24. “Ancak senden yardım dileriz.” ayeti tevessüle zıt mıdır?
Tevessülü inkâr edenler, Kur’an ve hadislerde geçen, yardımın sadece Allah’tan isteneceği ve ancak onun tarafından edilebileceğini beyan eden nasları delil getirirler ve tevessülün bu naslara zıt olduğunu, dolayısıyla caiz olmadığını söylerler. Onların en çok dillendirdikleri söz, “Allah’tan başkasından yardım istenmez.” sözüdür. Özetle şöyle derler:
— Fatiha suresinde “Ancak senden yardım dileriz.” buyrulmuştur. Tevessül ise Allah’tan başkasından yardım dilemektir. Yine Âl-i İmran suresinde yardımın ancak Allah katından olduğu beyan buyrulmuştur. Tevessül ise yardımı Allah’tan başkasının katında aramaktır. Yine hadis-i şerifte “İstediğin zaman Allah’tan iste, yardım dileyeceğin zaman da Allah’tan yardım dile.” buyrulmuştur. Tevessül ise Allah’ın gayrından istemek ve Allah’ın gayrından yardım dilemektir.
Bizler bu derste tevessülün mezkûr ayet ve hadislere zıt olmadığını kati bir şekilde ispat edeceğiz.
Cevabımıza, “Yardım sadece Allah’tan istenir, başkasından istemek şirktir.” diyenlere birkaç soru sorarak başlamak istiyoruz:
— Siz hasta olup doktora gittiğinizde: “Yardım et doktor, çok hastayım!” demiyor musunuz? Hatta acı içinde hastaneye yetiştirilseniz, hastaneye girer girmez: “Yetiş doktor, yardım et doktor!” diye bağırmıyor musunuz?
— Şimdi siz Allah’tan başkasından yardım istediğiniz için müşrik mi oldunuz?
Ya da şöyle düşünelim:
— Siz: “Yardım et doktor.” dediğinizde doktor size: “Yardım ancak Allah’tandır. Benden değil, Allah’tan yardım iste. Benden yardım istemekle şirke giriyorsun.” dese ne dersiniz?
— Ya da mesela doktor size bir ilaç yazsa, doktora: “İlaç kullanmak şifayı Allah’tan başkasından istemek demektir. Şifa ancak Allah’tan gelir, ben ilaç içmem” mi diyeceksiniz?
— Ya da mesela arabanız bozuldu ve yolda kaldınız. Oradan geçenlere: “Arkadaşlar, şu arabayı itmemde bana yardım eder misiniz?” dediğinizde, Allah’tan başkasından yardım istediğiniz için müşrik mi oldunuz?
— Ya da siz böyle dediğinizde, oradan birisi: “Yardım sadece Allah’tan istenir; Allah’tan yardım iste, bizden değil.” dese ne diyeceksiniz?
— Ya da mesela denizde boğulmak üzeresiniz. Bu durumda: “İmdat, imdat! Kurtarın beni, yardım edin!” diyerek sahildekilerden yardım istemeyecek misiniz?
— Ve yardım istediğinizde, Allah’tan başkasından yardım istediğiniz için şirke mi düşmüş olacaksınız?
— Ya da yardım istediğinizde, oradan birisi: “Çok ayıp, Allah’la arana bizi sokma! Direkt Allah’tan yardım dile, Allah’tan başkasından yardım dilemek şirktir.” dese ona ne diyeceksiniz?
Misalleri çoğaltmak mümkün… Eğer davanıza delil olarak gösterdiğiniz, “Yardım sadece Allah’tan istenir.” mealindeki ayetleri mutlak kabul ederseniz; doktora gitmek, ilaç kullanmak ya da darda kaldığınızda birisinden yardım istemek şirk olacaktır. Bu mantıkla yola çıkıldığında da dünyada şirke düşmeyen kimse kalmayacaktır. Çünkü insan, hayatının her safhasında neredeyse her gün başkalarından yardım istemektedir ve buna mecburdur. Bir insandan yardım istemek şirkse, dünyada tek bir tevhid ehli yoktur. Yahu siz Kur’an’ı böyle mi anlıyorsunuz?
Şimdi de meseleye başka bir pencereden bakalım.
— Acaba yardımın Allah katından olması hakikati sebeplere yapışmaya engel midir?
Mesela sütü veren Allah’tır; öyleyse ineğe ne ihtiyaç var, keselim gitsin! Meyveyi yaratan yine Allah’tır; o hâlde ağaca ne ihtiyaç var, keselim ağacı gitsin! Yumurtayı veren de Allah’tır; öyleyse tavuğa ne ihtiyaç var, keselim tavuğu gitsin!
— Peki, sebepleri yok sayarak ineği, ağacı ve tavuğu kestiğimizde; sütümüz, meyvemiz ve yumurtamız olacak mı?
Elbette olmayacak!
Evet, sütü de meyveyi de yumurtayı da yaratan Allah’tır. Ancak Allah sebeplerle iş görmektedir; hikmeti böyle iktiza eder. Tevhid namına sebepleri inkâr etmek, neticeden mahrum kalmanın sebebidir. Tevessül de sadece sebebe yapışmaktır. Yoksa neticeyi sebepten istemek değildir.
Tevessül eden, hakikatte yardımı Allah’tan ister; tevessül ettiği zatı ise o yardıma ulaşmak için bir vesile ve sebep kabul eder. Tevessülün bundan başka hiçbir manası yoktur. Sebeplere yapışmak caiz ise tevessül de caiz olmalıdır.
Şimdi meseleye daha farklı bir pencereden bakalım:
Eğer Kur’an ve hadislerdeki “Sadece Allah’tan yardım dileyin.” hükmünü mutlak kabul ederseniz benim şu sorularıma nasıl cevap vereceksiniz:
Âl-i İmran suresi 52. ayet-i kerimede, Hazreti İsa (a.s.) havarilerine, مَنْ اَنْصَارِي اِلَى اللَّهِ “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” demiş ve onlardan yardım istemiştir.
— Şimdi, Hazreti İsa (a.s.) başkasından yardım istedi diye müşrik mi oldu?
Ya da bu durumda havariler şöyle mi demeliydi: “Ey İsa! Yardım ancak Allah’tan istenir; bizden yardım isteyerek müşrik olma…” Böyle mi demeliydiler?
Ya da başka bir soru: Neml suresinin 38. ayet-i kerimesinde, Hazreti Süleyman (a.s.):
يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا “Ey ileri gelenler! Sizden hanginiz onun tahtını bana getirir?” diyerek Belkıs’ın tahtını uzak mesafeden getirmeleri için adamlarından yardım istemiştir.
— Şimdi, Hazreti Süleyman (a.s.) Allah’tan başkasından yardım istedi diye müşrik mi oldu?
Ya da adamları şöyle mi cevap vermeliydi: “Ey Süleyman! Bir şey isteyeceğin zaman sadece Allah’tan iste; bizden istersen şirke düşersin…” Böyle mi demeliydiler?
Ama böyle dememişler. Kur’an’ın ifadesiyle, “Yanında kitabın ilmi olan zat: Gözünü açıp kapatıncaya kadar onu getiririm.” demiş ve o anda tahtı getirivermiş.
Misalleri çoğaltmamız mümkün. Kur’an bunun onlarca misaliyle dolu.
İşin özü şu: Peygamberler dâhil bütün insanlar başkasından yardım istemiştir ve bu, hayatın tabii akışıdır. Bunun zıddını düşünmek yani kimseden yardım istenilmeyeceğini iddia etmek önce akla muhalefettir. Mesele başkasından yardım istememek değildir. Mesele yardım eden zatın başı üzerinde Allah’ın rahmetinin elini görmektir. Bu sırdandır ki Hazreti Süleyman (a.s.): “Belkıs’ın tahtını kim getirebilir?” dediğinde, kitabın ilmini bilen zat onu bir anda getirmiş; bunu gören Hazreti Süleyman da: هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي “Bu, Rabbimin fazlındandır.” demiştir. Yani tahtı getiren zata minnet etmemiş, onun başı üzerinde rahmet-i İlahiyenin elini görmüştür.
Demek mesele, başkasından yardım istememek değildir. Mesele gelen her yardımın üzerinde Allah’ın izini görmektir; yardımı O’ndan bilip sadece O’na minnet etmektir; sebebe ve vesileye minnettar olmayıp onlara sadece dua etmektir. Bunu yaptığınızda kimden isterseniz isteyin, hakikatte Allah’tan istemiş ve yardımı O’ndan bilmişsinizdir.
Şimdi konuya daha farklı bir pencereden bakacağız:
Dua iki kısımdır. Birisi kavlî, diğeri fiilî. Kavlî dua dil ile yapılan duadır. Fiilî dua ise kişinin sebeplere yapışarak lisan-ı hâliyle yaptığı duadır. Mesela bir çiftçinin tarlayı kazması fiilî bir duadır ve lisan-ı hâlle Allah’tan mahsul istemektir.
Bir öğrencinin ders çalışması fiilî bir duadır. Öğrenci ders çalışmanın lisan-ı hâliyle Allah’tan muvaffakiyet ister.
Yine doktora gitmek, ilaç içmek birer fiilî duadır ve lisan-ı hâlle Allah’tan şifa istemektir.
Bunlar gibi, bütün sebeplere yapışmak fiilî bir duadır ve neticeyi yaratmasını Allah’tan talep etmektir.
İşte tevessül de böyle fiilî bir duadır ve neticeyi Allah’tan istemektir.
Nasıl ki sebeplere yapışmak kişiyi şirke düşürmüyorsa, tevessül de kişiyi şirke düşürmez. Çünkü tevessül eden, hakikatte arzusunu tevessül ettiği kişiden istemez. Ve eğer istediği verilirse bunu ondan bilmez. Tevessül ettiği zatı sadece bir sebep, tevessülü de fiilî bir dua bilir.
Biraz daha açacak olursak: Mesela bir kişi darda kalsa ve “Yetiş ya Hamza!” dese, bu sözüyle şunu kasteder: Ya Rabbi, kulun dardadır ki bunu en iyi bilen sensin. Kuluna yardım et. Ya Rabbi, senin âdetin bu imtihan dünyasında sebeplerle iş görmektir. Bazen meleklerini, bazen ruhanilerini, bazen de ordularından başka birisini yardım etmesi için gönderirsin. Ya Rabbi, benim yardımıma Hazreti Hamza’yı gönder. Bu sesimi ona işittir, hâlimi ona bildir; havlin ve kuvvetinle onu bana yardımcı gönder.
İşte “Yetiş Ya Hamza!” diyen, bu manayı kastederek böyle der. Sözü fazla uzatmaz, çünkü Allah’ın niyetini bildiğini bilir.
Evet, “Yetiş ya Hamza!” diyen, sesini Hazreti Hamza’ya duyuracak olanın Allah olduğunu bilir. Perdeyi kaldırıp hâlini ona gösterecek olanın Allah olduğunu bilir. Onun ancak Allah’ın izin vermesiyle gelebileceğini de bilir.
Demek o, “Yetiş ya Hamza!” sözüyle, yardımı yine Allah’tan ister ve bu yardımı Hazreti Hamza kuluyla yani onun eliyle kendisine ulaştırmasını talep eder.
Yoksa, “Yetiş ya Hamza!” dediğinde, Hazreti Hamza’nın kendi kabiliyetiyle duyduğunu, Allah göstermeksizin gördüğünü, -haşa- Allah’ın haberi olmadan bizatihi yardıma koştuğuna itikat etmez. Eğer böyle itikat ederse bu şirktir, bunda şüphe de yoktur. Lakin Allah’ı tanıyan hiç kimse böyle tevessül etmez. İlla vardır derseniz, biz de: “O kimse şirke düşmüştür.” deriz.
Ancak o kişinin tevessül ve istigâseyi yanlış yapması bunların haram olmasını gerektirmez. Burada yapılması gereken, o kişiye işin doğrusunu öğretmektir.
Şimdi konuya çok daha farklı, başka bir pencereden bakacağız:
Bu pencere büyük allame İmam Sübkî’nin tevessüle bakış penceresidir. İmam Sübkî tevessül ve istigâseyi belagat ilmindeki “mecaz-i akli”ye benzetmektedir.
Mecaz-i akli: Fiilin hakiki failine ve müessirine değil de o fiilin mekân, zaman ve sebep gibi alakası olduğu şeye isnat edilmesidir.
Mesela Zilzal suresinde geçen, وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا “Yeryüzü ağırlıklarını çıkardığı zaman” ayetinde, ağırlıkları çıkaran Allah olduğu hâlde fiil hakiki failine değil, fiilin mekânına isnat edilmiş ve ağırlıkları çıkarma işi yeryüzüne nispet edilmiştir.
Ancak herkes bilir ki yeryüzünün bunu yapabilecek ne ilmi ne de kudreti vardır. Bu fiilin hakiki faili Allah’tır. Fiilin yeryüzüne isnadı ise mecaz-i aklidir. Mecaz-i akli belagatta bir sanattır.
İşte istigâse yani Allah’tan başkasından yardım dilemek de böyledir. İstigâse eden kişi yardıma çağırdığı zatın hakiki fail olmadığını ve hakiki failin Allah olduğunu bilir. Yardımı Allah’a değil de şahsa isnadı mecaz-i akli nevindendir.
Hazreti İsa’nın, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?”; Hazreti Süleyman’ın, “Bana onun tahtını kim getirebilir?” sözleri de bu manadadır.
Demek hakiki tevhid, başkasından yardım istememek değildir. Mecaz-i akli yoluyla başkasından yardım istenebilir.
Hakiki tevhid: Yardım ve inayeti, yardım istediği zattan ve tevessül ettiği kişiden değil Allah’tan bilmek ve tevessülü sadece fiilî bir dua görmektir.
– Sesini, yardıma çağırdığı zata duyuranın Allah olduğunu bilmektir.
– Hâlini ona gösterenin Allah olduğunu bilmektir.
– Onu yardıma gönderenin Allah olduğunu bilmektir.
– Allah izin vermezse hiçbir kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanmaktır.
İşte hakiki tevhid budur!
Burada bir öz eleştiri de yapmak istiyorum:
Maalesef bazı kardeşlerimiz tevessül ve istigâseyi şeriatın müsaade ettiği sınırlar içinde yapmamakta ve tevessül ettiği zatı bizatihi mutasarrıf zannetmektedir. Bu, büyük bir hatadır. Evet, tevessül ve istigâse caizdir ancak bazı şartlar dâhilinde caizdir. Belki de bu Vehhabî zihniyeti Ehl-i sünnete musallat eden ve kadere bu hususta fetva verdiren, bazı sofi meşreb kardeşlerimizin tevessülü yanlış uygulamalarıdır.
Burada bir daha açıkça ifade ediyoruz ki: Allah’ın izni ve iradesi olmadan bir yaprak dahi kıpırdayamaz. Bütün fiillerin faili, bütün yardımların nâsırı, bütün işlerin müdebbiri yalnız ve yalnız Allah’tır. Tevessül edilen zat sadece Allah’ın kulu ve sevgilisidir. Tevessül eden tevessül ettiği zat hürmetine istemeli, onu yardıma gönderecek olanın Allah olduğuna itikat etmeli ve arzusuna nail olmuşsa bunu da Allah’tan bilmelidir.
Bu hakikati şu misalle akla yaklaştıralım:
Tevessül şuna benzer: Elinizde bir aynanın olduğunu farz edin. Gökteki güneş o ayna vasıtasıyla sizde tecelli ediyor olsun. Yani güneşin ışığı ve sıcaklığı o ayna vasıtasıyla size ulaşıyor olsun. Bu durumda, size sorsak:
— Aynada gözüken ışık ve sıcaklık aynanın malı mıdır?
Hayır, değildir.
— O hâlde kır aynayı at!
Bu da olmaz. Evet, ışık ve sıcaklık aynanın malı değildir ancak güneş bu ayna ile sizde tecelli ediyor. Aynayı kırarsanız güneşten mahrum kalırsınız.
— O hâlde ne yapmalı?
Yapılacak iş şu:
1. Işık ve sıcaklık güneşten bilinmeli.
2. Ayna muhafaza edilmeli.
3. Güneşe ait vasıflar asla aynaya verilmemeli.
İşte bu misalde olduğu gibi, Şems-i Ezel ve Ebed olan Rabbimiz de bazen lütuflarını ayna hükmündeki sebeplerle bize ulaştırır. Meyvenin ağaçla, sütün koyunla, şifanın ilaçla ulaşması gibi…
Ayna hükmündeki sebepleri muhafaza edeceğiz ancak neticeyi asla onlardan bilmeyeceğiz. Eğer onlardan bilirsek, aynada güneşin aksini görüp, aynayı güneş zanneden kişiye benzeriz. Hayır, ayna güneş değildir, sadece güneşin aksini yansıtan bir sebeptir.
Şu âlemdeki bütün ihsanlar Allah’a aittir. O ihsanın bize ulaşmasına vesile olan maddi ve manevi sebepler ise birer aynadır. Aynayı muhafaza edelim yani sebebe yapışalım ancak ihsanı asla sebepten bilmeyelim. Her sebep üzerinde Müsebbibu’l-esbab olan (sebepleri yaratan) Rabbimizin rahmet elini görelim.
Bu dersi birkaç defa okumanızı tavsiye ediyorum. Çünkü bu derste hem bir iman dersi yaptık hem de tevessül ve istigâsenin nasıl yapılması gerektiğini anlattık. Bu ders bu işin bel kemiğidir. Bu dersi anlayan tevessülün şirk olmayacağını kolayca kavrar. Bu dersi bilmeyen ise tevessülü şirke benzetir. Hâlbuki aralarında yerle gök arası kadar mesafe vardır.
Yazar: Sinan Yılmaz