir. Müminin ayağına diken batsa, bu onun günahına kefaret olur; günah kirinden kurtulmasına vesile olur.

Hastalıklar hayatı kuvvetleştirir: Hastalıklar ve musibetler kişiye kuvvet verir, sabır kuvvetini çoğaltır, sebatını artırır. Gençliğinde zorluk çekenlerin ne derece kuvvetli, azimli, çalışkan ve sabırlı olduğu; gençliğinde refah ve rahat içinde yaşayanların ise ne derece zayıf, tembel ve sabırsız olduğu hepimizce malumdur. Bunun sebebi, musibet ve sıkıntıların kişiye kuvvet vermesidir. Hatta bu sırrı anlayan ehl-i dünyanın zenginleri, evlatlarına çocukluk ve gençlik yaşlarında biraz sıkıntı çektiriyorlar ki hayatları kuvvet bulsun; ailenin saltanatını devam ettirebilsin.

Hastalıklar hayatı terakki ettirir: Hayat hastalıklarla hem manen hem madden terakki eder. Manen terakki eder; çektiği her bir sıkıntı ve zahmet hatta ayağına batan diken dahi onun manen yükselmesine ve maneviyatta terakkisine sebep olur. Yine madden terakki eder; vücudu kuvvet bulur, fikri kuvvet bulur, kalbi kuvvet bulur, hayatı kuvvet bulur, sabrı çoğalır ve bütün bunlar da maddi terakkisine sebep olur.

Hastalıklar vücuttaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih eder: İnsanın bir yeri ağrıdığında, diğer uzuvları ağrıyan yerin yardımına koşar. Bu cihetle hastalık sanki bütün uzuvları birbirine kardeş eder, aralarında samimi bir uhuvveti tesis eder.

Sâni-i Hakîm, ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını hastalıklarla gösterir: Mesela önce hasta eder “Dârr” ismini gösterir; sonra şifa verip “Şâfi” ismini gösterir. Hastalıkla sıkar “Kâbız” ismini gösterir; sonra bir ferahlık verip “Bâsit” ismini gösterir. Ve hakeza…

Ey nefsim, hastalığın böyle neticeleri var iken, nedir senin bu şikâyetin? Bak, hastalıkla tasaffi ettin, kemal buldun, kuvvet buldun, terakki ettin; neticesini aldın, tekemmül ettin; onun nasihatiyle vazife-i hayatını hatırladın ve ona çalıştın; yeknesaklıktan kurtuldun ve şerr-i mahz olan ademden bir parça uzaklaştın.

Bütün bunlara şükredeceğine şikâyet etmek akıl kârı mıdır? Merak etme, hastalık yakında gidecek ve yerini afiyete bırakacak; afiyete de şöyle diyecek: Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör, bu hane senindir, afiyetle kal.

O vakte kadar şükür içinde sabretmeli; “Madem Allah’tan geldi, başım gözüm üstüne.” demeli.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin