23. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki o mahiyetinin icmali şudur…
On Birinci Söz’ün mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki o mahiyetinin icmali şudur:
Esmâ-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi hem şuun ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı hem bu âlem-i kebirin bir listesi hem şu kâinatın bir haritası hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalâtının bir ahsen-i takvimidir. İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir. (11. Söz)
(İcmal: Özet / Garaib: Alışılmışın dışında, harika olan şeyler / Mikyas: Ölçü / Fezleke: Hülasa / Evkat: Vakitler)
Üstad Hazretleri bir cümlede birçok hakikati beyan etti. Maddeler hâlinde mütalaa edelim:
1. Hayatın esmâ-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi olması
Bu mesele Otuz Birinci Söz’de şöyle izah ediliyor:
“İnsan, üç cihetle esmâ-i İlahiyeye bir âyinedir:
Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza, pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle ayinedarlık ediyor…
(Zulümat: Karanlık / Hâcât: İhtiyaçlar / Naks: Noksanlık / Gına: Zenginlik)
İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem, malikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Malikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Mesela ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun malikiyim ve idare ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hakeza…
(Basar: Görme / Sem: İşitme)
Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. İnsanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hakeza… (31. Söz)
(Mahiyet-i câmia: Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet)
Ana metinden uzaklaşmamak için metnin mütalaasına girişmiyor, mütalaayı sizlere havale ediyorum. Çok kıymetli bir bölümdür, bu hassasiyetle mütalaa etmenizi tavsiye ediyorum.
2. Hayatın şuun ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası olması
Önce şuun kavramı üzerine konuşalım:
Şuun kavramının Türkçede tam bir karşılığı yok. En yakın karşılığı kabiliyet. Cenab-ı Hak hakkında “Kabiliyet sahibidir.” ya da “Kabiliyeti vardır.” gibi bir söz söylenemez. Allahu Teâlâ hakkında kabiliyet kavramını kullanamadığımız için şuun kavramını kullanıyoruz.
Allahu Teâlâ’nın fiillerinin kemali, isimlerinin kemalinden geliyor. İsimlerinin kemali, sıfatlarının kemalinden geliyor. Sıfatlarının kemali, şuunatının kemalinden geliyor. Şuunatının kemali de zatının kemalinden geliyor.
Ya da şöyle diyebiliriz: Fiilin kemali ismin kemalini, ismin kemali sıfatın kemalini, sıfatın kemali şuunatın kemalini, şuunatın kemali de zatının kemalini ispat ve iktiza eder.
Bu makamda bu kadar izah yeter. Şimdi, meselemiz olan, “hayatın, şuun ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası olması” meselesine dönelim:
Allahu Teâlâ insana “ene” namıyla bir benlik vermiştir. Bu “ene”nin vazifesi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Yani “ene” bir vâhid-i kıyasîdir ve bir mikyastır. Önceki derslerimizde mütalaa ettiğimiz bu meseleyi makam münasebetiyle tekrar edelim:
İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Bu, Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Allah’ın sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” Allah’ın sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî ve mikyas vazifesini görür. Şöyle ki:
Mesela bir ev yapan insan der ki: Bu ev benim; kâinat ise Allah’ındır.
Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki Allah’ın sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder.
Bu anlattığımızı bir örnek üzerinde uygulayalım:
Bir ev yapan kimse der ki:
— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.
Sonra bu kaziye üzerine düşünmeye başlar:
– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi yaratmış.
– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.
– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.
– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var; Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi icad edemez ve böyle intizamla idare edemezdi.
Sizler Allah’ın diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…
İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:
— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür!
3. Hayatın kâinattaki âlemlerin bir mizanı hem bu âlem-i kebirin bir listesi hem şu kâinatın bir haritası hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi olması
Birbirinden farklı bu dört cümle aynı manaya gelmekte olup tekit için tekrar edilmiştir. İnsanın şu kâinattaki âlemlere bir mizan, bir liste, bir harita ve fezleke olması, kâinatta ne varsa küçük bir örneğinin insanda olması cihetiyledir. Bu cihetle insan kâinatın küçük bir misalidir. Bu hakikatin bazı misalleri şunlardır:
– Yeryüzünün dörtte üçü sudur. İnsan vücudunun da dörtte üçü sudur.
– Toprakta demir, bakır, çinko, fosfor gibi elementler var. Bedenimizde de bu elementlerin hepsi mevcut.
– Yeryüzünde dağlar, toprak var. Buna mukabil bizde kemikler ve et var.
– Yeryüzünde nehirler var. Buna mukabil bizde kılcal damarlar var.
– Yeryüzünde ormanlar var. Buna mukabil bizde saç ve kıllar var.
– Âlemde itme ve çekme kuvveti var. Bizde dâfia ve cazibe kuvveti var.
– Yeryüzünde kasırgalar, fırtınalar var. Bizde öfke var.
– Yeryüzünde bahar var, bizde neşe.
– Âlemde şeytan var, bizde nefis ve lümme-i şeytaniye.
– Âlemde melek var, bizde ilhamlar.
– Âlemde levh-i mahfuz var, bizde hafıza kuvveti.
– Âlemde Arş var, bizde kalp.
– Âlemde Kürsî var, bizde akıl.
– Âlemde misal âlemi var, bizde hayal kuvveti…
Bunlar ve daha birçok benzerlikler ispat eder ki insan şu kâinatın küçük bir misalidir. İnsanı büyütsek kâinat olur, kâinatı küçültsek insan olur.
Meseleye şöyle de bakabiliriz:
İnsan, belirli ölçülerle şu kâinattaki âlemlerden sağılmış bir damla veya noktadır. Yani mesela:
– Cenab-ı Hak levh-i mahfuzu sağdı, bir damlasını alıp insana koydu, o damla insanda hafıza oldu.
– Arş’ı sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda kalp oldu.
– Kürsî’yi sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda akıl oldu.
– Âlem-i misali sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda hayal kuvveti oldu.
– Ormanları sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda saç, sakal ve kıllar oldu.
– Dağları, toprakları sağıp bir damlasını insana koydu, o damla insanda kemik şeklini aldı. Ve hakeza…
İşte insan; kâinattaki âlemlerin bir mizanı, bu âlem-i kebirin bir listesi, şu kâinatın bir haritası ve şu kitab-ı ekberin bir fezlekesidir.
Bu meseleye, âlemde tecelli eden esmâ-i İlahiyenin aynı şekilde insanda tecelli etmesi cihetiyle de bakılabilir. İnsan, esmâ-i İlahiyeye mazhariyet noktasında kâinattaki âlemlerin bir mizanı, bu âlem-i kebirin bir listesi, şu kâinatın bir haritası ve şu kitab-ı ekberin bir fezlekesidir.
4. Hayatın kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi olması
Üstad Hazretleri insanın ikinci vazifesini şöyle beyan etmişti:
İkincisi: Senin fıtratında vazedilen cihazatın anahtarlarıyla esma-i kudsiye-i İlahiyenin gizli definelerini açmaktır, Zat-ı Akdes’i o esma ile tanımaktır. (11. Söz)
Bizler bu cümleyi mütalaa ederken şöyle demiştik: “Mesela akıl, insanın fıtratına vazedilen bir anahtardır. İnsan bu anahtarla esma-i kudsiye-i İlahiyeyi keşfeder. Yine insandaki “ene” bu anahtarlardan biridir.”
Böyle demiş ve insan üzerinde mütalaa yapmıştık. Şimdi farklı bir mütalaayı kelebek üzerinde yapalım:
– Bu kelebek ne de güzel boyanmış! Boyanmasıyla Allah’ın “Mülevvin” ismine ayna olmuş.
– Hem ne kadar güzel! Güzelliğiyle “Mücemmil” ve “Cemil” isimlerine ayna olmuş.
– Bir tırtıldı, devamlı değişti. Hâlden hâle girip sonunda kelebek oldu. Hâlden hâle girmesiyle de “Muhavvil” ve “Mukallib” isimlerine ayna oldu.
– En sonunda en kâmil şeklini aldı. Kemale ulaşmasıyla “Mükemmil” ismine ayna oldu.
– Bu kelebek sinekten daha güzel, ondan daha üstün. Bu üstünlüğüyle “Mufaddıl” ismine ayna oldu.
– Kelebek terbiye edildi. Ona uçması ve vazifesi öğretildi. Bu cihetle “Rab”, “Mülakkın” ve “Mürebbi” isimlerine ayna oldu.
– Ne kadar çok kelebek var. Yaratan ne kadar çok yaratmış. İşte bu çokluğuyla Allah’ın zenginliğini gösterdi, “Meliyy” ve “Ganiyy” isimlerine ayna oldu.
– Kelebek tertemiz! Üzerinde kirin ve pasın eseri yok. Bu temizliğiyle “Mutahhir” ve “Kuddûs” isimlerine ayna oldu.
– Her bir azasına onlarca hikmet takılmış. Hikmetli vücudu ve azalarıyla “Hakîm” ismine ayna oldu.
– Allah ona ne güzel bir suret vermiş! Suretiyle “Musavvir” ismine ayna oldu.
– Yoktan yaratılmasıyla “Mükevvin”, “Hâlık” ve “Fatır” isimlerine ayna oldu.
– Beslenmesiyle “Rezzak” ve “Münevvil” isimlerine; düşmanlarından korunmasıyla “Hafîz” ve “Selam” isimlerine; kendisine hayat verilmesiyle “Muhyi” ismine ayna oldu.
– Önce kozadan, sonra tırtıldan çıkmasıyla “Fettah” ismine; varlığı için bir sebebe ihtiyaç duymasıyla “Müsebbib” ismine; nakış nakış süslenmesiyle “Müzeyyin” ismine ayna oldu.
– Yumurtadan çıkmakla “Fâlik” ve “Bâis” isimlerine; apaçık bir şekilde Allah’a delaletiyle “Bediyy” ve “Zahir” isimlerine; hiçbir kelebeğe birebir benzememesiyle “Mufassıl” ismine ayna oldu.
– Kader programıyla “Mukaddir” ismine; hayatın kendisine kolaylaştırılmasıyla “Müsehhil” ve “Mühevvin” isimlerine; dengeli vücuduyla “Adl” ismine ayna oldu.
– Onu öyle yaratabilmek için nihayetsiz bir kudrete ihtiyaç vardır. Bununla da “Kaviyy”, “Kadir” ve “Muktedir” isimlerine ayna oldu.
Daha bunlar gibi onlarca isme ayna oldu, mazhar oldu.
İşte bu tefekkür cihetinden, insanın hayatı, kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesidir.
5. Hayatın mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalâtın bir ahsen-i takvimi olması
İnsan öyle bir mahluktur ki şu mevcudata serpilen ne kadar kemalât varsa insanda mevcuttur. Mesela:
– Şu âlemde bir güzellik vardır; insanda da o güzellik mevcuttur.
– Âlemde bir hikmet vardır; insanda da son derece bir hikmet olup âdeta her bir azasına yüzler hikmet takılmıştır.
– Âlemde bir denge vardır; aynı denge insanda da mevcuttur.
– Âlemde hayat vardır; aynı hayata insan da sahiptir.
Bunlar gibi, âlemde hangi kemal ve cemal varsa insanda da o kemal ve cemal mevcuttur. Bunun sebebi şudur: Âlemdeki bütün kemal ve cemal, esma-i İlahiyenin cilvelerinden ibarettir. Aynı isimler insanda da tecelli ettiği için, insan da aynı kemale mazhar ve ayna olmaktadır.
Yazar: Sinan Yılmaz