25. Şimdi hayatının sırr-ı hakikati şudur ki…
On Birinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Şimdi hayatının sırr-ı hakikati şudur ki:
Tecelli-i ehadiyete, cilve-i samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir câmiiyetle Zat-ı Ehad-i Samed’e âyineliktir. (11. Söz)
İlk önce ehadiyet kavramı üzerine konuşalım:
Vahidiyet ve ehadiyet Allah’ın isimlerinin tecellisine iki farklı bakıştır. Bu lafızların manasını şu misalle anlayabiliriz:
Güneş denizi aydınlattığı gibi, denizin her bir damlasını da aydınlatır. Denizde tecelli ettiği gibi, aynı şekilde tek bir damlada da tecelli eder.
– Güneşin denizdeki tecellisi vahidiyettir.
– Denizde tecelli ettiği şekliyle tek bir damlada tecelli etmesi ehadiyettir.
Aynen bunun gibi, Allahu Teâlâ da şu âlemde isim ve sıfatlarıyla tecelli etmektedir.
– Bütün eşyanın hep birden Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olması Allah’ın vahidiyetinin tecellisidir.
– Tek bir eşyanın âlemde tecelli eden isim ve sıfatlara ayna olması ise Allah’ın ehadiyetinin tecellisidir.
Mesela, Allah’ın yeryüzünün tamamına hayat vermesi vahidiyet tecellisidir. Tek bir kelebeğin bu hayatı kendinde göstermesi ehadiyet tecellisidir. Eğer siz tefekkür ederken yeryüzünü bir bütün olarak düşünüp, yeryüzüne hayat verilmesini tefekkür ederseniz vahidiyet tecellisini tefekkür etmiş olursunuz. Eğer tek bir kelebeği nazara alıp, ona hayat verilmesini düşünürseniz ehadiyet tecellisini tefekkür etmiş olursunuz.
Yine Allah’ın kâinatı yaratması ve “Hâlık” isminin kâinatın icadında gözükmesi vahidiyet tecellisidir. Bir kuşu yaratması ve “Hâlık” isminin kuşun icadında gözükmesi ise ehadiyet tecellisidir. Eğer siz tefekkür ederken kâinatı bir bütün olarak düşünüp, “Hâlık” ismini kâinatın yaratılmasında tefekkür ederseniz vahidiyet tecellisini tefekkür etmiş olursunuz. Eğer tek bir kuşu nazara alıp, “Hâlık” ismini onun yaratılmasında düşünürseniz ehadiyet tecellisini tefekkür etmiş olursunuz.
Cenab-ı Hak semavata ve yeryüzüne geniş bir ölçekte vahidiyet mührünü vurmuş. Bu külli varlıkları geniş bir ayna yapıp esmâ-i hüsnâsının tecellisine mazhar eylemiş.
İnsana da ehadiyet mührünü vurmuş. İnsanı küçük bir ayna yapıp kâinatta tecelli ettiği isimlerle o aynada tecelli etmiş.
İnsanda bu isimlerin tecellisine sebep olan şey ise hayattır. Hayat öyle bir şeydir ki bir varlığa girdiğinde o varlığı esmâ-i hüsnanın merkezi yapar. Yani o varlıkta “temerküz-ü esmâî” tezahür eder. Mesela:
– Hayatın bir varlıkta gözükebilmesi için ilk önce o varlığa bir vücut verilmesi lazım. Varlığı olmayanın, hayatı olmaz. Dolayısıyla Muhyi isminin tecelli edebilmesi için, ilk önce Hâlık, Mucid ve Mükevvin gibi isimlerin tecelli etmesi gerekir. Dolayısıyla bir varlıkta Muhyi ismi tecelli etmişse bu isimler ondan önce tecelli etmiştir.
– Yine hayat bir varlığa girdiğinde o varlığın beslenmesi gerekir. Beslenmesiyle de Rezzak, Mün’im, Münevvil ve Mukît gibi isimler onda tecelli eder.
– Yine hayatı olan varlık yavaş yavaş bir kemale doğru hareket eder. Bu hareketiyle onda Mükemmil ismi tecelli eder.
– Kemale doğru hareket ederken hâlden hâle şekilde şekle girer. Bununla Muhavvil ve Mübeddil isimleri tecelli eder.
– Hayatı olduğundan, gün gelir hasta olur, sonra şifa bulur. Bununla Şâfi ismi tecelli eder.
– Sıkıntıya düşer, Hâfid ve Kâbız isimleri tecelli eder. Sıkıntıdan kurtulur, Râfi ve Bâsit isimleri tecelli eder.
– Yine hayatı varsa elbette bir terbiyesi olacak. Bununla Rab, Mülakkin ve Sâik isimleri tecelli eder.
– Hayatı olan elbet bir gün ölecek. Bununla Mümit ismi tecelli eder.
Bunlar gibi daha birçok esmâ-i İlahî hayat sayesinde tecelli eder. Hayat olmazsa bu isimler tecelli etmez ve gözükmez.
Bu durumda diyebiliriz ki: Hayatın bir sırr-ı hakikati, tecelli-i ehadiyete âyineliktir.
Şimdi de hayatın cilve-i samediyete âyineliği üzerine konuşalım:
“Samed” Allah’ın bir sıfatı olup, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu zat demektir. Cilve-i samediyet ise samed olan Zatın tecelli ve cilvesidir.
İnsanın cilve-i samediyete ayinedarlığı, insanda nihayetsiz bir kudretin eserinin gözükmesi cihetiyledir. Evet, bir damla sudan şu muhteşem insanın yaratılışı ve ona bu derece hayret verici hikmetli cihazların takılması ancak nihayetsiz bir kudretin tecellisi ile olabilir. Böyle bir kudret de ancak samed olan Zatta bulunabilir.
Demek, insandaki harika sanat, eşsiz icat, mükemmel tasvir, hikmetli cihazlar ve latif nakışlar birer cilve-i samediyettir. Hayat da bu cilveye ayinedarlık etmektedir.
Metne devam edelim:
Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise:
Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin envarını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki seni a’lâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meal-i şerifi olan
مَنْ نَه گُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمينْ ، اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنينْ denilmiştir. (11. Söz)
İbarenin manası şudur: Ben göklere ve yere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım.
Hadis-i şerifin aslı şu şekildedir:
مَا وَسِعَنِي سَمَائِي وَلاَ اَرْضِي وَلٰكِنَّ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِيَ الْمُؤْمِنِ (El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14)
Metin açık olduğundan şerhine girişmiyor, tefekkürünü sizlere havale ediyoruz. Üstad Hazretleri On Birinci Söz’ü şöyle tamamlıyor:
İşte ey nefsim! Hayatının böyle ulvi gayata müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri câmi olduğu hâlde, hiç akıl ve insafa layık mıdır ki hiç-ender hiç olan muvakkat huzuzat-ı nefsaniyeye, geçici lezaiz-i dünyeviyeye sarf edip zayi edersin? Eğer zayi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا ۞ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا ۞ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا ۞ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا ۞ وَ السَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَا ۞ وَ الْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا ۞ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا ۞ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوٰيهَا ۞ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ۞ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞
suresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى شَمْسِ سَمَاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ بُرْجِ النُّبُوَّةِ وَ عَلٰى اٰلِه وَ اَصْحَابِه نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ اٰمينَ اٰمينَ اٰمينَ
(Gayat: Gayeler / Hiç-ender hiç: Hiç içinde hiç / Muvakkat: Geçici / Huzuzat-ı nefsaniye: Nefsin hoşlandığı şeyler / Lezaiz-i dünyeviye: Dünyevi lezzetler)
Mana açık olduğundan izahına girişmiyor, tefekkürünü sizlere havale ediyorum. Madem mütalaada bir boşluk oluştu, bu boşluğu bir usul dersiyle dolduralım ve bu makamda bir usul dersi yapalım. Risale-i Nurları okuma usulü dersi:
Kardeşlerim, mesele okumak ya da okuduğumuzu anlamak değildir. Asıl mesele, okuduğumuzla amel etmek ve mananın boyasıyla boyanmaktır. Belki de bizler bunu yapamadığımızdan, okuyor okuyor ama hâlâ olamıyoruz; bir kazanda kaynıyor ama hâlâ pişemiyoruz.
Mesela, Üstad Hazretleri bu On Birinci Söz’de insan-ı kâmil olmanın yolunu gösterdi. Ancak yolu öğrenmek farklı, yolda yürümek farklı… Bizler mütalaa ile sadece yolu öğrendik. Peki, bu yeter mi?
Yetmez. Bu yola çalışmalı ve Üstadımızın beyan buyurduğu vazifeleri yapmaya gayret etmeliyiz. Bunu yapmazsak okumamız maksuduna ulaşmaz. Sadece bilgi sahibi olur, ama asla bilge olamayız. Bir kazanda kaynarız da pişemeyiz; hâlâ ham ve çiğ oluruz…
On Birinci Söz’ün mütalaası burada tamamlandı. Rabbimize sonsuz hamdüsena olsun, bizlere böyle kıymetli bir eseri mütalaa ettirdi, yaralarımıza merhem sürdü. Rabbim okuduğumuz manaları hayatımıza geçirme hususunda bizlere inayet etsin. Allah’a emanet olun, dualarınızda bizleri de unutmayın.
Yazar: Sinan Yılmaz