a
Ana SayfaOn Birinci Söz11. Demek, kâinata ve âsâra bakıp gâibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta…

11. Demek, kâinata ve âsâra bakıp gâibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta…

On Birinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Demek kâinata ve âsâra bakıp, gâibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezaifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîm’in dahi muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıktılar ki hâzırane bir muamele suretinde… (11. Söz)

(Âsâr: Eserler / Mezkûr: Zikredilen / Vezaif: Vazifeler / Sâni-i Hakîm: Hikmet sahibi sanatkâr / Ef’al: Fiiller)

Bu makamda gâibane ibadet bitiyor ve hâzırane ibadete geçiliyor. Hâzırane ibadette, önce Allahu Teâlâ’nın şu âlemdeki muamele ve ef’aline bakılıyor; daha sonra hitap makamına çıkılarak Allah ile konuşuluyor.

Önce metni yavaş yavaş ve tefekkür ede ede okuyalım, daha sonra mütalaasını yapalım:

Evvela: Hâlık-ı Zülcelal’in, kendi sanatının mucizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı, hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek  سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ  dediler. ‘Senin tarif edicilerin bütün masnuatındaki mucizelerindir.

(Hâlık-ı Zülcelal: Celal sahibi yaratıcı / Zîşuur: Şuur sahibi / Masnuat: Sanat eserleri)

(Arapça ibare: Seni tenzih ve tesbih ediyoruz. Seni marifetinin hakkıyla bilemedik.)

Sonra o Rahman’ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip   اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ  dediler.

(Meal: Ancak sana ibadet eder ve senden yardım dileriz.)

Sonra o Mün’im-i Hakiki’nin, tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler, dediler:

—  سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ  Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre layık bir meşkûrsun ki bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı hâlleri, şükür ve senanızı okuyorlar.

— Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanatıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar.

— Hem rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd ve keremine şehadet etmekle, senin şükrünü enzar-ı mahlukat önünde ifa ederler.

(Mün’im-i Hakiki: Nimetin hakiki sahibi olan Allah / Terahhum: Merhamet etme / Meşkûr: Şükre layık olan / Manzum: Muntazam / Mevzun: Ölçülü / Cûd: Cömertlik / Enzar-ı mahlukat: Mahlukatın bakışları / İfa: Yerine getirme)

(Arapça ibare: Seni, hamdine mültebis bir hâlde tesbih ve tenzih ederiz.)

Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde, cemal ve celal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı  اَللّٰهُ اَكْبَرُ  deyip, tazim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.”

(Cemal: Güzellik / Kibriya: Büyüklük / İzhar: Gösterme / Tazim: Büyüklüğünü dile getirme, büyük tanıma / Mahviyet: Tevazu, alçakgönüllülük)

Sonra o Ganiyy-i Mutlak’ın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı fakr u hacetlerini izhar edip, dua edip istemekle mukabele edip  وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ  dediler.

(Ganiyy-i Mutlak: Sonsuz zenginlik sahibi olan Allah / Fakr u hacet: Yoksulluk ve çaresizlik)

(Ayet: Ve ancak senden yardım dileriz.)

Sonra o Sâni-i Zülcelal’in kendi sanatının latiflerini, harikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı  مَاشَاءَ اللّٰهُ  deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış!” deyip istihsan ederek,  بَارَكَ اللّٰهُ  deyip müşahede etmek,  اٰمَنَّا  deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak  حَىَّ عَلَى الْفَلَاحِ  deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler.

(Teşhirgâh-ı enam: Mahlukatın herkese gösterildiği yer, dünya / İstihsan: Beğenme, güzel bulma)

Hem o Sultan-ı ezel ve ebed, kâinatın aktarında kendi rububiyetinin saltanatını ilanına ve vahdaniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip  سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا  diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

(Aktar: Her taraf, her yer / İnkıyad: Boyun eğme)

(Ayet: İşittik ve itaat ettik.)

Sonra o Rabbü’l-âlemîn’in uluhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilandan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülasası olan namaz ile mukabele ettiler.”

(Rabbü’l-âlemîn: Âlemlerin rabbi olan Allah / İzhar: Gösterme)

Daha bunlar gibi gûnagûn ubudiyet vazifeleriyle şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebirinde farîza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlukat üstünde bir mertebeye çıktılar ki yümn-ü iman ile emn ü emanet ile mücehhez, emin bir halife-i arz oldular. (11. Söz)

(Gûnagûn: Türlü türlü, çeşit çeşit / Mescid-i kebir: Büyük mescid / Farîza-i ömür: Ömür borcu / Ahsen-i takvim: İnsanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması / Yümn-ü iman: İmanın bereketi / Emn ü emanet: Korkusuzluk ve emniyet hâli / Mücehhez: Cihazlanmış, teçhiz edilmiş)

Üstad Hazretleri bu makamda, hâzırane ibadete dair sekiz madde saydı. Sekiz maddeyi kısaca tekrar edelim:

1. Allah’ın, sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmasına karşı, marifet içinde mukabele ederek  سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْناَكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ  demek.

2. Rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  demek.

3. Tatlı nimetleriyle rahmetini ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele etmek. Zira:

– Kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı hâlleri şükür ve senasını okuyorlar.

– Âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanâtı hamd ve medhini bildiriyorlar.

– Rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, O’nun cûd ve keremine şehadet etmekle, şükrünü enzâr-ı mahlukat önünde ifa ediyorlar.

4. Mevcudat âyinelerinde cemal, celal, kemal ve kibriyasının izharına karşı, Allahu Ekber deyip tazim içinde bir aczle rükûa gitmek; mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde etmek.

5. Servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine mukabil, fakr ve hacetini izhar etmek ve dua edip istemekle mukabele ederek  وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  demek.

6. Kendi sanatının harikalarını neşredip sergilemesine karşı, onun sanatını takdir etmek, istihsan etmek, müşahede etmek ve herkesi davet ederek şahit tutmak.

7. Rububiyetinin saltanatını ilan etmesi ve vahdaniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip, itaat ve inkıyad ile mukabele etmek.

8. Uluhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczini ve ihtiyaç içinde fakrını ilandan ibaret olan ubudiyetle ve ubudiyetin hülasası olan namazla mukabele etmek.

İnsan, bunlar gibi ibadetleri yaparak ahsen-i takvim sırrına mazhar olur.

Manalar açık olduğundan şerhine gerek duymuyoruz. Bu makamda yapılması gereken şey, manayı tefekkür etmek ve o vazifeyi yapıp yapmadığımız hususunda nefsi sigaya çekmektir.

Üstadımız mezkûr beyanında, “Emin bir halife-i arz oldular.” buyurdu. “Halife-i arz” ifadesi üzerine biraz konuşalım:

Halife: Başkasına halef olan, onun makamına kaim olup onun yerine duran ve onun için bazı hususlarda vekil olan kimse demektir.

İnsanın halife olmasının manası şudur: İnsan Allahu Teâlâ’nın emirlerini ve nehiylerini, O’nun namına ve O’nun vekili olarak tebliğ etmeye memur kılınmıştır. Bu vazifesi sebebiyle insana “halife” denilmiştir.

Bu hususta Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

عَنْ اَنَسٍ ، قَالَ رَسُولُ اللَّه صلى الله عليه و سلم مَنْ اَمَرَ بِاالْمَعَرُوفِ وَ نَهَى عَنِ الْمُنْكَرِ فَهُوَ خَلِيفَةُ اللَّهِ فِى اْلاَرْضِ وَ خَلِيفَةُ كِتَابِهِ وَ خَلِيفَةُ رَسُولِهِ

“Kim iyiliği emreder ve kötülüğü nehyederse, işte o, yeryüzünde Allah’ın halifesidir, kitabının halifesidir ve Resulünün halifesidir.”

Cenab-ı Hak cümlemizi kendisine halife eylesin. Âmin!

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin