a
Ana SayfaOn Birinci Söz7. Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini…

7. Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini…

On Birinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zahir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve sena vazifesini edaya başladılar. (11. Söz)

(İddihar edilen: Yığılan, toplanan)

İnsanın bir vazifesi de şükür ve senadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak şu yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ve rahmet hazinelerinin nadide eserleriyle bu sofrayı donatmıştır. İnsanı ise bu sofranın en gözde misafiri yapıp, bu sofradan istifade edebilmesi için gerekli olan maddi ve manevi duygularla ve cihazlarla teçhiz etmiştir. El, dil, göz, kulak ve burun gibi maddi cihazlarla; akıl, muhabbet, hayal, meyil ve açlık gibi manevi duygularla…

İnsanın bu makamdaki vazifesi, kendisine verilen maddi ve manevi cihazatla yeryüzü sofrasındaki nimetleri tatmak ve daha sonra da şükür ve sena vazifesini eda etmektir.

Şükrün, sebeb-i hilkat-i âlem (âlemin yaratılışının sebebi) olduğunu Üstadımız Mektubat’ta şöyle ifade ediyor:

“Evet, Kur’an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki kâinatın teşkilatı şükrü intaç edecek bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en âlâsı şükürdür.

(Netice-i hilkat: Yaratılışın neticesi / Kur’an-ı Kebir: Büyük Kur’an / Netice-i hilkat-i âlem: Âlemin yaratılışının neticesi / İntaç: Netice verme / Şecere-i hilkat: Yaratılış ağacı)

Çünkü hilkat-i âlemde görüyoruz ki mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halk eden zat, ondan o hayatı intihap ediyor.

(Hilkat-i âlem: Âlemin yaratılışı / Mevcudat-ı âlem: Kâinattaki varlıklar / Nokta-i merkeziye: Merkez nokta / Levazımat: Lüzumlu maddeler, gerekli olan şeyler / İntihap: Seçme)

Sonra görüyoruz ki: Zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlık-ı Zülcelal, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor; âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

(Zîhayat: Hayat sahibi / Temerküz: Toplanma / İntihap: Seçme)

Sonra görüyoruz ki: Âlem-i insaniyet de belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i insanı ve hatta hayvanatı rızka âdeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hadim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır.

(Taaşşuk ettirme: Âşık etme)

Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki hadsiz nimetleri câmidir. Hatta rızkın çok envaından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat’umat adedince manevi, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedi hakikat rızıktadır.

(Câmi: Cemeden, içine alan / Enva: Çeşitler / Kuvve-i zâika: Tat alma duyusu / Mat’umat: Yiyecekler / Bedi: Eşi, benzeri olmayan)

Şimdi görüyoruz ki: Her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de rızık dahi bütün envaıyla manen ve maddeten, hâlen ve kâlen şükürle kaimdir; şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor.

(Hâlen: Hâl ile / Kâlen: Söz ile)

Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtridir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor; şükürden şirke giriyor.

(İştiyak: Şiddetli istek / Şükr-ü fıtri: Yaratılıştan gelen şükür / Telezzüz: Lezzetlenme / Gayr-ı şuurî: Şuursuz, bilinçsiz şekilde)

Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü manevi ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onunla kâlen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır.

(İstihsan: Güzel bulma / İhtiram: Saygı / Tergib: Rağbet ettirme, istek uyandırma / Kâlen: Sözle)

Yani gösterir ki: Şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zahirîyesiyle beraber; daimi, hakiki, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmanîyi şükürle kazandırır. Yani rahmet hazinelerinin Malik-i Kerîm’inin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi cennetin baki bir zevkini manen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder.

(Muvakkat: Geçici / Lezzet-i zahiri: Dış görünüşteki lezzet)

Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helal demeyip rast geleni yemektir.”

(Mikyas: Ölçü)

Metnin devamı için, “Yirmi Sekizinci Mektup, Beşinci Risale olan Beşinci Mesele”ye bakabilirsiniz. Bizler ana metinden uzaklaşmamak için metnin izahına girişmiyor, mütalaasını sizlere havale ediyoruz.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin