10. Her insan geçmiş hayatını düşünse kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir…
İkinci Lem’a mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Bir iki Söz’de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını düşünse kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir. Yani ya teessüf eder, ya “Elhamdülillah” der. Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neşet eden manevi elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazen muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor. (İkinci Lem’a)
(Teessüf: Üzülme / Lezaiz: Lezzetler / Zeval: Sona erme / Firak: Ayrılık / Zeval-i lezzet: Lezzetin sona ermesi / Muvakkat: Geçici)
Ey nefsim! Gel, şöyle bir geçmişe bakalım… Önce keyif ve lezzetle geçen anılarımızı düşünelim. Ne günlerdi değil mi?..
Nefsim: Evet, ne güzel günlerdi. Denizlerde yüzer, bahçelerde keyif eder; seyahat eder farklı yerler görürdük. O günleri çok özlüyorum ya… Keşke zamanda geri gidebilsek ve o anları bir daha yaşayabilsek. Bak, şimdi beni efkârlandırdın. Derinden bir of çekiyorum. Hani bir gün…
Dur nefsim dur! Şimdi seninle maziye bir dalsak buradan çıkamayız. Her hatıradan bir hüzün ve gam akıtırsın. Çektiğin oflar semayı inletir.
Demek ey nefsim, mazideki güzel günleri düşündüğünde bu günlerin geçmiş olması sana elem veriyor. Bunun sebebi, zeval-i lezzetin (lezzetin son bulmasının) elem olmasıdır. Bu elemi daha çok işitmek istersen, gençliğinde gafletle yaşamış olan artistlere, vaktiyle şöhret olanlara ve şimdi unutulanlara bak! Onların her anı oflarla ve ahlarla geçiyor. Geçmişteki güzel günleri şu an onları üzüyor. Sanki geçmişten hâlihazıra bir boru döşenmiş; o borudan her daim elem akıyor, kalbe hüzün doluyor.
Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neşet eden manevi ve daimî lezzet “Elhamdülillah” dedirtir. (İkinci Lem’a)
(Âlâm: Elemler / Zeval: Sona erme)
Şimdi de ey nefsim, geçmiş günlerdeki sıkıntıları düşünelim. Hasta olduğun anları, musibete uğradığın zamanları hayal edelim…
Nefsim: Bin şükür olsun o günler geçti. Neydi ya o ameliyatın; ne sıkıntılar çekmiştik. Hele depremde yaşadıklarımız…
Dur nefsim dur! Daha fazla dalmayalım. Sadece şunu görmeni istedim: Geçmişteki sıkıntılı günleri düşündüğünde oh diyor, şükrediyorsun. Bundan da gönlüme şöyle bir tasvir geldi:
Maziye iki ağaç dikmişiz. Biri şükür ağacı, diğeri hüzün ağacı… Başımıza gelen her bir musibet ve hastalık, vazifesini yapıp bizi terk ettiğinde şükür ağacının bir meyvesi oluyor. Yani biz o anı daha sonra hatırladığımızda bize şükür dedirtiyor. Yaşadığımız lezzetli ve keyifli anlar ise hüzün ağacının bir meyvesi oluyor. Yani bir şeyden kısa bir zaman lezzet alıyoruz, sonra lezzetin bitmesiyle hüzün ağacının bir meyvesi oluyor; istikbalde bize ah, of dedirtiyor.
Madem hakikat böyledir; o hâlde şükür ağacımızın meyveleri olacak hâletten sıkılmamalı, belki hüzün ağacının meyvesi olacak lezzetlerden kaçmalıyız.
Bu fıtri hâletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade şükreder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلَالِ demesi iktiza eder. (İkinci Lem’a)
(Mükâfat-ı uhreviye: Ahirette verilecek mükâfat / Arapça mana: Küfür ve dalalet dışında, her hâlden dolayı Allah’a hamd olsun)
Ey nefsim! İşte keyifli günler geldi geçti.
— Peki, elde ne kaldı? Bugüne ne faydası var?
Elde kalan sadece elemleri. Bugüne hiçbir faydası yok, sadece elemi var.
— Peki, musibetli günler de geldi ve geçti. Onlardan elde ne kaldı?
Onların ne gamı ne kederi kaldı. Ancak sevabı kaldı, uhrevi mükâfatı kaldı, günahlarımıza kefaret olması kaldı, bugün bize şükrettirmesi kaldı…
O hâlde şu fâni hayatımızın musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünmeli ve sabırdan ziyade şükrederek اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلَالِ demeliyiz.
Meşhur bir söz var ki: “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nasta zannedildiği gibi, sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur. (İkinci Lem’a)
(Örf-ü nas: İnsanların örfü)
Öyle ise ey nefsim, sabret ve şükret. Musibet ve hastalıklar sana uzun ve baki bir ömür kazandıracak. O ömürde ne hüzün var ne sıkıntı; ne dert var ne gam… Orası lezzet diyarıdır. Burada sabreder ve şükreder, orada mükâfatını görürsün.
Eee, böyle baki bir memleketi kazanmak için biraz sıkıntı çekeceksin. Ama o sıkıntı da sabrıyla gelir, onda dahi binler rahmet ve hikmet gözükür.
Şimdi, mütalaasını yaptığımız kısmı bir daha okuyalım:
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Bir iki Söz’de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını düşünse kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir. Yani ya teessüf eder, ya “Elhamdülillah” der. Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neşet eden manevi elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazen muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor. Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neşet eden manevi ve daimî lezzet “Elhamdülillah” dedirtir.
Bu fıtri hâletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade şükreder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلَالِ demesi iktiza eder.
Meşhur bir söz var ki: “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nasta zannedildiği gibi, sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur. (İkinci Lem’a)
Yazar: Sinan Yılmaz