3. Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak…
Üstad Hazretleri temsilin hakikatini şöyle izah ediyor: (İlk önce hakikat karşılıklarını okuyalım, daha sonra bazı cümleleri mütalaa edelim)
Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatin yüzünü de gör:
– İşte o saray, şu âlemdir ki tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise şarktan garba gûnagûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
(Tenvir edilmiş: Aydınlatılmış / Gûnagûn: Çeşit çeşit)
– O melik ise ezel ebed sultanı olan bir Zat-ı Mukaddes’tir ki yedi kat semavat ve arz ve içlerinde olan her şey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zatı takdis edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki semavat ve arzı altı günde yaratarak arş-ı rububiyetinde durup; gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp, kâinat sahifesinde âyâtını yazan; ve Güneş, Ay, yıldızlar emrine musahhar zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.
(Zat-ı Mukaddes: Her türlü kusurdan mukaddes olan zat (Allah) / Takdis: Allah’ı şanına yakışmayan sıfatlardan tenzih etme / Melik-i Kadîr: Gücü her şeye yeten melik / Âyât: Ayetler / Musahhar: İtaatkâr / Zîhaşmet: Haşmet sahibi / Zîkudret: Kudret sahibi)
– O sarayın menzilleri ise şu on sekiz bin âlemdir ki her birisi kendine layık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiştir.
– İşte o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise şu âlemde görünen kudret-i İlahiyenin mucizeleridir.
(Sanayi-i garibe: Hayret edilecek sanatlar)
– Ve o sarayda gördüğün taamlar ise şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlahiyenin semerat-ı harikalarına işarettir.
(Semerat-ı harika: Harika meyveler)
– Ve oradaki ocak ve matbah ise burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır.
(Matbah: Mutfak / Arz: Dünya / Sath-ı arz: Yeryüzü)
– Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise şu hakikatte esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerine misaldir.
(Esma-i kudsiye-i İlahiye: Allah’ın kudsi isimleri)
– Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki Kadîr-i Zülcelal’in esmasına delalet ederler.
(Remiz: İnce işaret / Masnuat: Sanatla yapılmış eserler / Mevzun: Ölçülü / Nukuş-u kalem-i kudret: Kudret kaleminin nakışları)
– Ve o üstad ise Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.
– Avenesi ise enbiya aleyhimüsselâmdır ve şakirdleri ise evliya ve asfiyadır.
(Avane: Yardımcılar / Şakird: Talebe)
– O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise şu âlemde melaike aleyhimüsselâma işarettir.
– Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir.
– Ve o iki fırka ise burada birisi ehl-i imandır ki kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’an-ı Hakîm’in şakirdleridir. Diğer güruh ise ehl-i küfür ve tuğyandır ki nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı; sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur. (11. Söz)
(Kitab-ı kâinatın âyâtı: Kâinat kitabının ayetleri / Dâllîn: Sapkınlar)
Şimdi, temsil-i hikâyeciğin hakikat karşılıklarını mukayeseli tablo üzerinde inceleyerek hakikate biraz daha nüfuz edelim:
Temsilî hikâye |
Hakikat karşılığı |
Saray |
Şu âlemdir. |
Melik |
Ezel ve ebed sultanı olan bir Zat-ı Mukaddes’tir. |
Sarayın menzilleri |
On sekiz bin âlemdir. |
Saraydaki sanayi-i garibe |
Şu âlemde görünen kudret-i İlahiyenin mucizeleridir. |
Sarayda gördüğün taamlar |
Şu âlemde, hele yaz mevsimindeki rahmet-i İlahiyenin semerat-ı harikalarıdır. |
Oradaki ocak ve matbah |
Kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. |
Gizli definelerin cevherleri |
Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleridir. |
Nakışlar ve o nakışların remizleri |
Şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve kalem-i kudretin mevzun nakışlarıdır ki Kadir-i Zülcelal’in esmasına delalet ederler. |
Üstad |
Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)’dır. |
Avanesi |
Enbiya (aleyhimüsselam)’dır. |
Şakirdleri |
Evliya ve asfiyadır. |
Hâkimin saraydaki hizmetkârları |
Melâike (aleyhimüsselam)’dır. |
Seyir ve ziyafete davet edilen misafirler |
Şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. |
İki fırka |
Birisi ehl-i imandır. Diğeri ehl-i küfür ve tuğyandır. |
Şimdi, metinde geçen altı meseleyi mütalaa edeceğiz:
1. O melik ise ezel ebed sultanı olan bir Zat-ı Mukaddes’tir ki yedi kat semavat ve arz ve içlerinde olan her şey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zatı takdis edip tesbih ediyorlar.
Kur’an-ı Hakîm’de bütün mevcudatın Allah’ı tesbih ettiği bildirilir; bu cihetle her bir mahlukun bir zâkir ve müsebbih olduğuna dikkat çekilir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ
Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Lakin siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. (İsra 44)
Başka bir ayette şöyle buyrulur:
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلاَتَهُ وَتَسْبِيحَهُ
Göklerde ve yerde bulunanların ve saf saf olmuş kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Her biri duasını ve tesbihini bilmiştir. (Nur 41)
Bir başka ayet de şöyledir:
إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ
Şüphesiz biz dağları (Davud’a) boyun eğdirdik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine verdik. Hepsi onunla zikir ve tesbih ederdi. (Sâd 18-19)
وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلاَئِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ
Gök gürültüsü hamd ile Onu tesbih eder, melekler de Onun korkusundan dolayı Onu tesbih ederler. (Ra’d 13)
İşte mümin, Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinden aldığı ders ile şu âlemi bir zikirhane-i Rahman suretinde görür. Onun nazarında her şey, Allah’ı zikir eden birer zâkir ve Onu tesbih eden bir müsebbihtir.
Bu âlem onun nazarında öyle bir zikirhanedir ki: Bulutlar yağmurlarıyla, denizler dalgalarıyla, rüzgârlar hışırtılarıyla, ağaçlar meyve, yaprak ve çiçekleriyle ve her şey kendine mahsus bir lisanla Cenab-ı Mevla’yı zikrederler. Bütün sesler ve sedalar, o zikrin ve tesbihin velvelesinden neşet eden nağmelerdir.
Evet, iman dersinden nasibi olmayan birisine göre leylek “lak lak” demektedir. Hâlbuki mümine göre leyleğin sözleri “lak lak” değil, “Hak Hak”tır ve âlemde manasız hiçbir ses ve hiçbir seda yoktur. Yağmurun şırıltısından tutun kuşların ötüşüne, gök gürültüsünden tutun şimşek ve yıldırımlara kadar her bir ses birer zikir kelimesidir.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Dağlar ve taşlar gibi cansız varlıklar Allah’ı nasıl tesbih edebilir?
Elcevab: Bakara suresinin 74. ayetinde, “O taşlardan öyleleri vardır ki Allah korkusundan yuvarlanır.” buyrulmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri bu ayet-i kerimeyi mecaza hamletmemişler ve bu mananın hakikat olduğunu söyleyerek şöyle bir izah yapmışlar:
— Taş her ne kadar cansız olsa da Allahu Teâlâ ona ilham eder ve o taş Mevla’nın ilhamıyla korkar.
İbni Abbas Hazretleri der ki:
— Koca bir kaya yukarıdan aşağıya doğru düşüyor. Hâlbuki birçok insan toplansa onu yerinden bile oynatamazlar. İşte o kaya Allah’ın korkusundan yuvarlanır. (Suyûtî, Dürrü’l-Mensur, I, 198)
Bu hakikate işaret eden birçok hadis-i şerif de mevcuttur. Bazıları şunlardır:
Ebû Abbas’tan şöyle nakledilmiştir: Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:
— Uhud bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. (Buhârî, Cihad 71, 74; Tirmizî, Menakıb, 3918)
Rivayete göre, Efendimiz (a.s.m.) hicret ederken Mekke’de bulunan “Sebir” isimli bir dağa çıkmıştı. Dağ, Efendimiz (a.s.m.)’a, “Benden inin! Zira ben, üzerimde yakalanmanızdan ve bu sebeple Allah’ın bana azap etmesinden korkarım.” dedi. O zaman Hira Dağı, “Ya Resulallah! Bana gel, bana gel.” diye Efendimiz (a.s.m.)’ı çağırdı. (Kâdı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:75)
Cabir İbni Semure (r.a.)’ın rivayetine göre, Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:
— Ben Mekke’de bir taş tanıyorum ki peygamber olarak gönderilmeden evvel bana selam verirdi. Ben onu şu anda da biliyorum. (Müslim, Tirmizî)
Cabir İbni Abdullah der ki:
— Resul-i Ekrem (a.s.m.) hutbe okurken, mescid-i şerifte جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i şerif yapıldıktan sonra minbere geçtiği vakit, direk (Peygamberimizin kendisini terk etmesine) tahammül edemeyerek hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı.
Hazreti Enes der ki:
— Manda gibi ağladı, mescidi titremeye getirdi.
Sehl ibni Sa’d der ki:
— Hem onun ağlaması üzerine halklarda ağlamak çoğaldı.
Hazreti Übeyy İbni Kâ’b der ki:
— Hem öyle ağladı ki ikiye yarıldı. (Buhârî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6, Cum’a: 10; Nesâî, Cum’a: 17; İbni Mâce, İkametü’s-Salât: 199)
Yine Efendimiz (a.s.m.)’ın mübarek ellerinde taşların zikir ettiği tevatürle bizlere ulaşmıştır.
Demek, Cenab-ı Hakk’ın cansız mahlukata bir ilhamı vardır. Bu ilham sayesinde o cansız mahlukat Allah’tan korkar, Allah için sever ve Allah’ı tesbih ederler. Onların yaptıkları bu tesbih ilham ile olup onların şuurlarına tabi değildir. Onların şuursuzca yaptıkları bu tesbihleri, şuur sahibi olan melekler Allah’a takdim ederler.
Mahlukatın tesbihatına dair uzun bir mütalaayı, sitemizin “Soru-Cevap” linkinden 72. başlıkta bulabilirsiniz.
2. Semavat ve arzın altı günde yaratılması meselesi
Cenab-ı Hakk’ın bu âlemi altı günde yarattığını beyan eden şu ayet-i kerimeler ile meselenin izahına başlayalım:
“Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (A’raf 54)
“Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Yunus 3)
“Gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hud 7)
“O Allah ki gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattı.” (Furkan 59)
“Allah O’dur ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arşa istiva etmiştir.” (Secde 4)
“Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.” (Kaf 38)
“O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadid 4)
Mezkûr ayet-i kerimelerde, şu kâinatın altı günde yaratıldığı beyan buyrulmuş. Müfessirler bu altı günün manası hakkında ihtilaf etmişler ve farklı görüşler beyan etmişler. Bütün bu görüşleri iki kısımda toplamak mümkündür:
1. Altı günden maksat altı devirdir.
2. Altı günden maksat altı gündür.
Şimdi bu iki görüşü tahlil edelim.
Birinci Görüş: Altı günden maksat altı devirdir.
Bazı müfessirler, ayet-i kerimede geçen “altı gün” kavramını “altı devir” olarak izah etmişlerdir. Onlar der ki:
Gün kavramı, Dünya’nın kendi etrafındaki bir tam dönüşünü tamamladığı süreye verilen isimdir. Eğer Güneş ve Dünya yoksa bu anlamda “gün” de yok demektir. Dünya ve Güneş sonradan yaratıldığına göre, ayette zikredilen gün tabiri ile dünya günü kastedilmiş olamaz. Bu durumda, “gün” kavramı ile “devir” kastedilmiş olmalıdır.
Yine Kur’an’ın bazı ayetlerindeki “gün” kavramı ile genel manadaki “vakit” kastedilmiştir. Mesela Kur’an’da şöyle geçer:
وَمَن يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ
“İşte o gün (kâfirlerle harp edildiği gün) her kim onlara arkasını döndürürse (yani dönüp kaçarsa)… (Enfal 16)
Bu ayet-i kerimedeki “gün” tabiriyle 24 saatlik zaman dilimi kastedilmemiş olup genel manada “vakit” kastedilmiştir. O hâlde kâinatın altı günde yaratıldığını bildiren ayetlerde geçen “gün” tabiriyle de bildiğimiz “gün” kastedilmiş olmayıp, belirli bir vakit yani bir devir kastedilmiş olmalıdır.
Mezkûr ayetlerdeki gün kavramını “devir” olarak izah eden bu âlimler, bu devirler hakkında ihtilaf etmişler ve kâinatın yaratılışını farklı devirlerle izah etmişler. Bir kısım müfessir de şöyle demiş:
Allahu Teâlâ kâdiriyet ve hâlikıyet (her şeye gücü yetme ve dilediğini yaratma) sıfatlarıyla gökleri ve yeri icat etmiş; müdebbiriyet ve hâkimiyet (her işi yerli yerince yapma ve yönetme) vasıflarıyla da onları altı devirde yaratmış; bu altı devri altı tür varlığın yaratılışına hasretmiştir. Bunlar:
1. Ervah-ı mücerrede (bedenden soyutlanmış ruhlar).
2. Melekûtiyât (meleküt âlemine ait varlıklar) ki melekler, cinler, şeytanlar ve göklerin melekûtu buna dâhildir.
3. Yıldızların, insanın, hayvanın, bitkilerin ve madenlerin nefisleri gibi nefisler (bu varlıkların kendi öz varlıkları).
4. Ecram ki bunlar latif cisimlerden oluşan besâit-ı ulviyedir. Arş, Kürsî, gökler, cennet ve cehennem bu kısmın örneklerindendir.
5. Ecsâm-ı müfrede ki bunlar anâsır-ı erbaadır. (Su, hava, toprak ve ateşten oluşan dört temel unsurdur.)
6. Dört unsurdan bir araya gelen kesif cisimler.
İşte Allahu Teâlâ bunların her birinin yaratılışını bir gün olarak tabir etmiştir. Yoksa zaman manasında bildiğimiz günler, göklerin ve yerin yaratılmasından önce mevcut değildiler.
İkinci görüş: Altı günden maksat altı gündür.
Bir kısım âlimlere göre, ayetlerde geçen “altı gün” tabiri ile bizzat gün kastedilmiştir. Bu âlimler de bu günün uzunluğu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki:
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle der: Buradaki altı gün, dünya günlerinden altı gün miktarında demektir.
İbni Abbas Hazretleri şöyle der: Her bir günü bin sene olan ahiret günlerinden altı gün miktarındadır.
İmam Kuşeyrî de aynı manayı şöyle ifade eder: Altı günden maksat ahiret günlerinden altı gündür ki her bir gün bin yıl demektir. Bu da göklerin ve yerin yaratılışının önemini ortaya koymak içindir.
İbni Kesir Hazretleri şöyle der: İbni Abbas, İmam Mücahid ve Ahmet İbni Hanbel gibi zatlardan gelen açık rivayetler varken, akla yakın geliyor diye diğer görüşleri kabullenmek uygun düşmez!
Bu meselede müfessirler daha birçok sözler söylemişler. Daha geniş malumat için tefsir kitaplarına müracaat edebilirsiniz.
3. Arş-ı Rububiyetinde durup…
Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, suret vermesi, aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması; mahlukunu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.
Biraz daha açalım: Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatları vardır. Bu sıfatlar; tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme) gibi fiille ilgili olan sıfatlardır. Bütün bu sıfatların tecellisine Allah’ın rububiyeti denir.
Mesela bir kelebeği ele alalım:
– Kelebeğin yaratılması rububiyetin tecellisidir.
– Ona hayat verilmesi; göz, kanat, ayak gibi azaların takılması rububiyetin tecellisidir.
– Ona uçmanın öğretilmesi, yolunun ilham edilmesi ve yaşam şartlarına uygun terbiye edilmesi rububiyetin tecellisidir.
– Ona bir şekil ve suret verilmesi, vazifesinin öğretilmesi, duygularla teçhiz edilmesi rububiyetin tecellisidir.
– Rızıklandırılması, hâlden hâle sokulup son şeklini alması ve vakti geldiğinde öldürülmesi rububiyetin tecellisidir.
Bunlar gibi, kelebeğin üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok rububiyet tecellisi vardır.
Şimdi de ağaçlar üzerinde bir tefekkür yapalım:
60 binden fazla ağaç türü vardır.
– Her birinin şekli farklı.
– Elbisesi farklı.
– Çiçeği farklı.
– Yaprağı farklı.
– Meyvesi farklı…
– Hiçbiri başkasıyla karıştırılmıyor. Elma ağacından üzüm çıkmıyor. Ayva ağacına incir ağacının yaprakları takılmıyor. Armudun tadı muzun tadına karışmıyor.
– Hiçbir karışıklık, eksiklik ve kusur yok. Ve bu 60 bin çeşit ağacın yüz milyonlar ferdi var.
– Bütün bu ağaçlar, birbirine maddeten benzeyen çekirdek ve tohumlardan yaratılmış.
– Ne tohum ve çekirdeklerden çıkan ağaçlar birbirine benziyor ne de ağaçların yaprak, çiçek ve meyveleri birbirine benziyor.
İşte bütün bunlar rububiyetin tecellisidir.
Şimdi de hayvanatı düşünelim:
Dünyada kaç çeşit hayvan olduğunu bilim adamları hesap edemiyor. 20 milyonla 100 milyon arasında değişen rakamlar söylüyorlar. Hadi biz en azını esas alalım ve 20 milyon diyelim.
– Bu hayvanların milyarlarca ferdi var ve hepsi -maddeten birbirine benzeyen- nutfe ve yumurtalardan yaratılmış.
– Her bir ferdin elbisesi farklı.
– Sureti farklı.
– Vücudu farklı.
– Terbiyesi farklı.
– Cihazları farklı.
– Yaşam süreleri farklı…
– Bu kadar farklılıklar içinde hiçbir karışıklık yok. Her birine kendine mahsus bir elbise dikilmiş.
– Kendine mahsus bir suret verilmiş.
– Kendine mahsus cihaz ve duygularla donatılmış.
– Kendine mahsus bir boyayla boyanmış ve hakeza…
– Hiç bir karışıklık, hiç bir eksiklik göremezsiniz. Kartala sinek kanadı takılmamış; aslan zürafa rengine boyanmamış; kuşlar yüzmeye, balıklar uçmaya çalışmıyor.
– Ve bu harikulade varlıklar yumurta ve nutfelerden çıkarılmış…
İşte bütün bunlar rububiyetin tecellisidir. Rububiyet-i İlahîyenin bu haşmetli faaliyetinde Allah’ın kudret ve azameti gözükmekte ve seyredene “Sübhanallah” dedirtmektedir.
Rububiyetin arşı üzerinde durmak ise mecaz bir ifadedir. Bundan maksat, rububiyetin fiilleriyle âlemde tecelli etmek ve zerreden şemse kadar her şeyi rububiyetiyle kuşatmaktır. Yoksa Cenab-ı Hak bir yerde durmaktan münezzeh ve mukaddestir.
4. Kâinat sayfasında âyâtını yazan…
Ayet: Nişan, alamet, işaret ve kimsenin inkâr edemeyeceği açık delil demektir.
Ayetin bu manasıyla: Bu kâinat, bir kitab-ı kebir ve içindeki her bir varlık da bu kitabın bir ayetidir. Kuşlardan kelebeklere, sineklerden ağaçlara ve balıklardan yıldızlara kadar her şey Allahu Teâlâ’ya işaret etmekte; Onun bir nişanı, varlığının bir alameti ve vahdaniyetinin apaçık bir delili olmaktadır.
Bu mana ile her bir varlık, kâinat sayfasında yazılan bir ayettir. Kâinat, tecessüm etmiş ayetlerle dolu bir kitaptır.
Kâinatın bir kitab-ı kebir ve içindeki mahlukatın birer ayet olması meselesi Asâ-yı Musa’da şöyle geçmektedir:
“İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki: Her sahifede yüzer kitap yazılmış… ve her satırında yüzer sayfa dercedilmiş… ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur… ve her harfinde yüzer kelime var… ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir.
(Tecelli-i a’zam: En büyük tecelli / Muhtasar: Öz)
O kitabın sahifeleri, satırları, ta noktalarına kadar, yüzer cihette nakkâşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder. Çünkü bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği hâlde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.
(Nakkaş: Nakış yapan / Vücud: Varlık / Vahdet: Birlik)
Evet, bu kitab-ı kebirin bir sahifesi zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitaplar birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor.
(Kitab-ı kebir: Büyük kitap)
Bu sayfanın bir satırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz.
(Manzum: Muntazam, düzenli)
O satırın bir kelimesi, çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelâl’in medhüsenasına dair manidar fıkralardır.
(Mevzun: Ölçülü)
Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi nakkâşının medihelerini teganni eden manzum bir kasidedir…” (Asâ-yı Musa)
Ana metinden uzaklaşmamak için metnin izahına girişmiyor, mütalaasını sizlere havale ediyoruz.
5. On sekiz bin âlem meselesi
Cenab-ı Hak’tan gayrı her şeye “âlem” denir. Yine mahlukat içindeki her bir sınıfa “âlem” denir. İnsanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi gibi…
Ayrıca âlem kelimesinde “alamet” manası da vardır. Mahlukat, Allah’ın varlığına bir nişan olduğu için mahlukata “âlem” ismi verilmiştir.
Vehb Hazretleri (r.a.) bu konuda şöyle der: Şüphesiz Allah’ın on sekiz bin âlemi vardır. Dünya ise bu âlemlerden sadece biridir.
Üstad Hazretleri “on sekiz bin âlem” meselesini Mektubat’da şöyle izah ediyor:
“Semavatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı, her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlukat birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir. رَبُّ الْعَالَمِينَ tabiri ise “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.” demektir.” (26. Mektup)
6. Kur’an’ın, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olması
Tefsir: Açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek demektir. Bu işi yapana “müfessir” denir.
Nasıl Kur’an’ın tefsirleri var; müfessirler ayetlerin kapalı manalarını açıklamışlar. Aynen bunun gibi, Kur’an da bir müfessir olmuş, âlem-i gayb ve şehadet kitabının manalarını açıklamış.
Mesela âlem-i gaybtan olan cenneti açıklamış. İçindeki pınarlardan tutun tepsilerine kadar, ırmaklarından tutun köşk ve bahçelerine kadar, ehl-i cennetin elbiselerinden tutun sofralarındaki nimetlere kadar, her şeyi bize açıklamış.
Cenneti açıkladığı gibi, âlem-i gaybtan olan cehennemi de açıklamış. Ateşinin derecesinden tutun bekçilerine kadar, ehl-i cehennemin elbiselerinden tutun döşek ve sofralarına kadar, vuruldukları zincirin boyundan tutun cehennemin tabakalarına kadar, her şeyi bize açıklamış.
Yine âlem-i berzahtan tutun Arş ve Kürsî’ye kadar, mahşer meydanından tutun ehl-i cennet ve ehl-i cehennemin aralarındaki konuşmalara kadar, her şeyi bize açıklamış. Bize âlem-i gaybın haritasını çıkarmış. İşte bu manasıyla Kur’an âlem-i gaybın bir müfessiri olmuş.
Âlem-i şehadetin müfessiri olması meselesine gelince, bunun manası da şudur:
Kur’an kâinatın ve insanın yaratılışını açıklar; geçmiş ümmetlerin ahvallerini bildirir; güneşin dönüşünü yağmurun oluşumunu, yıldızların hareketini ve bunlar gibi daha birçok ilmî meseleyi izah eder. Bu cihetle de kâinatın bir müfessiri olur.
Yine Kur’an kâinat ve içindeki eşyaya mana-yı ismî ile değil, mana-yı harfî ile bakar; her şeyin Allah’a bakan yüzünü gösterip onda yazılan manayı şerh ve izah eder.
Kur’an’a göre, her bir mevcut şu kâinat kitabının bir ayetidir. Kuş bir ayettir, balık bir ayettir, ağaç bir ayettir ve her bir mahluk bir ayettir. Kur’an bu ayetlerin manasını izah etmiş ve kitab-ı âlemin müfessiri olmakla vasfedilmiştir.
Dilerseniz, meseleyi biraz daha somutlaştıralım:
— Mesela âlem kitabının bir ayeti olan ağacı Kur’an nasıl tefsir etmiş? Ağaca nasıl bakmış ve ağacın manasını nasıl izah etmiş?
Şimdi, bu konu üzerinde biraz tefekkür edelim:
1. Kur’an der ki:
وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ Bitkiler de ağaçlar da (Allah’a) secde ederler. (Rahman 6)
Yine der ki: (Bu bir secde ayetidir) أَلَمْ تَرَ Sen görmedin mi ki أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah’a secde ediyor. وَالشَّمْسُ Güneş de secde ediyor, وَالْقَمَرُ Ay da secde ediyor, وَالنُّجُومُ yıldızlar da secde ediyor, وَالْجِبَالُ dağlar da secde ediyor وَالشَّجَرُ ve ağaçlar da secde ediyor… (Hac 18)
Bu ayetler, şu âlem kitabının bir ayeti olan ağacın bir hâlini tefsir etti. Bizim başıboş ve vazifesiz zannettiğimiz ağaç Allah’a secde eden bir sâcid imiş.
2. Yine Kur’an diyor ki:
أَمَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ (Allah’a ortak koştukları şeyler mi hayırlı) Yoksa gökleri ve yeryüzünü yaratan وَأَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً ve size semadan su indiren mi daha hayırlı? فَأَنبَتْنَا بِهِ حَدَائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍ Biz o suyla güzel güzel bahçeler bitirdik. مَا كَانَ لَكُمْ أَنْ تُنبِتُوا شَجَرَهَا Siz o bahçenin bir ağacını bile bitiremezsiniz… (Neml 60)
Bu ayet diyor ki: Bir ağacı yaratmak için nihayetsiz bir kudrete ihtiyaç vardır. Her bir ağaç o kudret-i ezelînin bir şahididir. Her bir ağaç üstünde Allah’ın nihayetsiz kadîr olduğu yazılmış. İşte Kur’an mezkûr ayetiyle bu yazıyı tefsir etmiş.
3. Yine Kur’an diyor ki:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ Yedi sema O’nu tesbih eder, وَالأَرْضُ yeryüzü O’nu tesbih eder وَمَن فِيهِنَّ gökte ve yerde ne varsa her şey onu tesbih eder. وَإِن مِن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin وَلَكِن لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ lakin siz onların tesbihini anlayamazsınız. (İsra 44)
Kur’an bu ayetiyle beyan etti ki her şey Allah’ı tesbih ediyormuş. Demek benim odun parçası zannettiğim ağaç, Allah’ın bir müsebbihi imiş, Allah’ı tesbih edermiş; bir zakirmiş, Allah’ı zikredermiş.
4. Yine Kur’an diyor ki:
فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ Allah’ın rahmet eserlerine bak, كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor. إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى Şüphesiz ölüleri de böyle diriltecek. (Rum 50)
Ağaçların kışın gelince öldüğünü ve kurumuş iskeletler gibi kaldığını, bahar gelince de dirilip canlandığını görürüz. Bunun manası neymiş? Kur’an mezkûr ayetiyle bunun manasını bize tefsir etti ve dedi ki:
— Bu, ölümden sonra dirilmeye bir numunedir. Bu ağaç ve diğer bütün nebatatı Allah kışın öldürdü ve baharda tekrar diriltti. Ağacın kurumuş dallarına yapraklar dizdi ve çiçeklerle süsledi. Bu ağacı böyle dirilten Zat elbette sizi de diriltecektir.
İşte Kur’an ağacın ölüp dirilmesindeki manayı böyle tefsir etti.
5. Yine Kur’an diyor ki:
يُنبِتُ لَكُم بِهِ الزَّرْعَ Sizin için ekinleri bitirir, وَالزَّيْتُونَ zeytini bitirir, وَالنَّخِيلَ وَالأَعْنَابَ hurma ve üzümleri bitirir وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ ve her türlü meyveleri bitirir. إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ İşte bunda, tefekkür eden bir kavim için bir ayet vardır. (Nahl 11)
Ağaçların dallarına takılan meyveler neymiş? Rabbimizin bizim için bitirdiği hediyelermiş. Ve ağaç, dallarındaki bu meyvelerle bir mütalaagâh imiş, tefekkürümüz için böyle süslenmiş ve ziynetlenmiş…
Meseleyi bir daha toparlayalım:
Kur’an’ın dersini dinlememiş insan için, ağaç bir odun parçasıdır. Dallarındaki meyveler tesadüfün veya tabiatın işidir. Her kışta ölmesi ve baharda dirilmesi manasız boş bir iştir. Ona göre ağaç vazifesiz, hiçbir manası olmayan, sadece yakılacak bir kütüktür.
Kur’an ise dedi ki:
1. Bu ağaç bir sâciddir, Allah’a secde eder, O’nun kudreti karşısında eğilir.
2. Bu ağaç Allah’ın varlığına ve kudretinin sonsuzluğuna bir delildir. Bütün insanlar toplansa bu ağacı yapamaz. İnsanın yapamadığını tesadüf, tabiat ve esbab nasıl yapsın?
3. Bu ağaç Allah’ı tesbih eden bir müsebbih ve O’nu zikreden bir zakirdir.
4. Bu ağaç, öldükten sonra dirilmeye bir numune ve bir delildir.
5. Bu ağacın dalları âdeta rahmetin bir elidir. Rahmet meyvelerini bize bu el ile uzatıyor.
6. Bu ağaç, tefekkür eden bir kavim için bir ayettir, bir mütalaagâhtır ve bir kitaptır.
Kur’an, ağacın bu manaları gibi daha onlarca manasını bize tefsir ediyor.
Bizim odun gözüyle baktığımız ağaca bir sâcid gözüyle, Allah’ın kudretinin dellâlı gözüyle, bir müsebbih gözüyle bakıyor. Hakiki manasını tefsir ediyor. Allah bu ağacı niçin yaratmış, niçin süslemiş, niçin vazifelerde çalıştırmış ve vakti geldiğinde niçin öldürmüş; bütün bu niçinlerin cevabını veriyor ve ağaç ayetinin sebeb-i hilkatini tefsir ediyor.
İşte Kur’an, bu ağaç gibi, âlem-i gayb ve şehadet kitabının bütün ayetlerinin manasını tefsir etmiş, bununla da “kitab-ı âlemin müfessiri” ünvanını kazanmıştır.
Metinde geçen diğer cümlelerin izahına gerek duymuyor; cümlelerin mütalaasını sizlere havale ediyoruz.
Yazar: Sinan Yılmaz