a
Ana SayfaOn Birinci Söz20. Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hâllerinden…

20. Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hâllerinden…

On Birinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hâllerinden küçük numunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile Hâlık-ı Zülcelal’in sıfat-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Mesela sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iraden ile bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lazımdır. (11. Söz)

(Vâhid-i kıyasî: Ölçü birimi / Sıfat-ı mutlaka: Sonsuz ve sınırsız sıfatlar / Kasr-ı âlem: Âlem sarayı)

Allahu Teâlâ insana “ene” namıyla bir benlik vermiştir. Bu “ene”nin vazifesi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Yani “ene” bir vâhid-i kıyasîdir. Şöyle ki:

İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Mesela balığa sormuşlar:

— Sen denizi hiç gördün mü?

Balık cevap vermiş:

— Yıllardır onu ararım ama hâlâ bulamadım.

Evet, balık denizdedir ama ondan gafildir. Buna “şiddet-i zuhur” denir. Denizin, balığın üzerindeki şiddet-i zuhurundan dolayı balık denizi bilmez ve mahiyetini kavrayamaz.

Yine mesela güneşi sema kadar büyütsek ve gökyüzüne baktığımızda güneşten başka bir şey görmesek, bu durumda, güneşin varlığını bilemeyiz. Zira sınırsız ve sonsuz olan bir şeyin varlığı bilinemez.

Aynı şey Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Uluhiyet sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için, insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Şöyle ki:

Mesela bir ev yapan insan der ki: Bu ev benim; kâinat ise Allah’ındır.

Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki uluhiyet sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder.

Bu anlattığımı bir örnek üzerinde uygulayalım:

Bir ev yapan kimse der ki:

— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.

Sonra bu kaziye üzerine düşünmeye başlar:

– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi yaratmış.

– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.

– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.

– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var; Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi icat edemez ve böyle intizamla idare edemezdi.

Sizler uluhiyetin diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…

İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın isim ve sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:

— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür…

Bu fakir, bu “ene”yi çok kullanıyor. Bununla da Allah’ın isim ve sıfatlarının manasını daha iyi anlıyor. Sizlerin de ufkunu açmak için bir misalini vereyim:

Kızım küçük iken, eve gelirken bazen ona vermek niyetiyle çikolata alırdım. Eve geldiğimde kızım uykuda ise çikolatayı dolaba koymaz ve saklardım. Çünkü çikolatayı uyanınca kendisinin bulmasını istemez ve ertesi gün ona kendi elimle vermek isterdim.

Böyle yapmamın sebebi şu idi: Kızımın çikolatayı benden bilmesini ister ve alınca bana sarılıp öpmesini beklerdim. Çikolatayı başkasından bilmesine gönlüm razı olmazdı.

Şimdi, bu hadiseyi bir vâhid-i kıyasî yapalım ve Allah’ın iki sıfatını keşfedelim:

Ben vâhid-i kıyasîyi şöyle yapıyordum:

— Bu çikolata benim; bundan gayrı ne varsa Allah’ındır… Nasıl ki ben bu çikolatayı kızıma veriyorum, çünkü onu seviyorum. Demek, Allahu Teâlâ da mahlukatını seviyor; zira onları nimetleriyle besliyor.

— Yine ben bu çikolatayı kızıma verdiğimde benden bilmesini istiyor hatta bunun için elimle ona veriyorum. Kızımın da buna karşılık bana sarılmasını ve teşekkürünü bekliyorum. Demek, Allahu Teâlâ da bütün nimetlerinin kendisinden bilinmesini ve şükrün sadece kendisine yapılmasını istiyor. Bu sebeple şirke bu kadar gazap ediyor ve bu sebeple Kur’an’da onlarca ayette “Nimetin sahibi benim.” diyor.

— Ya Rabbi! Ben çikolataya sahiplik iddiamla senin bu sıfatlarını keşfettim. Şimdi bu vehmî haddi kaldırıyor ve diyorum ki: Ben de seninim, kızım da senin, çikolata da… Ben hiçbir şeyin maliki değilim. Ancak senin mülkünün emanetçisiyim…

Sonra da kızıma derdim:

— Sakın bunu benden bilme. Bunu sana Allah gönderdi. Benim elim ile gönderdi. Minnet ve muhabbet ancak O’nadır.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin